4 Mayıs 2019 Cumartesi

Biz Bu Taht Kavgalarından Kurtulamayacak mıyız?

Lise 3.veya 4.sınıfta okurken tarih dersi öğretmeninin dersini dinlemek için okul müdürü dersimize gelmiş, arka sıraya geçip oturmuştu. Konu, yanılmıyorsam Osmanlı'daki Celali İsyanları idi. Öğretmenimiz dersini anlattı. Tecrübeli hocamız -belki de heyecandandır- zilin çalmasına 15 dakika kala konuyu bitirdi. Okul müdürüne "Müdür Bey! Öğrencilere konuşmak ister misiniz" dedi. Müdür, hayır cevabı verdi. Öğretmen bize dönüp konuyla ilgili sorusu olan var mı dedi. Sınıftan tık yok. Öğretmen aynı soruyu birkaç defa daha sordu. Yine kalkan parmak olmadı. Öğretmen ayakta, biz öğrenciler sessizce bekliyoruz. Arkamda oturan müdür de oturuyor, kalkıp gitmiyor. Niye gitmiyorsa? Herkes sessiz sessiz bekliyor. Vakit de geçmek bilmiyor. Öğretmen kızardı, bozardı. Yüzümüze bakıyor, haydin bir soru sorun dercesine. Baktım olmayacak, parmak kaldırma ve soru sorma adetim olmamasına rağmen parmak kaldırdım.  Niyetim hocamızı içine düştüğü durumdan kurtarmaktı. Hocamızın gözleri güldü: Buyur Ramazan dedi. Hocam! Celâli İsyanlarından öte tarihimizin geneli üzerinden bir soru sormak istiyorum. Bizim Türk tarihinde genelde kardeş ve taht kavgaları olmuş. Kim zaman birbirleriyle savaşmaya kadar gitmiş. Düşmandan ziyade kendi devletlerimizi biz zayıflatmış hatta yıkmışız. Yıkmışız yerine bir başka isimle yeni devletler kurmuşuz. Hatta taht kavgalarının önüne geçmek için Osmanlı'da kardeş katline fetva bile verilmiş. Türklerdeki bu iktidar olma mücadelesinin önüne geçilemedi. Bu da bizim gücümüzü zayıflattı. Bizim kendimize verdiğimiz zararı düşman vermemiştir. Bu konuda ne dersiniz dedim. Bundan sonra hocamız zil çalıncaya kadar soruma cevap vermeye çalıştı. Dersi böylece bitirdik. Maksat böylece hasıl oldu.

Şimdi gelelm sadede... Sahi bizdeki bu kanlı taht kavgalarının ne kadarı diğer devlet ve milletlerde vardır? Herhalde bu konuda rekor bizim Türk tarihindedir. Hele Ankara Savaşın'da Timur'a yenilip esir düşen Yıldırım Bayezit'ten sonra Bayezit'in oğulları arasında süren taht savaşı dillere destandır. Kardeşler birbirlerine galip gelmek için gerekirse Bizans ile işbirliği yapma yoluna bile gitmişler. On bir yıl süren bu taht kavgasının sonunda Çelebi Mehmet devletin birliğini sağlayabilmiştir. Diğer kardeşleri çarpışmalarda ölmeseydi devletin birliği sağlanamayacak, belki de devlet Fetret Devri ile birlikte sona erecekti.

Diyelim ki Osmanlı ve önceki Türk devletlerinde babadan okula geçen bir saltanat vardı. Padişah vefat edince oğullar arasında devlet paylaşamıyordu. Günümüzde durum farklı mı? Güya demokrasi ile yönetiliyor. Her ne kadar seçimle iş başına gelinse de partilerin yetkili kurulları olsa da parti liderleri partilerinin tek hakimi. Bir nevi padişahlık yaptıkları. Seçimlere gidiyoruz. Rakiplerimizi düşman gibi görüyoruz. Kırıp geçiriyoruz. Sadece bununla kalsa iyi. İktidar oluyoruz. Bu sefer ülkeyi yönetmede aynı partinin insanları kendi aralarında iktidar mücadelesi veriyor. Merak ediyorum, bu iktidar kavgası kime zarar verir? Taraflar hiç mi tarih okuyup ibret almazlar? Herhalde en büyük zararı kendilerine, partilerine ve ülkeye vermiş olurlar. Bı mücadelenin sonu hayra alamet değil bilesiniz. Demek ki tipik Doğu toplumu olmaya devam ediyoruz. Dün kardeşler arasında oluyordu bu kavga. Bugün aynı iklimden beslenen, aynı kitleye hitap edenler kendi arasında mücadele ediyor. Yazık ki ne yazık! Unutmasınlar ki bu kavganın kazananı olmaz. Çünkü bu mücadele, elleriyle rakiplerini iktidara getirme sonucunu doğurur. 

3 Mayıs 2019 Cuma

Ramazan Kendimize Çekidüzen Vermemizin Miladı Olsun *


Müslümanlar on bir ayın sultanı ramazan ayını ihyaya hazırlanıyor. Pazar akşamı kalkılacak sahurla beraber oruca başlanacak. 29 gün boyunca imsaktan iftara kadar yemeye ve içmeye ara vereceğiz. Başta oruç olmak üzere namaz kılmaya, Kur'an'ı Kerim okumaya ve dinlemeye, hayır ve hasenat yapmak gibi ibadetlere ağırlık vereceğiz.

Konya için oruca başlama vakti ilk gün 04.09'da başlıyor, 19.51'e kadar sürüyor. Son gün 03.38'de başlayan imsak, 20.13'de sona eriyor. Bu demektir ki ilk gün 15 saat 40 dakika oruç tutarken ramazanın son günü 16 saat 35 dakika oruç tutacağız. 

Kolay mı oruç tutmak? Zor olmaya zor ama imkansız değil. Yeter ki kendimizi oruç tutmaya hazırlayalım. İrademizi ortaya koyup oruç tutmaya başlayınca değil 16 saat, 20 saat bile tutarız. Çünkü bu işler irade ve inanç meselesi. Konu inanç olunca imsak ve iftarın arasındaki makasın açıklığı azim sahibi için teferruat olur, vız gelir.  Allah mutlaka bir kolaylık veriyor. İnşallah birkaç yıldır tuttuğumuz oruçlu günlerde olduğu gibi bu oruç ayında da havalar serin gider. Temennimiz bu yönde. 

Oruç tutan ve tutmayı kafaya koyanlar için uzun günlerde oruç tutmak ve havanın sıcaklığı bir şey ifade etmiyor. Çünkü bu tipler her halükarda "iman ettik ve itaat ettik" ayetine boyun eğmiş kişiler. Oruç tutmayı düşünmeyenlere de diyecek bir şey yok. Çünkü oruçta gözü yoktur bu tiplerin. İstersen çocuk orucu tutmakla yükümlü olsun bunlar. Yine de oruç tutmazlar. Burada mevzubahis etmemiz gereken üçüncü bir grup daha var. Bunlar orucun önemini biliyor, oruç tutması gerektiğinin farkında. Fakat işini gerekçe göstererek acaba dayanabilir miyim, işimi aksatır mıyım? Acaba sonra mı tutsam ikilemi yaşayan kesimdir. Hele bir de sigara içiyorsa "içmezsem sinirlenirim" bahanesinin arkasına sığınırlar. Eğer böyle bir düşünceye sahip olan var ve tutayım mı, tutmayayım mı ikilemi yaşıyorsa oruç tutmamasını hiç tavsiye etmem. Demir tavında dövülür. Sonraya bırakılan oruç dona kalır, tutulmaz. Sonra tutulsa bile hiçbir oruç, gününde tutulan orucun yerini tutmaz. Ayrıca en güzel ve kolay oruç herkesle birlikte tutulan oruçtur. Yine de kendileri bilirler ama bu tipler şeytana malzeme verirlerse şeytan, kolay kolay peşlerini bırakmaz. Etrafında döner durur. Alttan girer, üstten çıkar ve  “Nasıl tutacaksın? Sen oruç tutmayı kolay mı sanırsın? Sen iyisi sonra tut” der durur.

Biz tutana niçin oruç tutuyorsun demiyorsak oruç tutmayana da niçin tutmuyorsun deme durumumuz yok. Tutan da kendisine tutar, tutmayan da. Burada değinmek istediğim husus ramazan boyunca yapacağımız ibadetlerin huyumuzu güzelleştirmesidir. Huyumuz da sorun yok diyorsak buna eyvallah derim. Şayet yaşantımızda sorun var, inancımıza ters ahlaki davranışlar sergiliyorsak ramazanı bir fırsat bilmemizde ve kendimize çekidüzen vermemizde fayda var. Her ne kadar ramazan bir ibadet ayı ise de ibadetlerden maksat yaşantımıza bir yön vermesidir. Çünkü Allah’ın başta oruç tutmak olmak üzere okuduğumuz Kur’an’a ve kıldığımız namaza ihtiyacı yok. Bu yaptıklarımızın kendimize bir faydasının olması murat edilmektedir. Oruç, bize sabrı öğretmek suretiyle nefsimize hakim olmayı, kötü söz söylememeyi, aç ve susuzun halini anlamamıza katkı sunmaktadır. Namaz ise bizi hayasızlık ve kötülüklerden alıkoyması lazım. Okuduğumuz Kur’an ise anladığımızı yaşantımıza uygulamamız içindir.

Bir ay boyunca yapacağımız ibadetleri amacına hizmet edecek şekilde yerine getirir, üzerine bir on bir gün daha eklersek 40 gün boyunca elde ettiğimiz güzel huylar hayatımız boyunca bizde süreklilik arz edebilir. Çünkü bir davranışı 21 gün boyunca yapmak o davranışın alışkanlık haline gelmesi için yeterli olduğu söylenmektedir. Bu davranışı kırk gün boyunca devam ettirirsek o davranış ruhumuza işler ve bir daha kolay kolay bırakılmazmış. Ramazan sadece vücudumuza değil, ruhumuza da işlesin inşallah! Feyzinden yararlanmak suretiyle ramazanın hepimize hayırlar getirmesini temenni ediyorum.

*06.05.2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

2 Mayıs 2019 Perşembe

Kapıları Açan veya Aralayan Bir Üslup ***


Bir insan deruhte ettiği işinde çok yetenekli olmayabilir, başarılı da olmayabilir, zaman zaman hatalı ve yanlış işlere imza atabilir. Bilerek veya bilmeyerek birilerini üzebilir. Kişi kendisini yenileyerek ve geliştirerek bunların hepsinin üstesinden gelebilir. Telafisi olmayan ve kolay kolay unutulmayan bir yön vardır ki bu, üsluptur. 

Üslup iki çeşittir: Sert, katı, kaba olanı, diğeri de yumuşak, nazik ve kibar olanıdır. Aslında sert, katı ve kaba üslup tasvip edilen ve tavsiye edilen bir davranış değildir. Kişileri etrafından uzaklaştırır. Çünkü bu üslubun sınırı yoktur. İnsanları kırar, üzer, incitir, yerin dibine geçirir. İletişimi bitirir, anlaşma ve bir araya gelme yollarını kapatır. Nazik, kibar ve yumuşak üslup ise gönülleri fetheder. Düşmanınla bile iletişimi kesmemiş olursun. Bu üslup nezaket kurallarının olmazsa olmazıdır. Bu, nebevi tebliğin belki de en başta gelenidir. Peygamberlerde olması gereken bir özelliktir. Kur'an'ı Kerim'de "kavli leyyin" yani yumuşak söz şeklinde ifade edilir. Bir başka ayette "Rabbinin yoluna güzel hikmetle çağır, onlarla en güzel şekilde mücadele et" buyrulur. Yine Kur'an'ı Kerim'de bize her yönüyle örnek sunulan Hz Muhammed'e Allah, "Allah'tan gelen bir rahmetle sen onlara yumuşak davrandın. Şayet sert, katı ve kaba davranmış olsaydın etrafından dağılıp giderlerdi. Onları affet, onlar için bağışlanma dile ve işlerinde onlarla istişare et" buyurur. 

Yumuşak üslup sadece formda ve keyfimiz yerinde olduğu zaman başvurulacak bir yöntem olmadığı gibi sadece değer verdiğimiz, hoşlandığımız kişilere karşı kullanmamız gereken bir metot değildir. Firavun gibi zalim, halkına zulüm eden ve Allahlık iddiasında bulunan birine sinirli yönü baskın olan Hz Musa'yı gönderirken Allah, Musa ve kardeşi Harun'a hitaben "Ona karşı yumuşak bir söz söyleyin; belki öğüt alır yahut korkar" şeklinde tembihte bulunur. Nedense biz bugün Firavun gibi azılı düşmana karşı Allah'ın layık gördüğü üslubu aynı kıbleye baş koyduğumuz din kardeşlerimizden esirgiyoruz. Öyle kırıcı bir üslup kullanıyoruz ki dostu üzen, düşmanı sevindiren bir üslup. Diyelim ki söz ağızdan bir kere çıkar, geriye döndürme imkanımız yok. Televizyonların canlı yayında verdiği, milyonların izlediği konuşma üslubumuzu haberlerde yeniden verilirken veya banttan izlemek suretiyle "Bu bana yakışmadı" diye  niçin kendimizi sorgulamıyoruz?

Kimse unutmasın ki yumuşak üslup sadece peygamberlere has ve din adamlarının kullanmak zorunda olduğu bir üslup değildir. İnsanların içinde yaşayan, bir amme hizmeti yürüten özellikle siyaset yapan herkesi bağlar. Söz var, iş bitirir; söz var, baş yitirir. Biz iş bitiren söze sarılalım. Öyle söz söyleyelim ki sözümüzün tatlılığından yılanı deliğinden çıkaralım. Gönüllerde taht kuralım. Öyle bir üslup kullanalım ki kapıları kapatan değil, kapıları aralayan veya açan bir üslup olsun. Aksi insanları bizden uzaklaştırır. Bu da öyle zannediyorum istenen bir durum değildir.

***04/05/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


1 Mayıs 2019 Çarşamba

Hz Adem'in Yolundan Gidenlere Selam Olsun! *


Ortak noktaları çok, aynı zihniyete sahip insanlar, aralarına bir kırgınlık girdi mi kolay kolay bir araya gelemiyorlar. Aralarında kan davası mı var yoksa bir namus meselesi mi var? Bunlar da olmadığına göre sorunu çözmek için bir araya gelmemelerinin sebebi ne olabilir?

Bu tip insanların iç hallerini bilme imkanımız yok ama zannı galip ile aklıma geleni yazacağım burada. Bunları bir araya getirmeyen kibir olsa gerek. Başka da aklıma bir şey gelmiyor. Kibir öyle bir şey ki kişileri bir araya getirmez. Allah Teala ilk insan Adem'e yer verirken beraberinde İblis'i de konu edinir. Gerçeği bilmesine rağmen İblis'i Adem'e yaklaştırmayan İblis'teki kibirdir. Bu ahlaki zaafı basite almayalım. İnsanın gözünü perdeler, feraset ve basiretini bağlar. Kişinin kendisiyle yüzleşmesinin önüne geçer. Vicdanının sesine kulak verdirmez. Vicdanını rahatlatmak için önüne bol bol mazeret, gerekçe, bahane koyar. Aslında bu vicdanı rahatlatmak değil, egoyu tatmin etmektir: "Sen haklısın, o haksızdır. Asla taviz verme. O, senin karşına tıpış tıpış gelecek. Çünkü o şu yanlışı yaptı. Sen doğru yoldasın" dedirtir.

Kibir insanın başına büyük gaileler açan öyle bir beladır ki insana kendisinde kibir olduğunu bile belli ettirmez. Çok sinsidir. Bazı insanların kibri yüzünden, yürüyüşünden, hal ve hareketinden belli olurken bazılarında kibir gizlidir. Tevazuunun içinde saklıdır. Kişi kibirli olduğunu, kibrin kendisini esir aldığını bile bilemez. Kendisini tevazu sahibi sanır. İnsanı yiyip bitiren, etrafıyla arasını açan, kişiye "benim ben" dedirten, kişiye kendisi olmasını engelleyen kibrin tehlikesine Allah, sadece Adem-İblis olayında değinmez. Diğer ayetlerde de büyüklenmeyin, kibirlenmeyin der durur. Yine de insanoğlu bu ayetlerden kendisine bir pay çıkarmaz. Yeter ki insanın içinde kökleşmiş olsun. Bazen sinirlenince bazen gerilince bazen duygusallaşınca, bazen onuruna dokununca ortaya çıkar. Böylesi durumlarda insan kibre kapıldığının farkına bile varamaz. Özellikle kendisini haklı gördüğü anlarda bu kibir kendisini bir türlü bırakmaz.

Hasılı insan kırdığı, kırıldığı dostlarına adım atmak, onlara zeytin dalı uzatmak istiyorsa ilk önce kibrini tetikleyen nefsini ayaklar altına alması gerekiyor. Bunu yapamadığı takdirde kendisiyle yüzleşemez, dostlarından özür dileyemez, gönül alamaz. Burnunun dikine gitmeye devam eder. Halbuki savunduğunda haklı olsa bile "Aslında ben hatalıydım" deyip adım atması kişiyi adam yapar. Adem de böyle yaparak kendisiyle yüzleşti, ipten döndü, adam oldu. Kendisiyle yüzleşemeyen, burnundan kıl aldırmayan bilerek veya bilmeyerek İblis'in yolunu takip eder.

Allah hatasıyla yüzleşen, yüzleşirken suçu başkasına atmayan ve derinden bir özür dileyen, özür dilerken nefsini ve kibrini ayaklar altına alan, bunun karşılığında affedilip peygamber olan Adem'in yolundan gidenlere selam olsun!

* 24/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Zirve Yolculuğu veya Zirve Yarışı


Kolay olmadı zirveye çıkmak. Mücadelenin her türlüsü verildi. Tırnaklarla kazınarak çıkıldı. Zirvede tutunmak için de az mücadele verilmedi. Birbirimize omuz verilerek rakiplerin her biri ekarte edildi.

Birlikte güzel hizmetler verildi. Halk hizmete doydu. Hizmeti gören halk bir daha bir daha kredi verdi, baş tacı yaptı. 

Tam zirve bizim artık, önümüzdeki tüm engeller kaldırıldı. Biz bizeyiz, hiçbir derdimiz kalmadı derken  biz birbirimize düştük. Bugün hala zirvedeyiz ama uzaklaştık birbirimizden. Ne bir araya gelip konuşabiliyoruz ne de aynı ortamları teneffüs ediyoruz. Meydanlarda veya kamera önlerinde birbirimize ayar vermeye çalışıyoruz, adrese teslim mesaj gönderiyoruz. Zirvedeki, yolda bulduğu menfaat şebekesiyle zirve yürüyüşünü devam ettirmeye çalışıyor. Aşağıda kalan eski ekip ise kırgın ve küs. Ne zirvede kalan ne de zirveden inenler burnundan kıl aldırıyor. Derdin ne senin arkadaş diyen yok. Hepsi bana şu yapıldı, asla affetmeyeceğim havasında. Ne zirvedeki zor durumdayım, patinaj yapıyorum, sağa sola vuruyorum, gelin bir el verin diyor ne de zirveyi terk edenler veya zirveden uzaklaştırılanlar dostumuz zor durumda, taşın altına elimizi koyalım, yettik arkadaşım diyor.

İşin garibi zirve yürüyüşünde meselelerini halledemeyen veya halletmeye yanaşmayan bu kişiler ülkeye ve sevenlerine verdiği zarardan bihaberler.

Nereye varır bu gidişat? En hafifinden zirve yürüyüşü sona erer. Zirve bir başka zihniyete elleriyle teslim edilir. Dostlar arasında meydana gelen yara iyice derinleşir.

Zirveden inişin önüne geçilemez mi? Geçilir elbet. Bunun için öncelikle zirve sahibi ile zirveyi terk edenler bir araya gelmeli. Küskünlük ve dargınlık bir tarafa bırakılmalı. Birlikte bir yol haritası belirlenmeli. Kucaklayıcı bir siyaset izlenmeli. İzledikleri siyasette birbirlerine güven verilmeli.

Bir araya gelme imkanları yoksa yapılacak bir şey var. Daralan ve gittikçe krize dönüşen siyaseti açmak için gerekirse yeni bir parti kurulur. Parti yeni yüzlerle yoluna devam eder. Böyle bir durumda kimse diğerine gönül koymamalı, partimizi böldün dememeli, ihanetle suçlamamalı. Senin yolun sana, benim yolum bana demeli. Yollarına ayrı devam ederlerken geçmişin hatırına birbirlerine saygıyı elden bırakmamalılar.

Bunları kendilerine yakın gören, sempati duyan ve oylarıyla destekleyen üçüncü şahıslara düşen öncelikle güçleri yok olmasın ve güçlerini birleştirsinler ve enerjilerini birleştirsinler diye çabalar. Baktılar olmuyor mu? Yaşanacak varmış demek ki bunda vardır bir hayır demeli. Hayır bunun neresinde demeyin. Ankara Savaşı’ndan sonra Yıldırım Bayezit’in dört oğlu arasında süren taht kavgası on bir yıl sürmüş. Fetret Devri dediğimiz bu dönemin sonunda devleti, Yıldırım’ın oğullarından Çelebi Mehmet yeniden birleştirmiştir. Bakarsınız zirve yolculuğu yapan veya zirve yarışında bizde varız diyenlerden biri güçleri birleştirerek yeniden zirve yürüyüşünü başlatır ve bunda da başarılı olur.


Taşı Toprağı Altın Şehir *


Birçok medeniyet ve imparatorluğa başkentlik yapan, uğruna savaşlar verilen,  Asya’yı-Avrupa’ya bağlayan, yönetmek için kıran kırana mücadele verilen; ticaret, finansın, turizmin ve kültürün başkenti olan; deniziyle, yedi tepesiyle boğazıyla görenlerin hayran kaldığı, görmeye doyamadıkları, ülkeye en fazla katma değer veren, nüfus bakımından Türkiye'nin birinci, dünyanın on beşinci şehri, taşı-toprağı altın, değişimin öncüsü İstanbul, şimdilerde başka türlü anılır oldu:

Gün geçmiyor ki İstanbul'da bir bina çökmemiş, yanındaki diğer binalar yıkılmaya karşı boşaltılmamış olsun. İhata duvarları yıkılıyor. Enkaza dönen binaları canlı yayında izliyoruz. Bazı zamanlarda meydana gelen yıkıntılar nice canlara mezar olurken bazılarında daha önce tedbir alındığı için can kaybı yaşanmıyor. Şükür ki can kaybı yok diyoruz. 

Binalar niçin çöküyor? Bazıları zamanında çürük yapıldığı, bazılarının eskidiği, bazılarının üzerine kaçak katlar çıkıldığı belirtiliyor. Bazılarının çökmesi ise binaların yanına yeni bina yapmak için yapılan hafriyat çalışması sebep gösteriliyor. Açılan çukurlar yanındaki binaları tetikliyor, binaların altındaki toprakları kaydırıyor. Haliyle altı boşalan, hava da kalan bina da tepetaklak yıkılıyor. 

Binaların çökmesine, evlerin çatlamasına, ihata duvarlarının yıkılmasına, her çöküntüde mala veya cana zarar gelmesine alıştık. Şimdi de asfalt yarılıyor, binalar çatlıyor. Sonunda bunu da gördük. Vatandaş evine sağlam raporu verilse de tedirgin olmaya devam ediyor. Gel de bu durumda İstanbul'da yaşa ve gece rahat uyu. Korkuyla yatan kabusla kalkar.

Ne oluyor İstanbul'a? Ardı arkasına çöken binalar ve şimdilerde görülen asfalt yarılması kötü günlerin habercisi mi? Tüm bu olup bitenlerle Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 2017'de söylediği "Biz İstanbul'a ihanet ettik. Bundan ben de sorumluyum" sözünü birleştirince Türkiye'nin kalbi İstanbul'u iyi günler beklemiyor. Aslında yıkılan binaların altında kalan bizim doğruluğumuz, dürüstlüğümüz diye düşünüyorum. Günü kurtaran politikalarımızın sonucu tam bir enkazdır. 

Tüm bu olup bitenlere karşı İstanbul dile gelse ne der bize? Sanki şöyle der: "Bakın Allah'tan korkun! Benim vücudum bu kadar nüfusu, bu kadar yüksek katlı binayı çekmez. Daha da üzerime gelmeyin, sesimi çıkarmıyorum diye bu kadar da üste gelinmez. İnsaf yahu! Bırakın artık bina yapmayı, göç almayı. Benim artık taşım toprağım altın değil. Böyle giderse ben sizin mezarınız olacağım. Bu işi tadında bırakmazsanız benden çekeceğiniz var. Beni bu hale getiren sizin aç gözlülüğünüzdür. Bunun sonu toplu ölümlerdir. Aklınızı başınıza alın, artık bina yapmak için kazmayı vurmayın. Bana nefes aldırmazsanız yarın binleriniz bir nefese hasret kalırsınız. Şu anda size verdiğim bir gözdağıdır, artçı depremdir. Üzerime daha da gelirseniz daha beterlerini bekleyin. Bu da toplu helakiniz demektir. Bana bugüne kadar dert, sıkıntı ve ağır yükten başka bir şey vermediniz. Hep aldınız. Takatim kalmadı. Bundan sonra alma sırası bende..." gibi.

Birinci derece deprem bölgesi olan  İstanbul  daha fazla bu sıkleti çekmez. En iyisi bir zamanlar taşı toprağı altın dediğimiz bu şehir katil şehre dönüşmeden İstanbul'u korumaya alalım. Gönlümüzde ayrı bir yeri olan bu şehre daha fazla kötülük yapmayalım. Unutmayalım ki ihanet eden, ihanetinin bedelini ağır öder.

*04/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Anlamak ve Anlaşılmak mı İstiyorsun?

*Az konuşmayı dene! Biraz da muhatabını dinle. Çünkü çok konuşan hep kendinden verir, bir şey almaz, kendisini geliştirip yenileyemez. Hep yerinde sayar. Bir müddet sonra geriler.
*Muhatabını ve rakiplerini ön yargısız dinle. Doğru, sadece senin söylediklerinden ibaret olmayabilir. Hep saldırı ve savunma gözleri kör eder. 
*Muhatabına değer ver. Zaman zaman dinleme pozisyonu al. Rakibine empati yap. Kimseyi küçümseme. Çünkü Allah küçümseyenleri sevmez.
*Düşmanın bile olsa herkesi muhatap al, iletişimi eksik etme.
*Seninle aynı düşünmeyen görüş sahiplerinin görüşlerine katılmasan bile saygı duy. Bil ki saygı duymak o görüşü kabul ettiğin anlamına gelmez.
*Bin düşün, bir konuş. Ardından icraatın konuşsun. Konuşmanla icraatın örtüşsün.
*Dostlarını artırmayı, düşmanlarını azaltmayı dene.
*Savunduğun fikirlerin kendi içinde bir bütünlük arz etsin. Bir konuda fikrini değiştireceksen "Bu konuda daha önce şöyle düşünüyordum. Bugün o fikrimin yanlış olduğunu anlıyor. Şu anda bu görüşümü şu şekilde revize ediyorum" de.
*Haklı bile olsan her şeye kızıp köpürme. Sükûnet ve soğukkanlılığını koru. Tatlı ve yapıcı dili elden bırakma. Çünkü kızmak ve sinirlenmek sağlıklı düşünmenin önündeki en büyük engeldir.
*Hep nasihat ve ayar vermeyi bırak. Biraz da nasihat almayı dene.
*Baktın ki çok sinirlenip geriliyor, herkesi kırıp geçiriyorsun. Zaman ayır, tatil yapmayı dene. Tatilde kendinle yüzleş.
*Gönül kırmaktan ziyade gönül almayı dene.
*İstişare yolunu hiç terk etme. Kendi başına buyruk olma.
*Çevrende birlikte olduklarına dikkat et. Çevren yüz güldürmüyorsa sen de gülemezsin. Unutma ki bir insan çevresiyle bir bütündür. Çevresine rağmen bir insan tek başına iyi olamaz. Çünkü kişi arkadaşının dini üzeredir. Aynı zamanda kişi, sevdiğiyle beraberdir. Bu yüzden çevre ve ekip önemlidir. Öyle bir çevre edin ki yeri geldiğinde seni ölümüne savunsun, sana kol kanat gersin yeri geldiğinde de seni rahat bir şekilde eleştirebilsin. Böylesi çevren seni mutlu eder, gözün arkada kalmaz. Dersin ki hatamı düzeltecek, haklılığımı savunacak dostlarım var. Şu tip insandan uzak dur: Seni hep övenden, seni hep savunandan, seni hep alkışlayandan, senin hatalarını söylemeyenlerden.
*Rakiplerine konuşma fırsatı ver, konuşmalarını anlamaya çalış. Eleştiriye açık ol. Her eleştiriyi hakaret bilme. Bil ki kendine güvenen eleştiriden korkmaz ve kaçmaz. Her eleştiriden alacağın hisse vardır. Aynı zamanda eleştiri insanları deşarj eder. Sana kin beslemelerin önüne geçer. Bu durumda kuyunu kazmaya çalışanların sayısını azaltmış olursun.
*İyi gününde ve kötü gününde seni satmayacak, seninle bir olmaya devam edecek dostlar edin, bunlarla yola çık. Böylesi dostlar verdiği için Allah'a şükret. Bu tip dostların bir gün tek tek çeker gider, yalnız başına kalırsan nerede hata yaptım diyerek hatanın büyüğünü kendinden bil.
*Çalışma arkadaşlarını akrabalarından seçme. Yanına alarak nimetlerden faydalandırma. Akrabaların bir yere gelecekse tırnaklarıyla kazıyarak gelsin. Sen asla onlara referans olma. Bulunduğun yeri aile saltanatına döndürme. Ailen  çok ehil bile olsa nimetlerden faydalanan en son kesim olsun. 
*Yanında iş verdiklerine hem gelirken hem de giderken öyle değer ver ki ne verdiğin işten dolayı ne de işten alınmasından dolayı onuru zedelensin. 
*Aksi ortaya çıkmadıkça insanlara güven, tedbiri elden bırakma. Herkesi kendin gibi bil. Sen ne kadar iyi isen karşı tarafı da öyle bil. Unutma ki şüphecilik insanı bitirir ve yalnızlaştırır.
*Rakiplerin sana değil, prensip ve doğrularına düşman olsun. Onlarla prensip ve doğruların çerçevesinde mücadele et. Fikirlerin çarpışsın, sen değil. Bil ki siyahım karşısında beyaz ya da beyazın yanında siyah hep olacaktır. Bu, toplumsal bir yasadır. Allah dilemedikçe kimse yok edemez. Rakiplerine doğrularını anlat fakat onları oldukları gibi kabul et.

Bu dediklerimi yaparsan hem anlar hem de anlaşılırsın.