3 Nisan 2019 Çarşamba

Yerel Seçimlerin Galibi Üsluptur***


Genel havaya döndürülen yerel seçimler bitti. Vatandaş söyleyeceğini söyledi. Şimdi herkes var gücüyle seçim sonuçlarını analiz etmeye yöneldi. Gazetemizin başyazarı Uğur Özteke Ağabey de 03/04/2019 günkü köşesinde “KİMSE DOĞRU VE FARKLI YORUM İSTEMİYOR Kİ?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Seçim sonuçlarını değerlendirdiği yazısında Sayın Özteke, kendisine yorum gönderen Murat isimli bir okuyucunun Seçim pazar günüydü. Üzerinden iki gün geçti ama dün sizin yazınız, bu gün de sizin ve Barbaros Ulu'nun yazısı haricinde gazetede seçimle ilgili başka yazan olmadı. Barbaros Ulu da seçime değil seçimin maliyetine değinmiş. Yani şu gazetedeki yazarların seçim analizi yapmaları gerekmez miydi?mesajına yer verdi.

Kendi adıma söyleyeyim, Murat Bey kardeşim serzenişinde haklı. Kaç gün geçmesine rağmen seçim sonuçlarına dair herhangi bir yazı kaleme almadım. Bugün ele alayım, yarın ele alayım derken seçime dair bir şey demedim. Belki de elim varmadı. Ama bu, seçim sonuçlarıyla ilgili hiç yazı kaleme almayacağım anlamına gelmiyor. Ki işimiz bu. Toplumu ilgilendiren ve etkileyen ne varsa bizim alanımıza girer. Murat Beyin attığı taş kafamı yarınca seçime dair yazmak vacip oldu. Murat Bey yazılarımı takip ediyorsa seçim sathı mailine girdiğimiz andan itibaren içime doğmuşçasına seçim sonuçlarını etkileyecek tehlikeli boyutlara işaret etmeye çalıştım ve son hafta hariç onlarca yazı kaleme aldım, gelmekte olan yıkıcı etkiye işaret etmeye çalıştım. Aslında seçim sonuçlarına dair yazılarım seçim öncesi yazdığım yazılarda gizli. (Bakınız: https://www.pusulahaber.com.tr/bu-secim-farkli-sonuclara-gebe-olacak-gibi-9325yy.htm, https://www.pusulahaber.com.tr/secim-sathi-mailinde-ortaya-dokulen-belgeler-9363yy.htm, https://www.pusulahaber.com.tr/dislayici-siyasetin-sonuclari-9382yy.htm, https://www.pusulahaber.com.tr/kendini-anlatmanin-yolu-rakibini-kotulemek-degildir-9392yy.htm, https://www.pusulahaber.com.tr/gonul-siyaseti-9288yy.htm, https://www.pusulahaber.com.tr/basa-kakma-olur-mu-9231yy.htm, https://www.pusulahaber.com.tr/hdppkk-ise-9220yy.htm vs) Maalesef endişelerimde haklı olduğum ortaya çıktı. Keşke çıkmasaydı ama olan oldu. Zamanı geri sardırmak mümkün değil.

Seçimden önce birçok hususa değindim, benden bu kadar demek gibi bir niyetim yok. Sayfam el verdiği, aksi bir gündem olmadığı müddetçe seçim analizlerinde de bulunacağım. Herkesin her alanda uzman kesildiği günümüzde Abdurrahman Çelebi olarak ben de söz söyleyeceğim elbet. Bu uzun girizgahtan sonra seçim sonuçlarına dair kısaca şunları söylemek isterim: (Her bir madde ayrı bir yazı konusu)

*Genel seçimlerde işe yarayan Cumhur İttifakı yerel seçimlerde iktidara faydalı olmamıştır.
*Dışlayıcı siyaset, bir araya gelemezleri bir araya getirmiş, bu da iktidarın aleyhine olmuştur. (Bu başarı, muhalefetten ziyade iktidarın başarısıdır. Kendi topuğuna sıkmıştır.)
*Kürt seçmen, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olumlu tepki verirken Batı’da aday çıkarmayarak Millet İttifakını desteklemiş ve bu seçimde etkin rol oynamıştır.
*Seçmen yeterince sandığa getirilememiştir. 2014 yerel seçimlerinde yüzde 89 olan seçime katılım bu seçimde 83’lere düşmüştür. (24 Haziran 2018’de yapılan genel seçimlerde katılım yüzde 87,5 idi. Yüzde 83 katılımı yüksek görebilirsiniz. Evet yüksek olmaya yüksek. Ama 2014’e göre yüzde 6, 2018’e genel seçimlerine göre ise yüzde 4,5’luk bir seçmen sandığa gelmemiştir. Binde 3’lerle seçimin kazanıldığı şehirler göz önüne alınırsa sandığa gelmeyen seçmen sonucu değiştirmede etkin rol oynamıştır. Bu arada seçime katılım yüzde 80’lerin altına gerileyecek öngörüm tutmamıştır.)
*Gönül Belediyeciliği gönüllere su serpse de yangını söndürmeye yeterli gelmemiştir. Çünkü sloganın içi doldurulamamıştır. Küskün ve kırgın olanlar yanlış yerlerde aranmıştır. Halbuki kırgınlık daha derinlerdedir.
*Çok fazla miting yapmak, çok ekrana çıkmak, tüm ağır topları aday olarak göstermek büyükşehirleri kazanmaya yetmemiştir. Belki de ters tepmiştir.
*Hükümetin bir türlü kabullenmek istemediği ekonomideki sıkıntı büyükşehirlerde etkisini göstermiştir. Bu konudaki sıkıntı soğan ve patatesten ibaret olmadığı halde iktidar taraftarları işi sebze ve tahıl ürünlerine indirgeyerek durumu küçümsedi.
*Yerel seçimin genel seçim havasına sokulması iktidarın aleyhine işlemiştir. Meydanlarda yerel konulardan ziyade genel siyaset konuşulmuştur. Millet İttifakında adaylar ön plana çıkarılırken Cumhur İttifakında lider ön plana çıkmıştır.
*Seçim sathı mailinde ortaya dökülen belgeler seçmen nezdinde manidar bulunmuş ve sonuç rakibe yaramıştır.
*Seçmene rağmen belirlenen adaylar seçmen nezdinde teveccüh görmemiştir.
*07/06/2015 genel seçimlerinden itibaren seçmen iktidara “Benim şakam yok, bak soğuyorum” şeklinde bir şeyler söylemeye çalışmış ama iktidar mesajı aldık demesine rağmen gereğini yapmamış, pansuman tedbirlerle işi kotarmaya çalışmıştır. Giderek azalan ilgiyi ittifaklara sarılarak günü kurtarma yoluna gitmiştir.
*İktidar seçmenin ne istediğini, derdinin ne olduğunu okuyamamıştır. Halkın derdine derman olmaktan ziyade kendi dert edindiğine halkı ortak yapmak istemiştir.

Yazım uzadı ama maalesef değerlendirmem bitmedi. Şimdilik bu genel değerlendirme ile yetineyim. Yazıma son vermeden bana tek cümleyle seçimin galibini veya seçimin sonucuna etki eden sebepleri söyle derseniz, bu seçimin galibi üsluptur. Dışlayıcı, kutuplaştırıcı, ötekileştirici, rakibi kötüleyen, tahkir eden, rakiplerine tepeden bakan ve küçümseyen üslup kaybetmiştir. Hamaset kaybederken soğukkanlı olmak ve rakibe sataşmamak seçimi kazandırmıştır. Sonuç her ne olursa olsun burada dikkate değer olan seçmenin sağduyusudur. Seçmen; Cumhur İttifakını birinci yapmış, Ana Muhalefet’e ise sana büyükşehirleri gönülsüz de olsa veriyorum. Sorumluluk almadan bol keseden atıyordun. İşte sana sorumluluk! Haydi kendini göster. Bakalım becerebilecek misin? Bunu yaparken de büyük çoğunluğun denetiminde olacaksın demiştir. (Beğendin mi Murat Bey yaptığını? Yazı yazmak önemli değil ama bu konu uzun mu uzun. İşte uzun bir yazı. Bundan sonrasını bu yazıyı sığdırmak için çabalayacak gazete yetkilileri düşünsün.)



*** 04/04/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




İki Müdür ya da İki Genel Başkan ***


Bir hikaye okumuştum. Yazıma kaynaklık etmesi için bu hikayeyi aradım, taradım. Maalesef arama motorlarında bulamadım. Hasılı benim hazıra konma işi suya düştü. Aklımda kaldığı kadarıyla hikayeyi yazmaya çalışayım önce. Sonra kıssadan hisse çıkarmaya çalışalım.

Bir fabrikanın müdürü çalışanlar arasında bir iş bölümü yapar, hepsine alanıyla ilgili sorumluluk verir. Her sabah işe geldiğinde işleyişi yerinde izlemek için çalışanları denetler, ardından koltuğuna yaslanarak gazetesini okumaya başlar. Bu durum her gün rutin bu şekilde böyle devam eder. 

Fabrikanın ürettiği malda ve veriminde bir sorun yok. Çünkü fabrika tıkır tıkır işliyor.

Yıllık zam zamanı gelir. Başarılı müdür yönetim kurulundan zam ister. Yönetim kurulu zamma karşı çıkar. Evet fabrika işliyor, kar da ediyor. Ama ortada müdüre zam verecek bir durum söz konusu değil. Çünkü müdürün yaptığı bir iş yok ortada. Odasında oturup gazetesini okumaktan başka bir iş yapmıyor. Üstelik müdürün halen aldığı maaştan daha düşük fiyata çalışacak başka müdürler de vardı. Sonuç olarak müdüre zam vermezler. Bu durum karşısında müdür görevinden istifa eder. 

Yönetim kurulu daha ucuza görev yapacak bir müdür bulur. Yeni müdür işe hızlı girişir. Doğru dürüst odasına gelmeden fabrikanın içinde gününü geçirir. Yönetim kurulu müdürden çok memnun. Çünkü durmadan çalışan, her işe koşuşturan ve her işe karışan çalışkan bir müdürleri var. Üstelik odasında bile oturmuyor. Gazete de okumuyor.

Gel zaman git zaman çalışkan müdüre rağmen fabrikanın verimi düşer, fabrika zarar etmeye başlar. 

Yönetim kurulu anlayamadıkları bu durumu yerinde tespit için fabrikanın içine girer, çalışanları yerinde görmek isterler. Bir makinenin başında bekleyen bir işçinin yanına varırlar. Niçin beklediğini sorarlar. Makinenin arızalandığını, müdürünü beklediğini söyler. Sen arızayı gideremez misin derler. Gideririm, fakat müdürüm bana yetki vermedi. O gelip makineyi tamir edecek der. Kurul üyeleri müdüre bakarlar. Tulumunu giymiş müdür, bir makineden diğerine koşuyor, eli-yüzü kan ter içinde.

Yönetim kurulu fabrikadan çıkarak toplantı odasına geçer. Çalışkan müdürün işine son verir. Zaten bir iş yapmıyor deyip zam vermedikleri eski müdürün kapısını çalarlar. Eski müdüre daha yüksek bir maaş teklif ederek yeniden fabrikanın başına getirirler.

Hikaye burada biter. İki müdürü kıyaslarsak ilk müdür, çalışanları arasında iş bölümü ve sorumluluk veriyor. Kendisi denetim ve rehberlik görevini yapıyor. İkinci müdür, bütün yetki ve sorumlulukları üzerinde topluyor. Her iş kendisinden geçiyor. Çalışanının yapacağı işi de kendisi yapıyor. İlk müdür de fabrika kar ediyor, ikinci müdür de ise zarar ediyor. 

Bu hikayeyi siyasi liderlerimize uygularsak sahaya çıkıp doğru dürüst miting yapmayan, TV kanallarında fazla boy göstermeyen genel başkan kazanıyor, tıpkı fazla iş yapar görünmeyen fabrikanın ilk müdürü gibi. Çünkü parti meclisinin onayından geçen adayları hummalı bir şekilde sahada çalışıyor. Yani sorumluluk ve yetki verdiği adaylar alanda ter döküyor. Diğer genel başkan ise belirlediği adaylardan fazla çalışıyor, ter döküyor. Bir güne sekiz miting sığdırıyor. Akşamında da bir TV kanalına çıkıyor. Yani en fazla miting yapıyor, fazlaca ekranlara çıkıyor. Uyku, dur durak nedir bilmiyor, sürekli koşuşturuyor ama seçimi kaybediyor, tıpkı fabrikanın çok çalışan müdürü gibi.

Sonuç, lider çok çalışan, her işe koşuşturan olmamalı. Yetki ve sorumlulukları ekibine yaymalı. Kendisi az inisiyatif almalı, gözetleyici, denetleyici ve izleyici olmalı. Rehberlik yapmalı. Lider dediğin en önde koşan değil, arka planda yol gösterici ve planlayıcı olmalı.

Umarım kıssadan hisse çıkarılır.



*** 06/04/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


31 Mart 2019 Pazar

"Ey İman Edenler! İman Ediniz…" *


Nisa süresi 136.ayette Allah: "Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine ve peygambere indirdiğine ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Her kim Allah'ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse apaçık bir sapıklık içerisindedir" buyurmaktadır. Ayeti diğer ayetlerden ayıran ve dikkat çeken yönü,  Allah'ın iman eden müminlere iman edin demesidir. Müfessirler bu ayetten ne anladıklarını tefsirlerinde açıklamışlardır. Müfessir değilim. Yarım mürekkep yalamış biriyim. Okudukça beni etkileyen bu ayet üzerine kalem oynatmaya çalışacağım.

Allah bu ayette iman edenleri yeniden imana çağırıyor. Buradaki iman edenlerden kasıt içinden inanmadığı halde dıştan inanmış gibi görünenler olsa gerek. Yani Allah münafıklardan bahsediyor. Münafık kime denir? İçi, dışı bir olmayan. Müslüman mahallesinde Müslüman görünen kişilerdir bunlar. Müslüman’mış gibi görünüp kafirlerle iş tutanlardır. Pirincin içindeki beyaz taştır bunlar. Yerken ayırt edemezsen dişini kırar. Peygamberimiz bunların üç özelliğinden bahseder:
1.Konuştuğu zaman yalan konuşur,
2.Söz verir, sözünde durmaz,
3.Kendisine bir şey emanet ettiğin zaman emanete ihanet eder.
Bu tip münafıklığı alimlerimiz itikadi münafıklık olarak görür. Kafirlerden daha beter olarak değerlendirir. Bir başka tip daha vardır ki bunlara da amelde münafık denmektedir. Bu tiplerin inancı var, fakat bu inançları pratiğe dönüşmüyor. Bugün itikadi münafıklıktan ziyade amelde münafıklığı ele almamız gerekir diye düşünüyorum. Çünkü inancını fiiliyata geçirmeyen insanımızın sayısı inancına göre yaşayanlardan daha fazladır.

Ayette Allah'ın iman etmiş görünenleri yeniden Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe imana çağırdığını dikkate alırsak ayetten kastedilen münafıklığın itikadi münafıklık olduğu anlaşılır. Çünkü Allah burada iman esaslarını saymıştır. Biz bu tipleri samimiyetsiz olarak değerlendirebiliriz. Çünkü din, her şeyden önce samimiyettir. Samimiyetin olmadığı yerde din olmaz.

Şimdi bu ayetten hareketle günümüzde  çoğunluğu oluşturan ameli münafıklara bir pay çıkarabilir miyiz? Yani inandığı gibi yaşamayan bizleri de Allah yeniden Müslüman olmaya çağırmış olabilir mi? Niye olmasın? Çünkü Allah bu ayette Müslüman görünümlü münafıkların samimiyetini sorgulamaktadır. Din samimiyet olduğuna göre bu samimiyet hem inançta hem de amelde olmalıdır. Maalesef bugün inandığını söylediği halde bu inancını pratiğe dökemeyen başta ben olmak üzere o kadar insanımız var ki dilimizle vücudumuz ayrı tellerden çalmaktadır. Mademki samimiyet sınavına tabi tutuluyoruz. O halde ha inançta münafık olmuşuz ha amelde münafık olmuşuz. Ne fark eder?

Anlatmak istediğim uzuvlarımız amel etmiyor. Uzuvlarla amel denince hem Allah'a karşı yapmamız gereken görevlerimiz var hem de kullarına karşı. Allah'a karşı görevlerimiz deyince namaz, oruç gibi ibadetler akla gelirken kullarına karşı görevlerimiz ise toplumsal barışı zedeleyen her türlü davranış ve tasarrufumuz akla gelir. Bugün Müslümanların çoğunda hem Allah'a karşı kulluk görevlerimizi yerine getirmede hem de kullarına karşı yerine getirmemiz gerekenler de ihmallerimiz büyüktür. Dini yaşamada bir çıkmazın içerisindeyiz. Dilimiz ne güzel ayet, hadis okuyor, Müslümanlığı kimseye kaptırmıyoruz. Ama uygulamamız tam tersi olabiliyor. Allah adil ol diyor ama biz bir hakkı tam teslim etmek için çaba sarf etmiyoruz. Tek başına bu örnek bile içinde bulunduğumuz içler acısı durumu anlatmaya yeter.

Gönül ister ki hem itikatta hem amelde Müslüman olalım, dinimizin emrettiği şekilde dini samimiyetle hayatımıza yansıtalım, insanlara iyi örnek olalım. Bunun için çok bir şey yapmamıza gerek yok. Yapacağımız tek şey dilimizin söylediğini pratiğe dökmek. Allah bizleri böylelerinden eylesin.

*12/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



"Atıyorum" *


Son yıllarda çocuğumuzun, gencimizin ve orta yaşlı insanımızın dilinden düşürmediği tek kelimelik bir söz var: “Atıyorum.” Bu kelime neredeyse moda oldu. Elbisenin modası olur da kelimelerin modası olmaz mı? Önüne gelen kullanıyor bu kelimeyi şimdi. 

Çoğu kimseden duya duya kanıksadığım "atıyorum" kelimesini ilk duyduğumda ne atacak acaba? Atma, ne olur diyesim gelirdi. Bugün bu kelimeye alışsam da hala kulağımı tırmalıyor. Nedense bu kelimeye alışamadım gitti. 

Hepiniz bilirsiniz bu sözün anlamını. Çünkü benim duyduğum gibi siz de çokça duymuşsunuzdur. Yine de sevmediğim bu kelime ne anlama geliyor? Önce onu açıklayayım. Atıyorum: "Gerçek değil ama örnek olsun diye söylüyorum" anlamına geliyormuş. TDK bu sözü argo olarak kabul etmiş ve "Varsayımlı örnek veriyorum" anlamında kullanılan bir söz demiş.

Anlayacağınız düne gelinceye kadar atıyorum yerine "Mesela...misal vermek istiyorum...örnek...örneğin...faraza...farzı muhal...farz edelim ki" diyorduk. Bugün ön plana atıyorum çıktı. Neyi vardı bu söz ve kelimelerin de şimdi "atıyorum" denmeye başlandı, anlamış değilim. Bereket, TDK bu söze sahip çıkmamış, argo demiş. 

Her duyuşumda kulağımı tırmalayan bu sözü ilk önce kim kullanmışsa iyi yapmamış. “Atıyorum” diyen birisini görünce adı üzerinde atacak diyorum. Atanı da, atmasyonu da sevmiyorum. Çünkü söz bana çok itici geliyor. Her ne kadar bu söz örnek vermek anlamında kullanılsa da örneğin, misalin ve meselanın yerini tam tuttuğunu söyleyemem. Misalde konunun anlaşılması için örnekleme yoluna gidilirken meramın tam anlaşılması murat edilmektedir. Atıyorum, adı üstünde atmaktır, hem de işkembeyi kübradan atmak.

Dilimize geçmiş, anladığım ve anlaştığım her bir kelimeye eyvallah diyorum. Kelime ister Arapçadan, ister Farsçadan, ister Fransızcadan geçmiş olsun hiçbirine karşı bir önyargım yok. Yeri geldiği zaman kullanırım da. Nedense "atıyorum"a için ısınmadı. Bu sözü duydukça güzel Türkçem birilerinin elinde katlediliyor diyorum. Öyle ya, insanın katli olur da bir dilin katli olamaz mı? Bir an için yerine kullanılacak bir sözümüz, kelimemiz olmasa eh diyeceğim, ben de atacağım. Ama yukarıda bahsettim. Dilimize mal olmuş o kadar kelime ve söz varken atıyorum demeyi, söyleyenin kastı olmasa da içime sindiremiyorum ve nerede atıyorum diyen olsa atma diye aklıma geliyor. Örnek vermek istiyorum diyen kişi için bu adam yalan söylüyor demiyorum. Ama atıyorum diyene yalancı diyesim geliyor. Belki de bu yüzden "Atma Recep! Din kardeşiyiz" diyoruz.

Ne diyelim, örnek, misal, mesela, faraza gibi alternatif güzel kelimelerimiz varken atıyorum diyenlerin dillerini eşek arıları soksun. 

Son söz “atıyorum”, ”atma Recep! Din kardeşiyiz.” Çünkü atmalara karnımız tok. Siz en iyisi örnek verin. Hem böylece atmamış olursunuz.

*22/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

30 Mart 2019 Cumartesi

Çocuklarına Saçını Süpürge Eden Anneler

TRT1 kanalında gündüz kuşağında yayımlanan "Aileler Yarışıyor" diye bir program var.  Genelde ailelerden oluşan iki grup yarıştırılıyor programda. Yüz kişiye sorulan sorulardan en popüler cevapları bulmaya çalışıyor aileler.

Güldüren ve eğlendiren bu programı, evde olduğum zamanlarda denk gelirse izlerim. İzlediğim bir bölümde sunucu "Yüz kişiye su iç dedikleri bir durumu sorduk, altı popüler cevap aldık" dedi. Düğmeye ilk basan gruptan cevaplar alınmaya başlandı. Burada niyetim bu programı anlatmak değil, verilen bir cevabı irdelemek ve sonucunda da bir yere varmak istiyorum. Yanında annesi olan 20-25 yaşlarındaki kız çocuğu "Susadığım zaman anneme susadım derim. Annem de su iç, der ve bana su getirir, dedi. Ardından annesi söz alarak kızının verdiği bu cevabı açıklamaya çalıştı: Kızım su ister, ben de kalkar su veririm" dedi.

Nasıl, cevabı ve açıklamayı beğendiniz mi? Eğer beğendi iseniz benzerini çokça yaşadığımız durumu iyice özümsemişiz demektir. Bu durumda yaşı kaç olursa olsun, anne olarak çocuğunuza su vermeye devam edeceksiniz. Herhalde çoğunuz, kızın verdiği "Annemden su isterim" cevabını garipsemişsinizdir. Ki öyle de olması lazım. Çünkü suyu annesinden isteyen üç-beş yaşında bakıma muhtaç bir çocuk değil, evlilik çağı gelmiş;  belki de evli, koca bir kız çocuğu. Bu yaşta kızı su istiyor, annesi de kalkıp ona su getiriyor ve bunu anne-kız ekran karşısında milyonlara normal bir şeymiş gibi anlatıyor. Sunucu da "Kızım sen bu yaşta hala annenden su mu istiyorsun demediğine göre sunucu da bu durumu kanıksamış görünüyor.

Benzerini çokça gördüğümüz bu durum biz büyüklere "Biz nasıl bir nesil yetiştiriyoruz" sorusunu sordurması lazım. Size basit bir şeymiş gibi gelebilir ama bence bu anekdot basite alınacak bir durum değil. Yemeden yedirdiğimiz, içmeden içirdiğimiz, giymeden giydirdiğimiz, bir dediğini iki etmediğimiz bir neslin geldiği nokta. Annemizi, babamızı sanki bir hizmetlimiz gibi kullanmaya devam ediyoruz. Ben burada bu kız çocuğuna kızmıyorum. Çünkü ailesi onu böyle alıştırdı. Burada sorgulamamız gereken bizim çocuk yetiştirme tarzımız. Bizim bu tarzımıza korumacı aile anlayışımız denebilir.

Öyle değil miyiz? Ta küçüklükten başladık onlara hizmet etmeye. Düştü. Kendi kalksın demedik, kaldırdık. İstedi. Evde var veya imkanımız yok demedik, gidip aldık. Yemeği biz yaptık. O oturdu, yedi. Ardından sofrayı biz kaldırdık. Ne sıkıntısı varsa koştuk. Kendi yapabileceğini bile biz yaptık.  Çünkü biz çektik, çocuğumuz çekmeyecekti.

Evlendirdik. Yine biz imdadına koşuyoruz. Niye koşmayalım ki! Hayatı boyunca onlara sorumluluk vermedik; el bebek, gül bebek yetiştirdik. Saçımızı süpürge ettik. Kendi kendine hayatta pişsin, ayakları üzerinde dursun demedik. Böyle yetiştirdiğimiz birisini evlendikten sonra da koruyup kollayacağız. Yeri geldi mi evini temizleyeceğiz, yeri geldi mi yemeğini yapacağız. Çünkü hem çocuğumuz çalışıyor hem de bilmiyor bunları. O halde iş başa düşünce çocuğumuzun arkasını toplamaya devam edeceğiz. Bilmemesi ayıp değil. İsterse öğrenebilir. Ama uçan kuştan koruduğumuz çocuğumuz çok yoruluyor. O halde biz yapmalıyız onun yapması gerekeni. Zaten çocuklarımız ve onların mutluluğu için yaşamıyor muyuz? Üzülmesine ve sıkıntıya girmesine hiç tahammülümüz olmaz. O zaman elimiz ayağımız tutarken onları hoş tutmak için elimizden geleni ardımıza koymamalıyız.

Çocuklarımız için yaptıklarımız yeterli mi? Ne mümkün efendim! Ölmeden önce son görevimizi de yapmalıyız. Baktık ki bakıma muhtaç bir duruma düştük, elden ayaktan kesildik. Bu durumda çocuğumuza yük olmamalıyız. Soluğu huzurevine atmakta bulalım. Çünkü işi-gücü arasında çocuğumuz bize nasıl bakacak? Onu sıkıntıya sokmaya gerek yok. Canım benim! Kıyamam ona. Devlet baba değil mi? Baksın bize orada.

Bakıma muhtaç hale geldiğimizde gideceğimiz yer olarak belirttiğim huzurevi seçeneği size garip gelmesin. Çocuğunun üzerine titreyen bir öğretmen: "Hocam yaşlanınca huzurevinde kalırım. Çünkü çocuğuma kıyamam" demişti. Bu, tek örnek değil. Bu şekilde düşünen anne ve baba sayısı az değil.

Sonuç, yaşama sebebi çocuklarımız büyüyüp anne ve baba olsalar bile biz onların üzerinde titremeye, onlara hizmet etmeye, köleleri olmaya devam edelim. Nasılsa bizi, huzur bulacağımız huzurevleri bekliyor.



Halit b. Velit *

Halit b. Velit, "Zalimden alim, alimden zalim doğar" misali İslam'ın ve peygamberimizin azılı düşmanlarından olan Velid b. Muğire'nin oğludur. Uhud Savaşında Müslümanlara kök söktüren bir komutandır. Hudeybiye Anlaşmasının ardından Müslüman olmuş ve komutanı olduğu yüzden fazla savaştan yenilgi almamış belki de tarihte tek şahsiyettir. Savaşlarda aldığı kılıç darbelerine rağmen şehitlik mertebesine ulaşamamış ve yatağında vefat etmiştir.

Peygamberimizin Seyfullah (Allah'ın kılıcı) unvanı verdiği bir sahabidir. 

Peygamberimiz, Hz Ebu Bekir ve Hz  Ömer zamanında başkomutanlık yapan bu önemli şahsiyeti Hz Ömer, Yermük Savaşında başkomutanlıktan azleder. Buna rağmen Halit, küsüp kırılıp bir kenara çekilmez. Savaşlarda bir nefer olarak vazifesini yapmaya devam eder.

Girdiği her savaşı kazanan, başarılı bir komutanı Hz Ömer, niçin görevden almıştır? Düşündürücü değil mi? Halit savaşta başarısız mı oldu? Hayır. Sert kişiliği, bazı kişilere bağışta bulunması ve bütün zaferlerin başkaları tarafından kendisine mal edilmesi gibi gerekçeler yüzünden Hz Ömer, Halit'i başkomutanlıktan alır.

Hz Ömer'in başarının zirvesinde birini görevden alması manidar değil mi? Büyük cesaret ister. Öyle zannediyorum Hz Ömer, Müslümanlar arasında "Komutan Halit ise o savaş kaybedilmez. Savaşların kazanılması Halit sayesindedir" anlayışını yıkmak ve bir başkasıyla da savaşların kazanılabileceğini göstermek istemiştir. Yine Halid'in sert kişiliği belki bazı insanların kalbini kırmasına sebebiyet vermiştir. Ama en etkili gerekçenin "Bu davanın başarısının kişilere bağlı bir başarı olmadığı, yolun doğru ise bu işi yapacak başka liderlerin de olabileceği" iradesinin ortaya konmasıdır. 

Hz Ömer bu tasarrufuyla Halit b. Velid'i de korumuştur. Çünkü herkesin güvendiği, bir efsane olarak gördüğü Halit, bir gün bir savaşı kaybedebilirdi. Bu da Halit'in karizmayı çizdirmesine sebebiyet verebilirdi. Halit bu vesileyle başarısını zirvedeyken bırakmış ve Müslümanların gönlünde taht kurmuştur. Bu süreç içerisinde Halit de kendisini sorgulamış olabilir. Çünkü yüzden fazla savaş yapan, savaştan savaşa koşan birinin yorgunluktan dolayı hata ve yanlış yapmaması mümkün değildir. Belki bu süreçte yüzlerce insanın kalbini kırmıştır. Belki de Halit, “Bu işler bensiz olmaz” anlayışına girmiş olabilir. Çünkü Halit de nefis taşıyan birisidir. Hasılı Ömer, kişilerin vazgeçilmez olmadığını göstermiştir. Allah Halit'ten de Ömer'den de razı olsun. Yerinde ve zamanında inisiyatif alan ve başarıdan başarıya koşarak gönüllerde taht kuranlardan eylesin ve sayılarını artırsın.

Burada -kısaca- başarılı bir İslam komutanından ve bu komutanla ilgili inisiyatif alan Hz Ömer'den bahsetmeye çalıştım. Bu muhteşem ikiliyi ele alma niyetim, günümüze ışık tutması. Çünkü iki tarihi şahsiyetten çıkaracağımız dersler vardır:

*Bir dava için yola çıkanlarda başarı kişilere endeksli olmamalı.

*Başarılı kişiler bir yenilgi almadan işi zirvedeyken bırakabilmeli ve bilgi, birikim ve tecrübesinden camiası faydalanmalı. Her zaman görüşüne başvurulan bir kişi olarak destek vermeye devam etmeli ve aranan eleman olmalı.
*Bir yola baş koyanların içinde birden fazla liderlik potansiyelini taşıyan insanlara yer verilmeli. Lidere bir şey olduğu takdirde bayrağı içinden biri alabilmeli. Yerine gelen de liderini aratmamalı. Bu durumu bir futbol maçına benzetirsek, futbol maçını kazanmak için tek futbolcu üzerine yatırım yapmak yanlıştır. Sakatlık vb nedenlerle yerine giren futbolcu da aynı işlevi yerine getirmeli ve maçı kotarmalı. Çünkü tek kişi üzerine yüklenmek, her şeyi ondan beklemek o futbolcuya yapılan en büyük kötülük ve eziyettir.

*Dava kişilerin ölümüyle sona ermemeli, ilanihaye devam etmeli. Bunun yolu da kişilere dayalı başarıdan ziyade ekip ruhuyla mümkün olur. Yani kurumsallaşmadan geçer.

*03/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Seçimden Geçime *

2015-2019 zaman diliminde 2015'de iki, 2017, 2018, 2019'da birer olmak üzere dört yılda dört seçim yapmışız. 2015'de iki seçim yapınca 2016'da seçim yapma ihtiyacı hissetmemişiz. 2016 yılını da menfur darbe teşebbüsüyle uğraşarak geçirdik. Yıllara bakınca her yıl bir sandık önümüze konmuş.

Sandık deyip de geçmeyelim. Tüm mesele bir pazar günü seçmenin önüne sandık koymaktan ibaret değil. Bir seçim ortalama ülkenin altı ayına mal olmaktadır. Bu demektir ki dört yılın iki tam yılını seçimle geçirmişiz. Bu kadar seçimle ülke iyi ayakta kalmış ve batmamış. Kırılgan bir ekonomiye rağmen bu kadar seçimin altından kalkabilmişiz.

31 Mart 2019 yerel seçimlerinin ardından şükür ki önümüzdeki 4,5 yıl boyunca seçim yok. Bu demektir ki seçimden fırsat bulup geçimi düşüneceğiz artık. Geçimi düşünsek ve bunu ciddiye alsak iyi olacak. Çünkü ekonomik veriler tehlike sinyalleri veriyor. Ne borsa belini doğrultabildi ne döviz yerinde duruyor ne de faizler iniyor. Enflasyon çift haneli rakamları sevdi. Ülkeye sıcak para girmiyor. Devlet eskiye oranla daha fazla borçlanıyor. Bazı firmalar işçisinin maaşını ödemede zorlanıyor. Konkordato isteyen firmalar var. İşsizlik artıyor. Kiralar aldı başını gidiyor. Zam görmeyen ürün yok. Ekonomideki görüntü bizi iyi günlerin beklemediği yönündedir. Çünkü ekonomideki bu kırılganlık bugünden yarına çekip gideceğe benzemiyor. Bundandır ki ekonomideki tablodan çoğunluk hoşnut değil.

Niyetim felaket tellallığı yapmak, vatandaşı karamsarlığa düşürmek ve bu duruma düşmemizde birilerini suçlamak değil. Olan oldu. Benim derdim bir durum tespiti yapmak ve bu durumdan kurtulmak için neler yapmamız gerektiğinin altını çizmek. Yani mevcut durumumuzu ciddiye alalım istiyorum.

Ekonomideki bu durum bizim kaderimiz mi? Bunu çekip duracak mıyız? Kaderimiz falan değil. Biz bugünkü yaşadığımız bu ekonomik çalkantıyı daha önce defalarca yaşadık veya yaşatıyorlar bize. Öyle zannediyorum dünyada uygulanmakta olan üçkâğıt ekonomisinde gelişmekte olan ülkelere biçilen rol bu. Dişinden-tırnağından biriktirerek belini doğrultmaya çalışıyorsun, tam önüm açıldı derken tekmeyi bir vurup yeniden yüzüstü yere kapatıyorlar bizi. Sonra sil baştan yeniden başlıyoruz. Yani bize önce kara kış dayatılıyor. Kemerleri sıkıyor, kışla mücadele ediyoruz. Şükür, bahar geldi derken bir bakıyoruz gelen bahar, yalancı baharmış. Yeniden kara kış kapımızı çalıyor.

Karakışla mücadelede ve gelen baharın kalıcı olmasında ülkeyi yönetmekle yükümlü hükümetlere büyük görevler düşüyor. Kalıcı bahar için ekonomide radikal kararlar alması gerekiyor. Ama nasıl alsın? Çünkü ülke yılda bir seçim geçirdi bugüne kadar. Ardı arkasına seçim varsa hükümetler, başta ekonomi olmak üzere hiçbir önemli konuda kesin çözüm diyebileceğimiz paketleri yürürlüğe koyamaz.

Demek istediğim seçimlerle birçok meseleyi öteledik. Artık kısa vadeli seçimler geride kaldı. Bundan sonra ele alacağımız ilk ve en önemli iş ekonomi olmalıdır. Gelişmekte olan bir ülke olarak bize biçilen ve dayatılan çemberi kırmak zorundayız. Seçimsiz 4,5 yıl ekonomiyi masaya yatırmak için iyi bir fırsattır. Umarım seçmen ne demek istedi diye sandık sonuçlarını okumak için çok zaman kaybetmeyiz. Zaten okumaya gerek yok. Seçmen zaten söyleyeceğini söyledi sandıkta. Bundan sonra önümüze yani ekonomiye bakalım. İlk hedefimiz, ekonomi olmalı. Marş marş!


*01/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.