5 Mayıs 2019 Pazar

İşte Şimdi Yandın Ramazan!

56 yaşındayım. İhtiyar sınıfına girmiş olsam da çok ihtiyarladığımı kabul etmeyen birisiyim. Kendimi orta sınıfın biraz ilerisi kabul ediyorum. Cuma günü başıma gelenden sonra ihtiyarladığımı kabul etmeye başladım. Nedenini öğrenince siz de hak vereceksiniz.

Cuma günü pazar ihtiyacını karşılayıp ardından cuma namazına gideyim planı yaptım. Abdestimi aldım. Pazara giderken bir düşüncedir aldı beni. Acaba ayaklarımı yıkadım mı diye. Düşün, taşın bir türlü ayaklarımı yıkadığımı aklıma getiremedim. Eskiden olsa aklıma böyle bir şüphe gelse düşünür düşünür, ayaklarımı lavaboya kaldırdığımı ve yıkadığımı çıkarırdım. Baktım olmayacak, işin ucunda abdestsiz namaz kılmak da var. Pazar dönüşü tekrar abdest aldım. 

Abdest aldıktan sonra kendi kendime işte şimdi yandın Ramazan dedim. Artık ihtiyarlık sınıfına girmiş, ihtiyarlığın özelliklerini üzerimde taşımaya başlamışım. Unutuyorum artık anlayacağınız. Daha düne gelinceye kadar ihtiyarladığımı kabullenmekte zorlansam da durum bu. Gerçekler acı maalesef... Belki de bu, daha iyi günlerim. Beterin beteri var. Bir gün yataktan uyandığımda yanımdaki eşime "Sen de kimsin" deme durumum da ortaya çıkabilir, kıldığım namazı bir daha kılabilirim.

Şöyle geriye dönüp bir bakıyorum. Hey gidi günler diyorum. Hafızasına çok güvenen; duyduğunu ve gördüğünü unutmayan, etrafın iyi hafızan var demesiyle havalara giren Ramazan şimdi iki defa abdest alıyor. Herhangi bir meselede "Siz bunu yanlış hatırlıyorsunuz, aradan yıllar geçti, unutmuş olabilirsiniz" diyen biri olduğunda rica ederim. Değil o dediğini unutmayı; ben, 1974 yılında 4.sınıf öğrencisi iken ablama dünürcü gelen eniştemin ağabeyinin dişi sızladığından dolayı suyu ne şekilde içtiğini bile hatırlıyorum derdim. (Suyu normal su bardağı ile değil de abdest ıbrığının ülüğünü ağzının içine alarak içmişti.) Ya şimdi? Az önce aldığım abdestin üzerine bir abdest daha alıyorum. Hey gidi Ramazan! Sen ki ortaokul ve lise arkadaşlarının dört rakamlı sınıf numaralarını hala biliyorum diye övünüyorsun. Şimdi düştüğün duruma bak! (Bir ara sınıf arkadaşlarımdan biri ile çarşıda oturup çay içtik. Kuru yemiş alacakmış. Kalkıp bir dükkana girdik. Yapacağı alışverişi yaptı. Ardından ödeme için kredi kartını uzattı. Arkadaşım kartı verdikten sonra dükkândaki ürünlere göz gezdirmeye başladı. Dükkan sahibi "Şifrenizi girer misiniz" dedi. Bizimkinin kulağı biraz ağır duyduğu için duymadı. Dedim bunun şifresi okul numarası olabilir. Onun yerine şifresini ben girdim. Şifre okul numarasıymış.) 

Hali pürmelalim bu. Sanırım niçin yandığım anlaşılmıştır.

Ramazan ve İnfak ***


06/05/2019 Pazartesi itibariyle on bir ayın sultanı ramazan ayına girmiş ve ilk orucumuzu tutmuş olduk. Yazıma başlarken “Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluş” olan ramazan ayının hayırlar getirmesini temenni ediyorum. Ramazanın feyzinden yararlanmak hepimize nasip olur inşallah. Bu ayda oluşacak hoşgörü ikliminin tüm yıla yayılmasını canı gönülden arzu ediyorum. İçinde riyanın olmadığı belki de tek ibadet olan -tutacağımız- oruçların kabul olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.

Ramazan bizim için sadece oruç tutmaktan ibaret değil elbet. Aynı zamanda Kur’an ayıdır. Mukabelesi, teravih namazı, itikaf, sadakayı fıtır, fidye gibi ibadet çeşitlerini bünyesinde barındırmaktadır. Bunun yanında ramazan hayır ve hasenatın bol olduğu, yardımlaşmanın zirveye çıktığı aydır. Tuttuğumuz oruçla bu ay, nefsimizi terbiye ederken yaptığımız yardımlarla da paramızı temizlemekte ve bereketini artırmaktayız. Normal şartlarda ramazana özgü sadakayı fıtırın dışında dinen zengin sayılan insanımızın çoğu zekatlarını da bu ay ihtiyaç sahiplerine vermektedir. Belki de bundan hareketle Diyanet İşleri Başkanlığı 2019 Ramazan ayı teması olarak “Ramazan ve İnfak” başlığını belirlemiş. İsabetli bir konu. Öncelikle DİB’i tebrik ediyorum. Çünkü her ne kadar ramazan denince aklımıza oruç tutmak gelse de infak, ramazan orucundan ayrılmayan bir ibadettir.

Diyanet, 2019 Ramazan temasını belirlerken halkımızın daha çok kullandığı “Ramazan ve Zekat” yerine “Ramazan ve İnfak”  başlığını seçmesi bana daha anlamlı geldi. Çünkü nisap miktarı mal veya paraya ulaşan, dinen zengin sayılan kişilerin malından veya parasından kırkta bir oranında vermekle yükümlü oldukları zekat ibadetini de kapsayan bir ibadettir infak. Ne demek infak? “Allah’ın hoşnutluğunu elde etme amacıyla kişinin kendi servetinden harcama yapması, muhtaçlara aynî ve nakdî yardımda bulunması” demektir. Bu bakımdan infak, farz olan zekâtı ve gönüllü olarak yapılan her çeşit hayrı içermektedir.” (İslam Ansiklopedisi-Mustafa Çağrıcı) Özellikle ekonomik bir darboğazdan geçtiğimiz bu günlerde ihtiyaç sahiplerinin daha fazla görüp gözetilmesi gerekiyor. Ben Diyanet’in zekat yerine infakı seçmesinden “İçinde bulunduğumuz ekonomik sıkıntı dolayısıyla bu yıl daha fazla fakir-fukarayı görüp gözetin, her yıl verdiğinizden daha fazlasını verin” şeklinde bir mesaj çıkarıyorum.

Zekat, sadaka, infak, yardım kolisi vs adına ne dersek diyelim, yardım yaparken -hepimizin bildiği- dikkat edeceğimiz hususları aşağıda tekrarlamak istiyorum:
1) İnfak gösterişten uzak, yalnız Allah rızası için yapılmalıdır. 
2) İnfakta bulunan kişi onu alıp kabul edenin onurunu zedeleyecek davranışlardan kaçınmalıdır. 
3) Yapılan yardım en iyi ve en kaliteli mallardan seçilmelidir. 
4) İnfakın yerine ulaşması için gerçek ihtiyaç sahipleri tespit edilmelidir. Zekâtın öncelikle kendilerine zekât verilebilecek akrabaya ödenmesi, daha sonra diğer yakınlara, komşulara ve çevreye verilmesi uygun görülmüştür. Zekât dağıtımında malın bulunduğu/kazanıldığı yerdeki fakirlere öncelik tanınır. (İslam Ansiklopedisi)

Allah yapacağımız infakları kabul etsin. Ramazanımız mübarek olsun!



***07/05/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

4 Mayıs 2019 Cumartesi

Ramazan Ayına Girerken Ben

Son çare olarak 31 Mart seçimlerine odaklanmış. Bir il veya ilçe belediye başkanı adayı olup kazanabilirsem ülkeme hizmet ederim diye düşünmüştüm. Beklentim tüm daha önceki beklentilerimde olduğu gibi gerçekleşmedi. İstanbul seçim sonuçları arap saçına dönecek gibi olmazsa bu metropolde denge unsuru olarak görev yapabilirim diye göz kırptım, o da olmadı. 

Beklentilerimi bir başka bahara saklayayım dedim. Baktım ki 2023'e kadar ufukta seçim yok. Bekleyemem ki 4,5 yıl. O zaman ne yapmalıyım, kendime bir meşgale bulmalıyım derken imdadıma aylardır beklediğimiz ramazan geldi. Beklentilerimle ramazanın ne alakası var diye düşünebilirsiniz? Şimdi kendime koyduğum hedef bir TV kanalında iftar veya sahur programı sunmak. Yapamaz mıyım? Niye yapamayacakmışım ki? Bal gibi yaparım. Hatta programı tek başıma bile sunabilirim. Ayet okur, anlamını veririm. Hadis okurum. Ramazanda neler yapmalıyız sorusunu sorar, gerekli izahatı yaparım. Orucu bozan şeylere ayırırım bir günümü. Ramazanda neler yemeliyiz, sahurda hangi yiyeceklerden kaçınmalıyız konusunu işlerim. İzleyicilere canlı yayınla bağlanır, sorularını alır, anında cevap veririm. Eski ramazanlar konusunu ele alırım. Rü'yetü hilal konusuna değinirim. İtikaf ve Kadir gecesinin önemi üzerinde dururum. İftar sofralarına işaret eder, israf konusuna vurgu yaparım. Sadaka, zekat, infak, sadakayı fıtır, ramazan kolisi gibi konulara yer veririm. Kimler oruç tutmalı, kimler tutmaz, oruç kimlere farz gibi nice konuları bir ay boyunca işlerim.

Gördüğünüz gibi program yapmaya ve sunmaya bilgi ve birikimim var. Bunu en güzel şekilde yapacağıma  öz güvenim tam. Artı yönlerim fazla. Tek dezavantajım ramazana ramak kalması. Televizyoncular şu ana kadar iftar ve sahur programlarını hazırlayıp sunacak kişileri belirlemişlerdir. Bir diğer handikabım bugüne kadar hiç televizyon tecrübem yok. Bunu da -cahil- cesaretimle yeneceğime inanıyorum.

Yapacağım TV programları için bir bedel alacak mıyım? Elbette! Almaz olur muyum.  Her hizmetin bir bedeli olmalı değil mi? Ben orada saatlerce gırtlak patlatacağım. Ne kadar paraya çalışırım konusuna gelince pazarlık yapmam. Şu kadar paraya çalışırım demem. Birinci önceliğim hizmet olmakla beraber kanal sahibinin takdir edeceği para kabulümdür.

Bugüne kadar bana öyle bir teklif geldi mi? Gelmedi. Takdir edersiniz ki böyle bir göreve geç uyandım. Ha benim gibi ramazan programı yapmak için daha önceden plan yapmayıp geciken kanal varsa diyorum. Son ana kadar bekleyeceğim.

Biz Bu Taht Kavgalarından Kurtulamayacak mıyız?

Lise 3.veya 4.sınıfta okurken tarih dersi öğretmeninin dersini dinlemek için okul müdürü dersimize gelmiş, arka sıraya geçip oturmuştu. Konu, yanılmıyorsam Osmanlı'daki Celali İsyanları idi. Öğretmenimiz dersini anlattı. Tecrübeli hocamız -belki de heyecandandır- zilin çalmasına 15 dakika kala konuyu bitirdi. Okul müdürüne "Müdür Bey! Öğrencilere konuşmak ister misiniz" dedi. Müdür, hayır cevabı verdi. Öğretmen bize dönüp konuyla ilgili sorusu olan var mı dedi. Sınıftan tık yok. Öğretmen aynı soruyu birkaç defa daha sordu. Yine kalkan parmak olmadı. Öğretmen ayakta, biz öğrenciler sessizce bekliyoruz. Arkamda oturan müdür de oturuyor, kalkıp gitmiyor. Niye gitmiyorsa? Herkes sessiz sessiz bekliyor. Vakit de geçmek bilmiyor. Öğretmen kızardı, bozardı. Yüzümüze bakıyor, haydin bir soru sorun dercesine. Baktım olmayacak, parmak kaldırma ve soru sorma adetim olmamasına rağmen parmak kaldırdım.  Niyetim hocamızı içine düştüğü durumdan kurtarmaktı. Hocamızın gözleri güldü: Buyur Ramazan dedi. Hocam! Celâli İsyanlarından öte tarihimizin geneli üzerinden bir soru sormak istiyorum. Bizim Türk tarihinde genelde kardeş ve taht kavgaları olmuş. Kim zaman birbirleriyle savaşmaya kadar gitmiş. Düşmandan ziyade kendi devletlerimizi biz zayıflatmış hatta yıkmışız. Yıkmışız yerine bir başka isimle yeni devletler kurmuşuz. Hatta taht kavgalarının önüne geçmek için Osmanlı'da kardeş katline fetva bile verilmiş. Türklerdeki bu iktidar olma mücadelesinin önüne geçilemedi. Bu da bizim gücümüzü zayıflattı. Bizim kendimize verdiğimiz zararı düşman vermemiştir. Bu konuda ne dersiniz dedim. Bundan sonra hocamız zil çalıncaya kadar soruma cevap vermeye çalıştı. Dersi böylece bitirdik. Maksat böylece hasıl oldu.

Şimdi gelelm sadede... Sahi bizdeki bu kanlı taht kavgalarının ne kadarı diğer devlet ve milletlerde vardır? Herhalde bu konuda rekor bizim Türk tarihindedir. Hele Ankara Savaşın'da Timur'a yenilip esir düşen Yıldırım Bayezit'ten sonra Bayezit'in oğulları arasında süren taht savaşı dillere destandır. Kardeşler birbirlerine galip gelmek için gerekirse Bizans ile işbirliği yapma yoluna bile gitmişler. On bir yıl süren bu taht kavgasının sonunda Çelebi Mehmet devletin birliğini sağlayabilmiştir. Diğer kardeşleri çarpışmalarda ölmeseydi devletin birliği sağlanamayacak, belki de devlet Fetret Devri ile birlikte sona erecekti.

Diyelim ki Osmanlı ve önceki Türk devletlerinde babadan okula geçen bir saltanat vardı. Padişah vefat edince oğullar arasında devlet paylaşamıyordu. Günümüzde durum farklı mı? Güya demokrasi ile yönetiliyor. Her ne kadar seçimle iş başına gelinse de partilerin yetkili kurulları olsa da parti liderleri partilerinin tek hakimi. Bir nevi padişahlık yaptıkları. Seçimlere gidiyoruz. Rakiplerimizi düşman gibi görüyoruz. Kırıp geçiriyoruz. Sadece bununla kalsa iyi. İktidar oluyoruz. Bu sefer ülkeyi yönetmede aynı partinin insanları kendi aralarında iktidar mücadelesi veriyor. Merak ediyorum, bu iktidar kavgası kime zarar verir? Taraflar hiç mi tarih okuyup ibret almazlar? Herhalde en büyük zararı kendilerine, partilerine ve ülkeye vermiş olurlar. Bı mücadelenin sonu hayra alamet değil bilesiniz. Demek ki tipik Doğu toplumu olmaya devam ediyoruz. Dün kardeşler arasında oluyordu bu kavga. Bugün aynı iklimden beslenen, aynı kitleye hitap edenler kendi arasında mücadele ediyor. Yazık ki ne yazık! Unutmasınlar ki bu kavganın kazananı olmaz. Çünkü bu mücadele, elleriyle rakiplerini iktidara getirme sonucunu doğurur. 

3 Mayıs 2019 Cuma

Ramazan Kendimize Çekidüzen Vermemizin Miladı Olsun *

Müslümanlar on bir ayın sultanı ramazan ayını ihyaya hazırlanıyor. Pazar akşamı kalkılacak sahurla beraber oruca başlanacak. 29 gün boyunca imsaktan iftara kadar yemeye ve içmeye ara vereceğiz. Başta oruç olmak üzere namaz kılmaya, Kur'an'ı Kerim okumaya ve dinlemeye, hayır ve hasenat yapmak gibi ibadetlere ağırlık vereceğiz.

Konya için oruca başlama vakti ilk gün 04.09'da başlıyor, 19.51'e kadar sürüyor. Son gün 03.38'de başlayan imsak, 20.13'de sona eriyor. Bu demektir ki ilk gün 15 saat 40 dakika oruç tutarken ramazanın son günü 16 saat 35 dakika oruç tutacağız. 

Kolay mı oruç tutmak? Zor olmaya zor ama imkansız değil. Yeter ki kendimizi oruç tutmaya hazırlayalım. İrademizi ortaya koyup oruç tutmaya başlayınca değil 16 saat, 20 saat bile tutarız. Çünkü bu işler irade ve inanç meselesi. Konu inanç olunca imsak ve iftarın arasındaki makasın açıklığı azim sahibi için teferruat olur, vız gelir.  Allah mutlaka bir kolaylık veriyor. İnşallah birkaç yıldır tuttuğumuz oruçlu günlerde olduğu gibi bu oruç ayında da havalar serin gider. Temennimiz bu yönde. 

Oruç tutan ve tutmayı kafaya koyanlar için uzun günlerde oruç tutmak ve havanın sıcaklığı bir şey ifade etmiyor. Çünkü bu tipler her halükarda "iman ettik ve itaat ettik" ayetine boyun eğmiş kişiler. Oruç tutmayı düşünmeyenlere de diyecek bir şey yok. Çünkü oruçta gözü yoktur bu tiplerin. İstersen çocuk orucu tutmakla yükümlü olsun bunlar. Yine de oruç tutmazlar. Burada mevzubahis etmemiz gereken üçüncü bir grup daha var. Bunlar orucun önemini biliyor, oruç tutması gerektiğinin farkında. Fakat işini gerekçe göstererek acaba dayanabilir miyim, işimi aksatır mıyım? Acaba sonra mı tutsam ikilemi yaşayan kesimdir. Hele bir de sigara içiyorsa "içmezsem sinirlenirim" bahanesinin arkasına sığınırlar. Eğer böyle bir düşünceye sahip olan var ve tutayım mı, tutmayayım mı ikilemi yaşıyorsa oruç tutmamasını hiç tavsiye etmem. Demir tavında dövülür. Sonraya bırakılan oruç dona kalır, tutulmaz. Sonra tutulsa bile hiçbir oruç, gününde tutulan orucun yerini tutmaz. Ayrıca en güzel ve kolay oruç herkesle birlikte tutulan oruçtur. Yine de kendileri bilirler ama bu tipler şeytana malzeme verirlerse şeytan, kolay kolay peşlerini bırakmaz. Etrafında döner durur. Alttan girer, üstten çıkar ve  “Nasıl tutacaksın? Sen oruç tutmayı kolay mı sanırsın? Sen iyisi sonra tut” der durur.

Biz tutana niçin oruç tutuyorsun demiyorsak oruç tutmayana da niçin tutmuyorsun deme durumumuz yok. Tutan da kendisine tutar, tutmayan da. Burada değinmek istediğim husus ramazan boyunca yapacağımız ibadetlerin huyumuzu güzelleştirmesidir. Huyumuz da sorun yok diyorsak buna eyvallah derim. Şayet yaşantımızda sorun var, inancımıza ters ahlaki davranışlar sergiliyorsak ramazanı bir fırsat bilmemizde ve kendimize çekidüzen vermemizde fayda var. Her ne kadar ramazan bir ibadet ayı ise de ibadetlerden maksat yaşantımıza bir yön vermesidir. Çünkü Allah’ın başta oruç tutmak olmak üzere okuduğumuz Kur’an’a ve kıldığımız namaza ihtiyacı yok. Bu yaptıklarımızın kendimize bir faydasının olması murat edilmektedir. Oruç, bize sabrı öğretmek suretiyle nefsimize hakim olmayı, kötü söz söylememeyi, aç ve susuzun halini anlamamıza katkı sunmaktadır. Namaz ise bizi hayasızlık ve kötülüklerden alıkoyması lazım. Okuduğumuz Kur’an ise anladığımızı yaşantımıza uygulamamız içindir.

Bir ay boyunca yapacağımız ibadetleri amacına hizmet edecek şekilde yerine getirir, üzerine bir on bir gün daha eklersek 40 gün boyunca elde ettiğimiz güzel huylar hayatımız boyunca bizde süreklilik arz edebilir. Çünkü bir davranışı 21 gün boyunca yapmak o davranışın alışkanlık haline gelmesi için yeterli olduğu söylenmektedir. Bu davranışı kırk gün boyunca devam ettirirsek o davranış ruhumuza işler ve bir daha kolay kolay bırakılmazmış. Ramazan sadece vücudumuza değil, ruhumuza da işlesin inşallah! Feyzinden yararlanmak suretiyle ramazanın hepimize hayırlar getirmesini temenni ediyorum.

*06.05.2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

2 Mayıs 2019 Perşembe

Kapıları Açan veya Aralayan Bir Üslup ***


Bir insan deruhte ettiği işinde çok yetenekli olmayabilir, başarılı da olmayabilir, zaman zaman hatalı ve yanlış işlere imza atabilir. Bilerek veya bilmeyerek birilerini üzebilir. Kişi kendisini yenileyerek ve geliştirerek bunların hepsinin üstesinden gelebilir. Telafisi olmayan ve kolay kolay unutulmayan bir yön vardır ki bu, üsluptur. 

Üslup iki çeşittir: Sert, katı, kaba olanı, diğeri de yumuşak, nazik ve kibar olanıdır. Aslında sert, katı ve kaba üslup tasvip edilen ve tavsiye edilen bir davranış değildir. Kişileri etrafından uzaklaştırır. Çünkü bu üslubun sınırı yoktur. İnsanları kırar, üzer, incitir, yerin dibine geçirir. İletişimi bitirir, anlaşma ve bir araya gelme yollarını kapatır. Nazik, kibar ve yumuşak üslup ise gönülleri fetheder. Düşmanınla bile iletişimi kesmemiş olursun. Bu üslup nezaket kurallarının olmazsa olmazıdır. Bu, nebevi tebliğin belki de en başta gelenidir. Peygamberlerde olması gereken bir özelliktir. Kur'an'ı Kerim'de "kavli leyyin" yani yumuşak söz şeklinde ifade edilir. Bir başka ayette "Rabbinin yoluna güzel hikmetle çağır, onlarla en güzel şekilde mücadele et" buyrulur. Yine Kur'an'ı Kerim'de bize her yönüyle örnek sunulan Hz Muhammed'e Allah, "Allah'tan gelen bir rahmetle sen onlara yumuşak davrandın. Şayet sert, katı ve kaba davranmış olsaydın etrafından dağılıp giderlerdi. Onları affet, onlar için bağışlanma dile ve işlerinde onlarla istişare et" buyurur. 

Yumuşak üslup sadece formda ve keyfimiz yerinde olduğu zaman başvurulacak bir yöntem olmadığı gibi sadece değer verdiğimiz, hoşlandığımız kişilere karşı kullanmamız gereken bir metot değildir. Firavun gibi zalim, halkına zulüm eden ve Allahlık iddiasında bulunan birine sinirli yönü baskın olan Hz Musa'yı gönderirken Allah, Musa ve kardeşi Harun'a hitaben "Ona karşı yumuşak bir söz söyleyin; belki öğüt alır yahut korkar" şeklinde tembihte bulunur. Nedense biz bugün Firavun gibi azılı düşmana karşı Allah'ın layık gördüğü üslubu aynı kıbleye baş koyduğumuz din kardeşlerimizden esirgiyoruz. Öyle kırıcı bir üslup kullanıyoruz ki dostu üzen, düşmanı sevindiren bir üslup. Diyelim ki söz ağızdan bir kere çıkar, geriye döndürme imkanımız yok. Televizyonların canlı yayında verdiği, milyonların izlediği konuşma üslubumuzu haberlerde yeniden verilirken veya banttan izlemek suretiyle "Bu bana yakışmadı" diye  niçin kendimizi sorgulamıyoruz?

Kimse unutmasın ki yumuşak üslup sadece peygamberlere has ve din adamlarının kullanmak zorunda olduğu bir üslup değildir. İnsanların içinde yaşayan, bir amme hizmeti yürüten özellikle siyaset yapan herkesi bağlar. Söz var, iş bitirir; söz var, baş yitirir. Biz iş bitiren söze sarılalım. Öyle söz söyleyelim ki sözümüzün tatlılığından yılanı deliğinden çıkaralım. Gönüllerde taht kuralım. Öyle bir üslup kullanalım ki kapıları kapatan değil, kapıları aralayan veya açan bir üslup olsun. Aksi insanları bizden uzaklaştırır. Bu da öyle zannediyorum istenen bir durum değildir.

***04/05/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


1 Mayıs 2019 Çarşamba

Hz Adem'in Yolundan Gidenlere Selam Olsun! *

Ortak noktaları çok, aynı zihniyete sahip insanlar, aralarına bir kırgınlık girdi mi kolay kolay bir araya gelemiyorlar. Aralarında kan davası mı var yoksa bir namus meselesi mi var? Bunlar da olmadığına göre sorunu çözmek için bir araya gelmemelerinin sebebi ne olabilir?

Bu tip insanların iç hallerini bilme imkanımız yok ama zannı galip ile aklıma geleni yazacağım burada. Bunları bir araya getirmeyen kibir olsa gerek. Başka da aklıma bir şey gelmiyor. Kibir öyle bir şey ki kişileri bir araya getirmez. Allah Teala ilk insan Adem'e yer verirken beraberinde İblis'i de konu edinir. Gerçeği bilmesine rağmen İblis'i Adem'e yaklaştırmayan İblis'teki kibirdir. Bu ahlaki zaafı basite almayalım. İnsanın gözünü perdeler, feraset ve basiretini bağlar. Kişinin kendisiyle yüzleşmesinin önüne geçer. Vicdanının sesine kulak verdirmez. Vicdanını rahatlatmak için önüne bol bol mazeret, gerekçe, bahane koyar. Aslında bu vicdanı rahatlatmak değil, egoyu tatmin etmektir: "Sen haklısın, o haksızdır. Asla taviz verme. O, senin karşına tıpış tıpış gelecek. Çünkü o şu yanlışı yaptı. Sen doğru yoldasın" dedirtir.

Kibir insanın başına büyük gaileler açan öyle bir beladır ki insana kendisinde kibir olduğunu bile belli ettirmez. Çok sinsidir. Bazı insanların kibri yüzünden, yürüyüşünden, hal ve hareketinden belli olurken bazılarında kibir gizlidir. Tevazuunun içinde saklıdır. Kişi kibirli olduğunu, kibrin kendisini esir aldığını bile bilemez. Kendisini tevazu sahibi sanır. İnsanı yiyip bitiren, etrafıyla arasını açan, kişiye "benim ben" dedirten, kişiye kendisi olmasını engelleyen kibrin tehlikesine Allah, sadece Adem-İblis olayında değinmez. Diğer ayetlerde de büyüklenmeyin, kibirlenmeyin der durur. Yine de insanoğlu bu ayetlerden kendisine bir pay çıkarmaz. Yeter ki insanın içinde kökleşmiş olsun. Bazen sinirlenince bazen gerilince bazen duygusallaşınca, bazen onuruna dokununca ortaya çıkar. Böylesi durumlarda insan kibre kapıldığının farkına bile varamaz. Özellikle kendisini haklı gördüğü anlarda bu kibir kendisini bir türlü bırakmaz.

Hasılı insan kırdığı, kırıldığı dostlarına adım atmak, onlara zeytin dalı uzatmak istiyorsa ilk önce kibrini tetikleyen nefsini ayaklar altına alması gerekiyor. Bunu yapamadığı takdirde kendisiyle yüzleşemez, dostlarından özür dileyemez, gönül alamaz. Burnunun dikine gitmeye devam eder. Halbuki savunduğunda haklı olsa bile "Aslında ben hatalıydım" deyip adım atması kişiyi adam yapar. Adem de böyle yaparak kendisiyle yüzleşti, ipten döndü, adam oldu. Kendisiyle yüzleşemeyen, burnundan kıl aldırmayan bilerek veya bilmeyerek İblis'in yolunu takip eder.

Allah hatasıyla yüzleşen, yüzleşirken suçu başkasına atmayan ve derinden bir özür dileyen, özür dilerken nefsini ve kibrini ayaklar altına alan, bunun karşılığında affedilip peygamber olan Adem'in yolundan gidenlere selam olsun!

*24/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.