5 Ocak 2020 Pazar

Zam Zamanına Dair *


Akaryakıt fiyatları, dövizin dalgalanmasına göre yeniden ayarlanır. İner veya çıkar. Zira otomatiğe bağlanmıştır. Doğalgaz fiyatları akaryakıt gibi otomatiğe bağlı olmasa da doların seyrine göre üç aydan üç aya fiyatı gözden geçirilir. Elektrik de hakeza doğalgaz gibi. Su ise belediyeler tarafından aylık otomatiğe bağlanmış durumda. Dövizin yukarıya doğru seyrine göre birçok ürünün fiyatı değişir. Ulaşım ve nakliye de bu değişimden nasibini alır.

Sebze ve meyve fiyatları arz talep, ürünün az ekilmesi, ekili arazilerin doğal afetlerden etkilenmesi, havaların kurak gitmesi ve soğuk vurmasına göre haftalık ve sezonluk değişir. 

Enflasyonun çift haneli rakamlarda seyrettiği yıllarda ithal ve ihraç ürünlerinde daha sık fiyat ayarlaması yapılır. Çünkü girdiler değişince ürünler de tüketiciye mecburen zam olarak yansır. 

Benim burada değinmek istediğim çok zam yapılıyor, zam oranları yüksek, ekonomi iyi yönetiliyor-yönetilmiyor konusu değil. Bu, ayrı bir yazı konusudur. Zamların sicim gibi geldiği ocak ayına dikkat çekmek istiyorum. 01 Ocaktan geçerli zamlar, birkaç üründen ibaret olsa eh, tamam diyeceğim. Ama neredeyse her ürüne ocakta zam yapılıyor, vergiler yükseltiliyor. Burada 2020 bütçesini hazırlayıp Meclisten geçiren hükümet, gelir ve giderler için ocak ayında düzenlemeye gitmek zorunda, işçi ve memura vereceği maaş zammını, yaptığı bu zamlardan çıkaracak denebilir. Ben de derim ki zamlar ve vergiler için niçin ocak beklenir? Başka bir ay seçilemez mi? Çünkü insanımızın maddi olarak en zorlandığı aylar ve mevsimler sonbahar, özellikle de kış aylarıdır. Bu aylarda ilave olarak ısınma giderleri devreye girer, vatandaş katmerli ödeme yapar. Elektrik faturaları daha kabarık gelir. Okuyan çocuğu varsa okul ve servis masrafları devreye girer. Sezon kış olunca birçok esnafın cirosu düşer. Kimi çalıştığı işten çıkarılır. 

Anlatmak istediğim, vatandaş için kış zor geçer. Devlet, yapacağı zamlar için vatandaşın elinin rahatladığı dönemleri seçecek bir düzenleme yapmalıdır. Mesela mart-nisan ayları zam ve zamlar için uygundur. Çünkü bu aydan itibaren vatandaşın yüzü biraz güler: Kiminin durgun işleri açılır, kimi iş bulur. Sebze ve meyve fiyatları havaların ısınmasıyla birlikte düşüşe geçer, doğalgaz sarfiyatı düşer.  Kışın soğuklarda çocuğunu servise veren servis dışında başka seçenekleri devreye sokar.

Hülasa  zam yapılacaksa bu zamları 1 Ocaktan değil, 1 Mart veya Nisandan geçerli olacak şekilde yapalım. Bütçeyi hükümet ona göre ayarlasın. 1 Nisandan itibaren geçerli olacak bu zamlar, ocak zamlarına göre daha çabuk hazmedilir. Vatandaş gelen zammı, önce 1 Nisan şakası sanır, güler, ardından gerçeği kabullenir.

Yanlış yönetimimizden veya dış kaynaklı dalgalanmalardan dolayı koyacağımız zam veya vergiler vatandaşı canından bezdirmemeli, onları öldürmemeli. Merak etmeyin, vatandaş kaşıkla verileni kepçeyle vermeye alışkın. Yeter ki kazanla almaya kalkmayalım. Vatandaş yaşayacak ki devletini beslesin.

*11/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Camiye Gidip Niye Namaz Kılıyoruz ki? ***


Zaman zaman okullarda kavga eden öğrenciler olur. Bu tür kavgalar hep bahçe ve koridorda oynayan diğer öğrenciler tarafından ayrılır. Kavganın içeriğine pek girmek istemesem de neyi paylaşamadınız diye tarafları dinlediğimde, husumetin okul dışında başladığını ama kavgayı okulda yaptıklarını öğrenirim. Kavganın içeriğine gelince, genelde incir çekirdeğini doldurmayan türden kavgalar olur. Onlara “Kavgada yumruğu ilk önce kim attı” derim. Zira bana göre meseleyi konuşarak değil de kaba kuvvetle çözmek ilkel bir yöntem ve kavgada ilk yumruğu sallayan suçludur. İkinci olarak “Dışarıda başlayan bu atışmayı kavgaya dönüştürerek niçin okula taşıdıklarını” sorar, arkasından “Madem sizin için kavga kaçınılmaz, çözümü kavgada buldunuz. Niçin kimsenin olmadığı bir yere gidip kavganızı yapmıyorsunuz? Orada sizi aralayan, size karışan olmaz. Böylece kozunuzu bir güzel paylaşmış olursunuz. Birbirinizi öldürseniz tüh bile demem, pisipisine gittiler derim. Cenazeniz de orta yerde kalmaz. Ben cenazenizi seve seve kıldırırım. Ama siz, kimsenin olmadığı yeri değil de okulu seçiyorsanız, katıksız korkaksınız. Çünkü okulda kalabalık içerisinde kavga etmek mertlik değil. Nasılsa kavgaya tutuştuğunuzda birileri koşarak gelir ve sizi aralar diye düşünüyorsunuz” derim ve ardından barıştırırım.

Karapınar ilçemizde, aralarında daha önce husumet olan yaşları 54-26 olan baba-oğul ile diğer tarafta yaşları 55-48 olan iki kardeşin, cuma namazının farzını kıldıktan sonra camide birbirlerini darp etmesi, kameralara yansıdı. Bu olay yerel ve ulusal gazetelerde video görüntüleriyle birlikte yayımlandı. Bu haberi okuyup görüntüleri inceleyince nedense liselerde öğrencilerin okul bahçe ve koridorlarında yaptıkları kavgalar aklıma geldi. Her ikisi de kavga yeri olarak kalabalık meskun mahalleri seçiyorlar. Aralarındaki tek fark, liseli gençler adı üzerinde delikanlı. Yani kanları deli, heyheyleri üzerinde. İşin nereye varacağını pek kestiremezler. Cami içinde kavgaya tutuşanlar ise aklı başında, yaşça çok olgun, evli-barklı kişiler. Camideki bu kavgayı görünce kavgaları hiç tasvip etmesem de öğrenci kavgaları bana daha masum geldi. Camide kavgayı yapan ortaokul ve lise talebeleri olsa yine onlar çocuk diyeceğim. Ama Allah’ın evinde kavgaya tutuşanlar maalesef koca koca adamlar. Neyi paylaşamadılar, dertleri ne bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum. Çünkü itidal ve sükunetin hakim olması gereken bir yerde husumetin camiye taşınmasının makul bir izahı olamaz.

Bereket, Allah Teala, “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığınızda koşarak Allah’ı zikretmeye koşun” buyuruyor. Bir de “kavganızı camide de yapabilirsiniz” deseydi herhalde camide silahlar konuşur ve kan gövdeyi götürürdü. Kıldığımız namaz “Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.”ayetinde buyrulduğu gibi bizi kötülüklerden koruyacaktı. Bırakalım kötülükten alıkoymayı; burası Allah’ın evi, burada kavga olmaz demeyip Allah’tan korkmadan, kullarından utanmadan kavgamızı camiye taşıyoruz. Biz büyükler de küçüklerin vücutça büyümüş şekli olduğumuza göre demek ki yok onlardan bir farkımız. Boşu boşuna çocuklara kızmayalım. Onlar kavga için kalabalık yerleri seçiyorlar, biz de. Korku demek ki bizi kalabalık yerlere çeken… Camide herkesin içinde kavgamızı yapacağız ki birileri bizi aralasın. Bu arada bir iki vurur ve yumruk sallarsak kâr, mantığını güdüyoruz. Madem korkuyoruz, o zaman niçin kavgaya tutuşuyoruz?

Bence kıldığımız namazları bir sorgulamamız lazım. Eğer bir namaz, bizi kötülüklerden, hayasızlıktan ve kavgadan uzak tutmuyorsa kıldığımız bu namazlarda bir sorun var demektir. “Yazıklar olsun, o kıldığımız namazlara…”

***08/01/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

4 Ocak 2020 Cumartesi

Alın Size Bir Havuz Problemi! *


2020'nin ilk günü, ekmek almak için yolumun üzerindeki bir fırına girdim. İstediğim ekmek için uzattığım paranın üstünü beklerken, fırıncı "Bu sabahtan itibaren ekmek fiyatları 1,20 kuruş oldu" deyip üste para istedi. Öyle mi deyip paramın eksik kısmını tamamladım. Yılbaşı demek bizde iğneden ipliğe her şeye zam gelmesi demekti. Aslında ekmeğe de zammın gelebileceğini hesaba katmam gerekirdi. Neyse gelen zammın da bir ehemmiyeti yokmuş. 1,10 kuruş iken 1,20 kuruş olmuş.

Misafir gelecek diye aldığım ekmek, arttığı için dört gün boyunca yolum fırına düşmedi. İlk gün zamlı aldığım ekmek birkaç gün gitti. Cumartesi günü ekmek almak için kendi fırınıma gittim. Gözüm, tereklerin üzerine fırıncı tarafından “200 gram ekmek: 1,20 kuruş” yazılmış yazı ilişti. Yeni fiyata alıştığım için 1,20 kuruş dikkatimi çekmedi. Yazılan gramaja takıldım ve fırıncıya, daha önce kaç gramdı dedim. “250 gram idi. Şimdi 200 grama indi” dedi. Ardından “Bu gramaj daha iyi oldu. Çünkü 250 gram ekmek tam pişmiyordu. Bu, daha iyi pişer” dedi. İyi o zaman dedim, ayrıldım.

Koltuğumun altında sıcak ekmekle evimin yolunu tutarken, ekmeğe sadece 10 kuruş zam geldi düşüncemin yanlış olduğunu anladım. 250 gram olan ekmeğin, gramajının 200 grama düşürülmüş olmasıyla birlikte, bu durumda ekmeğe ne kadar zam gelmiş düşüncesi aldı beni. Çünkü ekmeğin gramajıyla oynanmış, üstüne bir de fiyat ayarlaması yapılmış. Bu ayarlamada hem örtülü hem de aleni bir durum var. Düşün düşün, içinden çıkamadım tabi. Zira oldum olası Matematik ile aram yok. Aram yok derken Matematikten hiç anlamam değil. Ama ekmeğe gelen zam oranı hiç anlamadığım ve çözmek için çaba sarf etmeye yeltenmediğim havuz problemine benziyordu. İsterseniz havuz problemi derken çeşitleri çok olsa da bir tane örnek vererek içinden çıkamadığımız havuz problemlerini bir hatırlayalım:
“Boş bir havuzun tamamını tek başına A musluğu 12 saatte, B musluğu 18 saatte doldurmaktadır. Havuzun tabanında bulunan C musluğu dolu havuzu 9 saatte boşaltmaktadır. Buna göre, bu üç musluk birlikte açıldığında boş havuz kaç saatte dolar?”
A)    18                   B) 24               C) 28               D) 32              E) 36

Dua edin, bu havuz problemini www.matematikkolay.net sitesinden aldım. Kolayı bu ise zoru nasıl, varın ötesini siz düşünün. Çocuklarımızın bu havuz problemlerinden ne çektiğini de bir empati yapın, yavrum! Nasıl yapamadın?” demeyin. Neyse siz havuz problemiyle uğraşa durun, ben yeniden havuz problemine benzeyen ekmek zammına geleyim ve size sorayım: 2019 yılında 250 gramı 1,10 kuruşa satılan bir ekmek, 2020’den itibaren 200 gramı 1,20 kuruştan satılmaya başlandığına göre ekmeğe gelen zam oranı nedir ve ekmeğe ne kadar zam gelmiş oldu?

Sizi bilmem ama ben bu hesabın içinden çıkamadım ve merak ya, sosyal medyaya yazarak matematikçilerden yardım istedim. Gelen cevap, yüzde 36,36 oldu. “Hesap doğru mu yanlış mı bilmem. Zira benim aklım ermez. Yanlış ise cevabını sizden bekliyorum.

Her şeye zammın geldiği düşünülürse girdi fiyatlarından etkilenen ekmeğe de zammın gelmesi normal. Hatta gelen bu zam, diğer ürünlere gelen zam oranına göre makul da olabilir. Simit bile 2 liraya çıkmışsa, ekmeğin bu fiyata çıkması normal görülebilir. Burada normal olmayan, ekmeğe bir taraftan zam yapılırken diğer taraftan gramajının düşürülmesidir. Yani gramajı indirilirken fiyatı da yükseltilmiş. Ekmeğin gramı düşürülmüşse zam niye yapıldı? Zam yapılmışsa ekmeğin gramajı niçin düşürüldü? Garip olan bu. Bu arada 36,36’lık bir zam oranı biraz tuzlu olmuş. Allah bu günlerimizi aratmasın.

Not: Yazıyı yazdıktan sonra aldığım bilgiye göre Belediyenin müdahale etmesiyle 200 gram ekmeğin 1,10 kuruştan satılmaya devam edeceği bilgisini aldım. Bekleyip göreceğiz.

*06/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.







Yönetim Çalışıyor! *

Konya'nın en eski çarşılarından. Yeni açılan çarşılara rağmen müşteri kaybetse de hala işlerliğini devam ettiriyor. 

Aktif olan bu çarşının yönetimi de çalışıyor. Daha çarşının içine girmeden kapıda bir uyarı ile karşılaşıyorsunuz: "ÇARŞIMIZIN GİRİŞ KAPISI ÖNÜNDE SİGARA İÇMEK YASAKTIR!! (YÖNETİM)" 

Gördünüz değil mi yönetimin boş durmayıp hummalı bir şekilde çalıştığını. Yönetim, çarşının içini düzene koymuş olmalı ki sıra kapı önüne gelmiş. Keşke tüm yönetimler böyle çalışsa, ülkede çözülmedik dert mi kalır? Siz daha girişinde bu düzen ve tertibi görür ve de sigara içen biri iseniz, bu çarşı kapısının önünde sigara içmeye yeltenir misiniz? Ne mümkün efendim dediğinizi duyar gibiyim. Ben de aynı sizin gibi düşünürdüm. Yalnız yazılana aldanıp yoğurdu üfleyerek yemeye kalkmayın. Girin çarşının içine! Girişteki ciddiyeti bir de içeride test edin. Çarşının içine girer girmez sigara içen esnaf ve müşterileri görürsünüz. Katlara çıkın. Oralarda da durum aynı. Esnaf dükkânlarına girin. Çay eşliğinde sigaraların tüttürüldüğünü görürsünüz. İçenler, biri özellikle yönetim gelir de bir şey söyler endişesi de taşımıyor. Kimseden çekinilmeden rahat bir şekilde içiliyor.

Anlayacağınız; giriş kapısında, gözünüze çarpan ciddiyet -ki yazı dili böyledir- koridor, kat ve dükkanlarda yok. İçeriye bir şey söyleyemeyen ve ağırlığını koyamayan yönetim, giriş kapısına bir uyarı yazısı yazarak varlığını hissettirmeye çalışmış ya da ben uyarı görevimi yapayım da sen ne yaparsan yap diye düşünmüş olmalı.

Türkiye'de yaşıyorsanız aslında bütün işlerimiz böyle değil mi? "Park etmek yasaktır" yazısının olduğu yere aracımızı park ederiz. "SİGARA İÇİLMEZ" yazısının altına "Burada tütün ürünleri tüketilmesi yasaktır. Tüketenlere ve tüketilmesine göz yuman sorumlulara 4207 sayılı Kanun uyarınca 1486 TL-7453 TL idari para cezası uygulanır" uyarı levhası asılsın, levhaya sırtımızı dayayarak sigara içmeye devam ederiz. Örnekleri çoğaltabiliriz. Bence fazla örneğe gerek yok. Zira tepeden tırnağa her şeyin kuralı var bu ülkede. Ne yasak, ne değil, hepsi belli. Teorisi mükemmel ve inceden inceye her şey düşünülmüş fakat uygulanabilirliği yok. Çünkü kural ve yasak tanımazlık genlerimize işlemiş.

Biz daha kapalı yerlerde sigara tüketilmesini tamamen uygulayamamışız. Özel araçların içinde bile sigara içimine yasak getirerek yasağın kapsamını genişletiyoruz. 

Uygulatamayacağımız ve denetleyemeyeceğimiz yasakları niye koyuyoruz? Niçin bu yasakların bir caydırıcılığı yok? Çok anlamış değilim. Denetim denetim dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız.

*18/01/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


2 Ocak 2020 Perşembe

Herkes Kendi İşini Yapmalı! ***


Etrafı düşmanla çevrili bir ülkede yaşıyoruz. Biraz sendelesek bizi yok etmek için akbabalar gibi üzerimize üşüşecek ülkeler var. Ortadoğu’daki savaş ve iç savaş durumları bizi hep olumsuz etkiliyor. Zaten 80 yılından beri PKK denilen kanlı terör örgütüyle başımız dertte. Dağ ve kırsalda yuvalanan bu terör örgütünün şehirdeki ikizi olan FETÖ ile son yıllarda başarısız kanlı bir darbe teşebbüsüne maruz kaldık. Tehlike daha tam geçmiş değil. Çünkü bu sinsi örgüt milletimizin göz bebeği askeriyenin içinde yuvalanmış. Ordumuz Irak ve Suriye’ye zaman zaman operasyon düzenlemekte. Libya’daki iç karışıklığı önlemek için bu ülkeye asker gönderiyoruz. Stratejik ortağımız denilen ABD ile hiç olmadığı kadar gerilimli günler yaşıyoruz. Böyle bir ülkede yaşıyorsanız orduya büyük önem vermek ve güçlü bir orduya sahip olmak zorundasınız. Ordu, yarın sefere çıkacakmış gibi savaşa hazır olmalı. Aynı zamanda askeri işlerden anlayan danışmanlara da ihtiyacınız var.

Ülkeyi yönetenler; ordumuz ne durumda, neye ihtiyacı var, asker, teçhizat ve teknoloji yönünden yeterli mi, bir savaş çıktığı zaman stratejimiz ve taktiğimiz ne olmalı gibi askeri konularda yol göstersin diye danışman tayin ediyor. Böyle bir danışman, askeri konulara yoğunlaşıp eksik ve zaaf yönlerimizi tespit ederek giderilmesi için hükümete öneri sunup yol göstereceği yerde, ilahiyatçıların bile kendi arasında, gelip gelmeyeceği tartışma konusu olan Mehdilik konusunda “Mehdi gelecek. Ortamı buna göre hazırlamalıyız” açıklamasında bulunuyor ve esas vazifesinin dışında gündeme geliyorsa ne oluyoruz dememek mümkün değil. Çünkü Mehdi beklemek, Mehdi ile ilgili görüş serdetmek askerin ve askeri alanda danışmanlık yapanların işi değil.
Kendi görev alanı dışında açıklama yapmak şimdiki muvazzaf askerimizde yok. Zira asker, olması gereken alanına çekildi. Ama eski TSK’da, ülkeyi dıştan gelebilecek tehlikelere karşı korumaktan ziyade vatandaşla uğraşmak, siyasete baskı yapmak, Cumhurbaşkanı seçimine müdahale etmek, kılık kıyafetle uğraşmak, kendilerini laikliğin güvencesi görmek, irtica adı altında bu milletin değerleriyle mücadele etmek gibi bir gelenek vardı. Vazifesinin dışında her işe burnunu sokan ve her şeyi tehdit olarak algılayan asker, maalesef burnunun dibinde yuvalanan terör örgütü mensuplarını göremedi. Türkiye bunun bedelini çok ağır ödedi. Yaptığı açıklamayla gündeme gelen ve tartışma konusu olan danışmanımız da eski bir asker olduğu için görev alanı dışındaki işlere karışmak, sanırım genlerinde kalmış olmalı. Türkiye o devri, bir daha açılmayacak şekilde geride bıraktı. Birileri bunu danışmana anlatmalı. Hala danışman olarak kalması gerekiyorsa esas alanına odaklanmalı. Zira buna çok ihtiyacımız var.
İlgili danışmanın, görev alanı dışında yaptığı bu açıklamayı okuyunca yazıma son vermeden, aklıma gelen iki anekdotu sizinle paylaşmak istiyorum. Sanırım bu anekdotlar ne demek istediğimi daha iyi anlatır:
Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri, incelemesi için Shakespeare'e gönderir. Ünlü yazarın cevabı: “Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın...” olur.
Sefer esnasında bir padişahın atının üzengisi bozulur. Eratın içinden bir tamirci aranır. Bir asker onu kısa süre içinde tamir eder. Askerin ustalığı, padişahın hoşuna gider. Bir kese altınla ödüllendirir onu. Ardından işine son verir. Adamları: "Padişahım! Oldu mu şimdi yaptığınız? Aynı anda hem ödül hem de ceza verdiniz" derler. Padişah: "Hem de çok iyi oldu. Çünkü asker, üzenginin tamirini çok güzel yaptı. Demek ki bu konuda çok maharetli. Fakat bu askerimizin asıl görevi askerliktir. Eğer bir insan bir başka işi kendi işinden daha iyi yapıyorsa asıl işini ihmal eder. Bu yüzden askerlik görevine son verdim" der.
Sanırım maksadımı anlatabildim. Başka söze ne hacet!

***04/01/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Ahlak Bekçiliğine Soyunmak ***

Van ili Çatak ilçesinde lisede görev yapan bir erkek öğretmen, aynı okulda çalışan bir kadın meslektaşını, 20 Mayıs doğum günü dolayısıyla sarılarak tebrik eder. Bu kutlama burada kalmaz. Aynı okuldan iki öğretmen, birbirlerini kutlayan öğretmenleri idareye şikayet eder. Okul müdürü, yaşanan görüntülerin uygunsuz olduğu iddiasıyla 2 öğretmen hakkında idari soruşturma açılmasını talep eder. Van Valiliği, 2 öğretmen hakkında soruşturma izni verir. Bunun üzerine Van Milli Eğitim Müdürlüğü Disiplin Kurulu, olayın araştırılması için müfettişler görevlendirir. Okula gelen müfettişler hem kamera kayıtlarını inceler hem de öğretmenlerin savunmalarını alır. Aynı zamanda Çatak Kaymakamlığı da öğretmenlerden hem savunma ister hem de Çatak Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunur.

Savcılık "Sarılmak suç değil" diyerek kovuşturmaya gerek görmezken Milli Eğitim Müdürlüğü, yapılan savunmaları disiplin yönünden yeterli görmeyip sarılmayı “uygunsuz” bulur ve kadın öğretmene aylıktan kesme, erkek öğretmene de sürgün cezası verir.

Gazetelere yansıyan haberin özeti böyle. Olay gazetelerde yazılanlardan ibaret ise orta yerde suç unsuru olarak karşıt iki cinsin birbirine sarılması var. Olayın perde gerisinde başka neler var? Belki de adı geçen öğretmenlerin senli-benli konuşmaları, çok sıkı fıkı olmaları okulda ayyuka çıkmış, ilişkileri birlikte çalıştığı diğer öğretmenleri rahatsız etmiş olabilir. Bunları bilmiyoruz. Çünkü gizli yürütülen disiplin soruşturmasının içeriğini bilme imkanımız yok. Farz edelim ki ikili, ilişkilerini ileri boyutlara taşımış olsunlar. İkilinin hal ve tavırları, eğitim ve öğretimi engellemiş, okulun sosyal barışını bozmuş, öğrencilerine kötü örnek olmuş olabilir mi? Böyle bir durum varsa da gazetelere yansımış şekliyle haklarında böyle bir isnat yok. İlçe kaymakamının yaptığı suç duyurusuna da savcılık “Kovuşturmaya gerek olmadığına” dair karar vermiş.

Kameralarla tespit edilen sarılarak tebrik etme eylemini savcılık, suç olarak nitelendirmeyerek doğru karar vermiş. Zira birbirlerinden şikayetçi olmadıkları müddetçe karşıt cinslerin birbirleriyle sarılmaları ve kucaklaşmaları, birbirlerini öpmeleri, nikahsız birliktelik yaşamaları, aynı evi ve aynı ortamı paylaşmaları kanunlarımıza göre suç değil. Din, nikah düşen karşıt cinslerin birbirlerine sarılmalarını, senli benli olmalarını uygun görmez. Halkımızın ekserisinin ahlak anlayışı da tıpkı dinin görüşü gibidir. Örf ve âdetlerimiz de din ve ahlak anlayışımız çerçevesinde şekillenmiştir. Nikahsız birliktelikler kanunen suç olmasa da toplum bu tür birlikteliklere pek sıcak bakmaz.

Evlenmelerinde sakınca olmayan, birbirine nikah düşen iki kişinin gizli veya alenen sarılmalarını sıcak karşılayan biri değilim. Bırakalım nikah düşen karşıt cins ile sarılmayı, toplumun büyük bir kesimi -ben dahil- umum içinde eşiyle dahi sarılmaz. Nerede, evli olmadığı halde birbirine sarılan birilerini görsem garip karşılarım. İçimizde yaşayan birçok kişi de bu durumu benim gibi değerlendirdiğini düşünüyorum. Ama içimizde sayıları azımsanamayacak bir kesim daha var ki sarılmayı garipsemez. Bir kesim bu durumu dine, örfe ve genel ahlaka mugayir görürken diğer kesim sakınca görmüyor.

Bu durumu sadece din, örf ve ahlak sınırlandırmaz. Toplumdan topluma değişse de kişilerarası ilişkilerde alan kavramı ta 1966 yılında Edward T. Hall tarafından tanımlanmıştır:
Mahrem alan: Bedenimizden 45 cm kadar uzaklığı eder. Bu alana anne-baba, eş, sevgili ve çocuk gibi yakın akrabalar girer.
Kişisel alan: 45-120 cm.lik bir mesafedir. Dost, arkadaş, yakın ilişkide olunan ve hoşlanılan kişilerin kullandığı alandır.
Sosyal alan: 120 cm ile 2 metrelik bir alandır. Bu alan kişisel olmayan ilişkilere ve nezaket ilişkilerine ayrılmıştır. Yeni tanışılan ya da az tanınan kişiler ile sosyal aktivitelerde, resmi işlerin yürütüldüğü iş görüşmelerinde, alışveriş vb. durumlarda kullanılır. 
Kamusal Alan: 2 metreden daha uzak bir alanı kapsar. Tanınmayan kişiler topluma açık olan bu alanda tutulmaktadır.

Yazımı biraz uzatmış olsam da olması gerekeni ifade etmeye çalıştım. Yeniden Van Çatak’taki lisede cereyan eden sarılma olayına ve bunun sonucunda verilen disiplin cezalarına gelirsek, bu olay savcılık ve disiplin soruşturması boyutuna getirilmemeliydi. Okulun müdürü, bu duruma vakıf olduğu zaman tarafları odasına alarak bir görüşme yapmalıydı. Onlara bölgenin hassasiyetini anlatmalıydı. Okul ortamında ilişkilerde belirli mesafenin korunması gerektiği üzerinde durabilirdi. Fakat okul müdürü bu olayı disiplin yönünden çözme yoluna gidiyor. Bu tür meseleleri savcılığın ve disiplin soruşturmasının çözmeyeceğini bir yönetici bilmeliydi. Kimse kusura bakmasın, bu olayda sarılma eylemini gerçekleştirenleri şikayet eden iki öğretmen, bu meseleyi ilçe boyutuna taşıyan okul müdürü, iddiaları ciddi görerek soruşturma açılmasını teklif eden milli eğitim, inceleme ve soruşturmaya onay veren valilik ve adli bir vaka gibi savcılığa suç duyurusunda bulunan ilçe kaymakamlığı, tabir yerinde ise ahlak bekçiliğine soyunmuşlardır. Ezcümle, bu mesele bu boyutlara getirilmemeliydi ve böyle çözme yoluna gidilmemeliydi. Çünkü bu mesele böyle çözülmez.

***09/01/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


1 Ocak 2020 Çarşamba

İlk Günün Sürprizleri

Yeni yıl yeni yıl dediniz. Sevinçten göbek attınız. Ben de bir şey var, hayatım değişecek, mutlu günler yakın, bakalım bahtıma ne çıkacak deyip hazır tatil de yapılmışken yılın ilk gününün keyfini çıkarayım dedim ve kendimi dışarıya attım.

Gördüğüm, beni iyi şeylerin beklemediğiydi. Hasılı yıla olumsuz havadisle başladım. Eskiler, nasıl başlarsan öyle gider derler. Şom ağızlılıklarından öyle demiş olmalılar. Umarım öyle gitmez. 

*Duyduğum ilk haber, bugün tatil olduğu için 10 saat ücretim kesilmiş.
*Can havliyle ekmek almaya gittim. Para üstünü beklerken fırıncı, üste para istedi. Ne parası demeye kalmadan "Efendim! Ekmek 1,20 kuruş oldu" dedi.

Yeni yıl ile birlikte gelen zamlardan, cezalardan ve vergilerden haberim yok. Öğrenmek de istemiyorum. Çünkü hepsini aynı anda öğrenerek -kalmayan- yüreğime insin istemiyorum. Sağlığım açısından sindire sindire anlayacağım.

Sevindirici haberler de yok değildi:
*Çarşıya gitmek için otobüse bindim. Fiyat eski tarife.
*Çay içmek için çay ocağına oturdum. Çay da eski fiyat.
*Dönüşte birkaç kalem ihtiyacımı almak için markete girdim. Fiyatlar belli aralıklarla değiştiği için hangi ürünün fiyatının değişip değişmediğini tespit edemedim. Tespit edemeyince moralim bozulmadı. Zamsız almış gibi hissettim kendimi.
*Çıkışta alışveriş fişine baktım. 01 Ocak 2018"den beri fiyatı sabit kalan alışveriş poşeti vardı. Hala 25 kuruş. Bu da beni mutlu etti.

Ben böyle basit şeylere dikkat ederek basitliğimi gösterirken arabasını otobüs durağına park eden araçları, çekici marifetiyle çekmeye çalışan trafik polislerinin hummalı çalışması dikkatimi çekti. İlk günün sürprizini, geldiği zaman arabasını yerinde bulamayacak araç sahipleri yaşayacak. Çekici, arabasını çekip giderken onlar da arkadan derin bir iç çekecekler. Keşke tüm iş, arkadan iç geçirmeye kalsa... Birkaç gün ne yediklerinden ne de içtiklerinden bir şey anlarlar.

Not: Bu arada ulaşıma da zam gelmiş. İlk günüm mahmurluğundan gelen zammın farkına varamamışım.