26 Şubat 2019 Salı

Ebu Bekir ve Ömer İkilisinden Günümüze ***


Hz Ömer, Hz Muhammed'i çok severdi, tıpkı tüm Müslümanların sevdiği gibi. Ama Ömer'in sevgisi bir başkaydı ki peygamberin vefatını kabullenemedi ve "Kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla iki parça ederim" dedi. Her fani gibi Hz Muhammed'e de ölümün bir gün geleceğini bilmesine rağmen Hz Ömer, ölümü birden kabullenemedi. Ömer'i teskin ve teselli etme görevini Hz Ebu Bekir üstlendi ve Ali İmran 144.ayeti okudu: "Kim ki Muhammed'e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim ki Allah'a tapıyorsa bilsin ki Allah, diridir ve ölümsüzdür." Peygamber sevgisi kadar ayete karşı da boynu kıldan ince olan Ömer, yere çömelerek ağladı ve peygamberin ölüm gerçeğini kabullendi.

Hz Muhammed'in vefatıyla birlikte peygamberlik sona erdi. Ama peygamberin devlet başkanlığı görevi yürümeliydi. Önce Ebu Bekir bayrağı devraldı, dört yıl bu görevi hakkıyla yerine getirdi. Onun da vefatıyla Hz Ömer vazifeden kaçmadı, on yıl boyunca peygamberin halifesi oldu. Üstelik Ömer, adının yanına "Hakkı, batıldan ayıran" anlamında Faruk unvanını  da aldı. Adaletiyle nam saldı. Ki gerçekten adalet timsaliydi. Peygamberin yolunu takip etti. Savrulmadı, ne Ebu Bekir ne de Ömer... 
  
İslam'ı yaşama, Peygamber sevgisi ve peygamber dostluğu üzerine kurulu sistemde peygamber ve yakın arkadaşları hep kol kola ve omuz omuza olmuşlar, birbirlerine ters düşmemişler, sırt vermişlerdi. Ne peygamber, arkadaşlarını yanından uzaklaştırmış ne arkadaşları peygamberi bırakıp gitmişler ne de arkadaşlar birbirine düşman olmuşlar. Usta-çırak ilişkisi içerisinde dostluklarına devam etmişler ve iyice pişmişlerdi.

Peygamberin vefatıyla devlet başıboş kalmayacaktı elbet. Ömer öne atılarak -kardeşim- “Ebu Bekir bu işe layıktır” diyerek ilk biat eden oldu. Ebu Bekir de ben seçileyim diye göz kırpmadı. Aralarında bir rekabet olmadığı gibi Ömer, devleti bir kaostan kurtardı. Ebu Bekir halife seçilince Ömer onun sağ kolu oldu. "Benim sayemde halife seçildin, ben olmasaydım, halifeliği rüyanda bile göremezdin" demedi ve başa kakmadı. Ebu Bekir de "Kardeşim, sayende bu koltuğa oturdum, sağ olasın" diyerek Ömer'e minnet duymadı ve diyet ödemedi. 

Ebu Bekir vefat etmeden önce yerine Ömer'i halife tayin etti. Ömer bu görevi bihakkın yerine getirdi. 

Ne Ömer, Ebu Bekir'e ne de Ebu Bekir, Ömer'e saygıda kusur etti. Birbirini nankör olarak görmediler. Etrafındaki sahabeler de Ömerci, Ebu Bekirci olarak ikiye ayrılmadı. Birbiri aleyhine çalışmadı kimse. Çünkü hiçbirinde kişisel bir siyaset tarzı yoktu, koltuk hırsı zaten düşünülemezdi. Her biri, başta olduğu süre içerisinde çocuklarına devlette iş vermedi. Çünkü devlet yönetiyorlar, kendilerine tevdi edilen görevi layıkıyla yerine getiriyorlardı. Tek gayeleri vardı, peygamberin yolundan gitmek, İslam’ı yaymak, adalet üzere bir devleti yönetmek, İslam sınırlarını genişletmek. Yaptıkları tasarruflarında eleştiriye açık oldular, istişareyi ihmal etmediler. Hele Ömer "Ben Ebu Bekir gibi halife olmayacağım, farklı bir halife olacağım" demedi. Yani laf sokuşturmadı.

Niyetim İslam tarihini anlatmak değildi. Zira hepimiz biliyoruz bu süreci. Yazıya başlarken niyetim Ömer'in, peygamberi aşırı sevmesinden dolayı ölümü kabullenememesi üzerinden aşırı sevginin gözümüzü kör edebileceğine ve gerçeği göremeyeceğimize işaret etmekti. Çünkü peygamber de olsa fani idi, bugün var, yarın yoktu. Ama bu bayrak dalgalanacaktı ve öyle de oldu. Kısa bir dalgalanmadan sonra prensipler etrafında yollarına devam ettiler. İslam'a ve Müslümanlara en büyük hizmetleri yaptılar. Biz de bugün böyle olalım diyecektim ki yazı Ebu Bekir ve Ömer'in devlet başkanı oluşlarına vardı dayandı. 

Teşbihte hata olmasın,  yüzde yüz benzemese de günümüzde, birbirine başbakanlık, cumhurbaşkanlığı fedakarlığı yapan iki kardeşe ne kadar benziyor. Başı benzese de maalesef sonu Ebu Bekir ve Ömer gibi bitmedi. "Kardeşim" dedikleri kardeşliklerin arasına kara kediler girdi ve yollarını ayırdılar. Yoksa amaç hizmet değil miydi? Keşke bunun sonu da iki güzide halifeye benzeseydi... Çok mu şey istiyorum. Sadece bir ve beraberlik…Çünkü “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır.”

***02/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Hor Görme!

İyisin, hoşsun, bir numarasın. 
İyi bir karizman var. Cesur mu cesursun! Gözü peksin. Bir hedefe ulaşmak için bir bedel ödenmesi gerekiyorsa taşın altına vücudunu koymaktan kaçınmazsın. 
Azim ve kararlısın. Asla pes etmezsin. Mazlumun, fakirin umudusun. 
Dur-durak bilmezsin. Dört nala koşuyorsun. Ardından yetişebilene aşk olsun. Müthiş bir enerjin var.
Ufkun geniş, güzel bir hitabetin var. İkna kabiliyetin yüksek. Samimi ve içtensin, dertlisin. Yüreğinden konuşuyorsun. Belki de ikna kabiliyetin bundandır.
Kitleleri ardından sürükleyebiliyorsun.
Söz verdin mi yerine getirirsin. Bu millet, öncülüğünü yaptığın zihniyet sayesinde bugüne kadar görmediği hizmeti gördü. 
Halk sende kendini buldu. Seni kendisi bildi. O yüzden kimseyi sevmedi seni sevdiği kadar. Sana açık çek verdi. Zirveye çıkardı, zirveden indirmedi. Hala da zirveden indirmeyi düşünmüyor.

Ama? Son yıllarda işler ne senin istediğin gibi ne de seni sevenlerin istediği gibi gidiyor. Kazanırken bile zorlanmaya başladın. Eskiden güle oynaya kazandığın seçimleri şimdi ittifaklar sayesinde kotarıyorsun. Üstelik eski oyunu da alamıyorsun. Gittikçe mevzi kaybetmeye başladın.

Nedir bunun sebebi? Muhalefet mi güçlendi? Hayır! Bu işleri senden daha iyi yapacak başka bir alternatif mi ortaya çıktı? Hayır!
Yeni oy gelmiyor, mevcut oyu koruyamıyor oldun. Sakın bu durum erimeye başlama olmasın!
Siyasete atıldığın ilk günün heyecanı ile çalışıyor, koşturuyorsun. Buna rağmen bu düşüş niye? Herkesin gördüğünü sen de görüyor, herkesin sorduğunu sen de soruyorsundur. Ne buldun, bu erimenin sebebi neymiş, tespit edebildin mi?

Ne tespit ettin, bilmiyorum. Ama ben burada halka tercüman olacağım. Akıllı, lafını deliye söyletir misali bu konuda ben duygu ve düşüncelerimi aktarmaya çalışacağım: (Umarım hain ilan edilmem.)

Rakiplerini hor görüyorsun, küçümsüyor, hakaret ediyor ve onları ezmeye çalışıyorsun. Bence rakiplerini hor görmen sana yakışmıyor. Üstelik bu tavrın birbirine benzemezleri birbirine kenetliyor. Rakiplerin kim olursa olsun onlara saygıda kusur etme! Onları hor görme! Zira bu -tenzih ederim ama- kibir ve büyüklenmenin işaretidir. Bu ise sana yakışmaz.
Çok kızgın ve sinirlisin... Eskisi gibi sakin değilsin. Biliyorum ihanete tahammülün yok. FETÖ ihanet şebekesinin ihaneti, sakin ve soğukkanlı olmanın önüne geçti ve dengeni bozdu, hazmedemedin. Akabinde FETÖ ile mücadele yapacağım diye ehliyet ve liyakati elden bıraktın. Sözlü mülakat denen ucube bir karara imza attın, hala geri adım atmıyorsun. Sözlü mülakatlar birçok gencin umutlarını tüketiyor,  her geçen yıl mağdur sayısı artıyor. Atamalarda ehliyet ve liyakatin yerini sadakat, ahbap ve çavuş ilişkisi aldı, hakkaniyet ve adalet duygusu zedelendi. Bugün Türkiye güven problemi yaşıyor. İş, FETÖ ile mücadelenin ötesine geçti. FETÖ ile mücadele ediyoruz diye komisyonlar her önüne gelene vebalı muamelesi yapıyor.

Teşkilatların şımardı. Bugün hiçbirine ulaşılmıyor. Onlar yatıyor, sen koşuyorsun. Onlar sayende besleniyor, nimetlerden faydalanıyor. Onlar senden faydalanıyor ama sana hiçbir şey vermiyor, alıyorlar sadece. Farkında mısın bilmiyorum? Teşkilatların seni ayağından aşağıya çekiyor. Senin koyduğun prensipleri çiğniyorlar. Sen, trenden inene yol veririz diyorsun. Senin teşkilatların trenden ineni değil, treni ateşe vereni yeniden aday yapıyor.

Ekibini kaybettin... Dün beraber yol yürüdüklerin yanında yoklar. Hep ayrılıp gidenler mi suçlu? Yol arkadaşlarım beni neden bıraktı diye hiç sordun mu kendine? Unutma ki eski dosttan düşman olmaz, yolda bulduklarından da dost olmaz. Sonrakiler yüz ağartmaz. Eski kötü, yeni bulduğun iyiden daha iyidir. Bence eski dostlarını ve yol arkadaşlarını topa tutmaktan ziyade onları yeniden kazanmaya bak. Demek ki her birinin bir gönül kırgınlığı var. Hazır "Gönül Belediyeciliği" demişken işe eski yol arkadaşlarından başla. Zira eski arkadaşlarını yanına çekemeyen halkı yanına çekemez.

Çok tekrarlamaya başladın, durmadan kıyas yapıyor, yaptıklarını anlatarak başa kakıyorsun. Niye yeni şeyler söylemiyorsun? Yok mu yeni bir şey? Zira dün, geçmişte kaldı cancağızım! Unutma ki kıyasladığın dönemlerde hükümet olanların ortalama ömrü iki yıldır. Üstelik  bir tanesi hariç hepsi koalisyon hükümetiydi. Sen ise 17 yıldır tek başına hükümetsin. Yani kendi döneminle geçmişi kıyaslaman kabili kıyas değildir. Çünkü geçmiş dönemin sahibi yok. Zira yamalı bohça gibiydiler. Bugün birçoğu mevta oldu.

Etrafında hata yaptığın zaman seni uyaracak kimse kalmadı. Yanına seni 7/24 savunan ve öven değil, hata yaptığın zaman seni, yapıcı eleştirebilecek ve sana yol gösterebilecek kişilerden birkaç tane koy. Onlara göreviniz beni tenkit etmek, de. Tenkit ve eleştiriye açık ol. Unutma ki seni her eleştiren düşman değildir, her övenin ve yüzüne gülenin dost olmadığı gibi. Bilhassa içeriden eleştiriye kulak ver. Seni her eleştireni hain belleme.

Her ağzına geleni söyleme! Yeri geldiği zaman bin düşün, bir konuş...Benden sana, seni seven bir dost nasihati. Sen de kim oluyorsun? Haddini bil dersen, bari Şeyh Edebali'nin Osman Bey'e nasihatini bir kere daha oku! Oku, düşün ve iş işten geçmeden gereğini yap...











25 Şubat 2019 Pazartesi

Şeyh Edebali'nin Osman Bey'e Nasihati

 -Kıssadan Hisse-
Ey Oğul! Beysin, bundan sonra öfke bize; uysallık sana. Güceniklik bize; gönül alma sana. Suçlamak bize; katlanmak sana. Acizlik, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana. Kem göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana.
Ey Oğul! Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.
Ey Oğul! İnsanlar vardır şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler. Unutma ki, dünya sandığın kadar büyük değildir. Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür.
Bu yolda nazarımızı sonsuzluğa dikip; büyük yürümek ve büyük ölmek gerek. Bu yolda hırs, diken; benlik ve kibir, engeldir oğul. Sakın hâ kendine takılmayasın ve kendinde boğulmayasın.
Teklik sadece Allah'a mahsustur, tek başına karara durup hoyrat dünyanın dayanılmaz ağırlığını kaldırmayasın. İşlerini ehil kişilerle, ehil kişilere danışarak tutasın. Danışırsan yol alırsın, danışmazsan yolda takılıp kalırsın oğul.
Oğul! Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin; ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen, sabah rüzgârında savrulup gidersin.
Bir dem gelir bir tekmeyle dünyaları yıkacak olursun. Bir dem gelir yerdeki karıncaya mağlup olursun.
Güç hayvanda bile mevcut. Akıl sadece anahtar. Anahtara takılmayasın. Aslolan anahtarın açacağı kapılardır. Kapıların ardında hazineler, kapıların ardında sır vardır. Sırlar ki, ebedî muştuları koynunda barındırır; sonsuza kavuşturur. Aklını kullanıp dünyadayken Cennet'in kapılarını aralayasın oğul.
Öfken ve benliğin bir olup aklını yener!
Dâima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Azminden dönmeyesin. Çıktığın yolu, taşıyacağın yükü iyi bil. Her işin gereğini vaktinde yap.
Öfke ateş, öfke âfet, öfke şeytandır oğul. İnsanoğlu dağları devirir; ama öfkesine mağlup olabilir. Öfkeyle savaşı daima taze tutmak gerekir.
Sabırsız olmaz oğul. Sabırsız menzile varılmaz. Kaf Dağı'na sabırsız ulaşılmaz.
Vazifen çetin, yükün ağırdır oğul. Hizmette önde, ücrette geride olasın. Vazifenin en ağırına tâlip olmaktan kaçınmayasın. Vazifenin ağırlığı Yaradan'ın kullarına ihsânıdır.
Oğul, açık sözlü ol!.. Her sözü üstüne alma, gördüğünü söyleme, bildiğini bilme, sözünü unutma, sözü söz olsun diye söyleme.
Bizler nefreti eritmek için, muhabbetin asâletini dünyaya yeniden hâkim kılmak için çıktık yola. Bu yolda utanacak bir şeyimiz yoktur. Muhabbet yolunun gizlisi saklısı yoktur oğul.
Ama altının değerini sarraf bilir; sözünü muhatabına göre ayarlayasın. Câhilin karşısında altınlarını çamura atmayasın.
Yiğit olan kördür, kötülüğü görmez. Sağırdır, kem sözü işitmez. Dilsizdir, her ağzına geleni demez. Bildiğini de her yerde ayaklar altına sermez. Yunus gibidir o; yüreği muhabbete, gönül ibresi hakikate ayarlıdır. O bir defa söz verdi mi, onu nâmusu bilir. (…)
Sevildiğin yere sıkça gidip gelme, muhabbetin kalkar, itibarın kalmaz. Düşmanını çoğaltma, haklı olduğunda kavgadan korkma! Bilesin ki; atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler!
Her şeyin ortası makbuldür, sevginin de. Sevdiğini gereğinden fazla sevmeyesin. Sevgini de, sadece yüreğinin eline vermeyesin. En çetin imtihan "sevgi"yle olanıdır. "Kişi ne kadar bahâdır olsa da, muhabbete tuş olur" diyen atanın sözünü aklından çıkarmayasın. Böyle imtihan olmamak, istikbalde neslinden utanmamak için gecelerin bağrında, seherlerin aydınlığında duaya durasın. Senin ideallerin ve geleceğe dâir hedeflerin var oğul!..
Gönül adamı ömrünü boşa harcamaz, yüreğini ucuza satmaz, edep tâcını başından almaz. Gönül erinin her zaman yüzü yerde, gönlü göktedir. Haklı olduğunda kavga vermesini bilir. Kavgayı sadece bileğiyle değil, ilmiyle ve yüreğiyle yapmasını bilir.
İyiliğe kötülük, şer kişinin kârı,
İyiliğe iyilik her kişinin kârı,
Kötülüğe iyilik, er kişinin kârıymış oğul!
Ey Oğul! Üç kişiye acı: Cahillerin içindeki âlime... Zengin iken fakir düşene... Hatırlı iken itibarını kaybedene...
Şunu da unutma! İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.
Osman! Sen bizim rüyâmız, sen bizim devâmız, sen bizim duâmızsın oğul. Dâima başın dik, alnın ak, gönlün pâk olsun.
Ey Oğul! Zümrüt-ü Ankâ'nı iyi seç ki, Kaf Dağı sana yakın olsun. Yolun ebediyete kadar açık olsun.
Ey Oğul! Yolun uzun, işin çetin, yükün ağır. Allah-û Teâlâ (cc) yardımcın olsun.
       

İmam Hatiplere En Büyük Zararı Kimler Veriyor?

Başlıktaki soruyu size sordum sayın ve cevap verin, kimler olabilir bunlar? İHL düşmanları şeklinde bir cevap vermeniz mümkündür. Bu cevapta haklı olabilirsiniz. Çünkü belli bir kesim İmam Hatipleri yok etmek için uğraşıyor. Ellerine imkan geçse belki de boğacaklar. Fakat benim istediğim cevap bu değil. Bir defa görünen düşmana karşı tedbirinizi alır ve yolunuza devam edersiniz; it ürür, kervan yürür misali.

İmam Hatiplere en büyük zararı İmam Hatipler yararına kurulmuş bazı vakıf, dernek ve STK'lar vermektedir. Bu tür kuruluşlar iyi niyetle kurulmuş; amaçları İmam Hatip okullarının daha iyi eğitim ve öğretim görmesini sağlamak, bu okullara maddi destek vermektir. Mesela Konya merkezli kurulan Türk Anadolu Vakfı, adında İmam Hatip geçmemesine rağmen başta İmam Hatiplerde okumakta olan öğrenciler olmak üzere üniversite öğrencilerine burs veren bir vakıftır. Geçmişten günümüze bu çizgisini değiştirmeden kuruluş amacına uygun olarak önemli bir görev yürütmektedir.  İmam Hatipler yararına çalışan bu vakıf gibi başka çalışan vakıf ve derneklerimiz de vardır. Ki olması da gerekir. Çünkü önemli bir ihtiyacı karşılamakta ve hayırlı bir işe öncülük etmektedirler.

İmam Hatipler yararına kurulmuş bazı vakıf ve dernekler vardır ki bunlar yardımdan ziyade başka işlerle anılmaktadır/uğraşmaktadır. Bunlar İmam Hatip yararı adı altında okullara müdür, müdür yardımcısı seçiyor. Çalışan müdür veya yardımcıların bu görevlerine devam edip etmemesi üzerine çalışma yapıyor. Hatta bunlardan birinin 2014 müdür atamalarında ve müdür elemelerinde aktif rol üstlendiği konuşulmaktadır. Yüzlerce müdür, bu vakıf/dernek dolayısıyla bir daha müdürlük alamamıştır, yani elenmiştir. Kapalı kapılar ardında hazırlanan müdür, müdür yardımcısı listesi şimdilerde dışarılarda konuşulmaktadır. Bir vakıf veya dernek binasında böyle bir liste hazırlandı mı, hazırlanmadı mı bilmiyorum. Vakfın veya derneğin yöneticileri, böyle bir şey yapmışlar veya böyle listelerin oluşturulması için binalarını açmışlarsa bu işi yapanlar veya alet olanlar katıksız kuruluş amaçlarına ihanet etmişlerdir.  Çünkü yaptıkları kelle avcılığıdır. Böyle bir şey üzerlerine vazife değildir. Halkımızın sonsuz kredi verdiği ve gönlünde ayrı bir yeri olan İmam Hatiplere, İmam Hatip şemsiyesiyle girerek buralarda yönetici listesi oluşturmak her şeyden önce İmam Hatip camiasını lekeler, halkın gözünden düşürür. Benim bildiğim vakıf veya derneklerin yönetici listesi hazırlama gibi bir görevleri yoktur.

Bu vakıf veya derneklerde görev yapanlar, kendilerini liste hazırlamada ehil görüyorlarsa bunun yeri vakıf veya dernek binası değil. Bu arkadaşlar il veya ilçe milli eğitimlerde yönetici atamadan sorumlu müdür yardımcısı/şube müdürü olarak görev yapsalar daha iyi olurdu. Bu durumda hazırladıkları listeye kimsenin bir itirazı olmazdı. Çünkü görevleri budur.

Bazı vakıf veya dernekler, İmam Hatip okulları yararına kurulmuş ve kuruluş amaçlarına uygun hareket ettiklerine inanıyorlar ve yönetici listesi oluşturmamışlarsa kamuoyunda şuyu bulmuş ithamlara cevap vermelidirler. Çünkü bir şeyin şuyuu, vukuundan beterdir. Bildiğim kadarıyla bu vakıf veya derneklerin "Bizim yönetici atama listesi hazırlama gibi bir görevimiz olmamıştır. Kamuoyunda vakfımızın/derneğimizin adının bu şekilde anılması bir iftiradan ibarettir" şeklinde bir açıklaması olmamıştır. Susmaları ikrardan mıdır yoksa?


Trump ve Nobel Barış Ödülü *

Kuzey Kore'nin nükleer silahlardan arındırılması konusunda Başkan Trump ile Kuzey Kore başkanı Kim Jong, 12 Haziran 2018'de bir araya gelmiş ve aralarında bir anlaşma sağlanmıştı. Dünya barışına yaptığı bu katkısından dolayı Japonya Başbakanı Abe, Trump'ı Nobel Barış Ödülüne aday göstermiş.

Barış için yanıp tutuşan ABD Başkanı Trump'ı, Japonya'nın Nobel'e aday göstermesi gözlerimi yaşarttı. Trump'ın yaptığı fedakarlık takdire şayan olmakla birlikte Japonya'nın bir hakkı teslim etmek istemesi unutulacak gibi değil. Keşke Japonya, Kuzey Kore'de yapılanlardan dolayı Trump'ı Nobel'e aday göstereceğine II.Dünya Savaşında ABD'nin Japon kentleri Nagasaki ve Hiroşima'ya attığı atom bombaları dolayısıyla ABD'nin yaşayan başkanını Nobel Barış Ödülüne aday gösterseydi. Hatta gerekçesine "Biz bu sayede savaşı bıraktık. Sayesinde belki binlerce insanımız öldü ama savaşın sona ermesiyle dünya savaştan kurtulmuş oldu.  Bu yüzden biz ABD'nin gelmiş geçmiş tüm başkanlarına minnettarız. ABD, iki atom bombası yerine keşke iki daha fazla atsaydı..." yazabilirdi. Anlaşılan Japon Başbakanı bunu düşünememiş olmalı. Yine bir hakkı teslim ediyor, Kuzey Kore dolayısıyla Başkanı Nobel'e aday gösteriyor. Katiline aşık dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

NTV'nin verdiği habere göre Trump, Nobel'e aday gösterilmesini şöyle değerlendirmiş: "Eski ABD Başkanı Barack Obama'nın 2009'da, görevdeki ilk yılında bu ödülü aldığını hatırlatan Trump, "Ben muhtemelen hiçbir zaman kazanamayacağım ama olsun. Obama'ya verdiler, neden verdiklerini o da anlamadı. Ödülü verdiklerinde göreve geleli daha 15 saniye olmuştu. Nobel Ödülü kazandı, 'Bunu hak edecek ne yaptım ki' dedi. Bense, muhtemelen hiç kazanamayacağım" dedi."

Trump'ı sever veya sevmezsiniz, ödüle layıktı veya değildi. Ama gelin hep birlikte bir hakkı teslim edelim. Trump, bu ödülü Obama'ya da verdiler, niye verdiklerini o da anlamadı. Bana vermezler ama şayet verirlerse ben de hiç anlamayacağım demek istedi. 

Trump'ın bu açıklamasını görünce bir an için bizde niçin böyle başbakanlar yok diyecektim ki bizde de vardı böylesi dedim. Hatırlarsanız Öcalan derdest edilip Türkiye'ye teslim edilince dönemin Başbakanı, "Bize Öcalan'ı verdiler. Ama niçin verdiklerini anlamış değilim" demişti. Her ne kadar bizimki bu başarısından dolayı Nobel'e aday gösterilmemiş ise de bilmeme ve anlamama yönünden Obama ve Trump ile aynı kulvarda yer alıyor. Onlar barışa aday gösterildiklerini anlayamamışlar, bizimki de Öcalan'ın teslimini anlayamadı. Anlamasalar da Obama Nobel ödülünü almış, belki Trump da alacak. Bizimki de Nobel ödülü alamasa da en büyük ödülünü aldı. Çünkü akabinde yapılan genel seçimlerde partisi Türkiye'de birinci parti oldu.

Ülkeleri bazen anlamazlar mı yönetiyor ne? Yoksa tevazularından mı böyle söylüyorlar?


* 04/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Kelle Paça (3)

Yolda giderken aldığım dört paça ve bir kilo işkembeyi düşündüm. Girdiğim dükkanda sakatatın her çeşidi vardı. Hayvanın kemiğini bile satıyor. 

Sakatatı sevmeyenler var, ölümüne sevenler var aramızda. Burun kaçıranlar yüzünden sevenlerin birkısmı sevdiğini söyleyemediği gibi yediğini de söyleyemiyor.

Sakatat dükkanında satılanları tekrar gözümün önüne getiriyorum. Kurban keserken kimsenin yüzüne bakmadığı, ulu orta atıldığı nimetler. Öyle ya, hayvanın kemiklerini de atıyoruz işkembesini de, yağını da, kellesini de. Ortaklardan bir iki kişi bizim evde yiyen yok, alacak olan alsın dediğinde ortakların ayıplar düşüncesiyle kimse yanaşmıyor. Madem senin evde yenmiyor, bizim evde hiç yenmez havası veriliyor. Olan da nimetlerin çöpe gitmesine oluyor. Sakatatı seven, lokanta lokanta dolaşıp çorbasını içenler de "Kim temizleyecek, meşakkatli bunların temizlenmesi" diyerek almaya yanaşmaz.

Hasılı kim temizleyecek diye kesim yerinde burun kıvırarak bıraktığımız nimetleri birileri sektörü haline getirip satıyor. Attığımız kemiklerin kilosu bile 10 lira. Kesim yerinden "Aman sakatat getirme, uğraşamam" diyen evin hanımları ayağa, dize iyi geliyormuş diyerek kesim yerinde bedava bıraktıklarımızı para vererek aldırmaya gönderiyor bizleri. Parası önemli değil ama para vererek alıp geldiklerimiz daha çok hoşa gidiyor ve lezzetli oluyor. 

Evin hanımından, erkeğine varıncaya kadar hazır yiyiciyiz. İllaki armut pişecek, ağzımıza düşecek. Dönüp bakmadığınız işkembeyi, paçayı birileri temizleyecek, biz onları alacağız, eve getirip kısık ateşte pişireceğiz.

Küçüklüğümde babalar kurbanı kesip parçalarken anneler de işkembeyi bir kenara çektirip içini temizlerler, kurbanın neredeyse hiçbir parçası boşa gitmezdi. Belki de yokluktu onlara o gün işkembeyi temizleten, belki de nimet atılmaz düşüncesiydi. Annelerimizin geçmişte tiksinmeden ve üşenmeden kelle paça ütmeleri, karın temizlemeleri belki de nimete şükür idi. Belki de geçmişin bereketi buydu. Bugün, dün burun kıvırarak yüzüne bakmayıp attıklarımıza para veriyoruz.

Garip değil mi bu? Bence nimetleri atarak nankörlük yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. Bugün dize, ayağa, menisküs ağrısına iyi geliyormuş diye aldığımız sakatat bizden hıncını alıyor olmasın. Çünkü günümüzde ayak, diz ağrıları iyice arttı. Sanki sakatat "Siz misiniz benden tiksinen? Çekin benim gibi bir nimetten tiksinmenin ceremesini! Tedaviniz yine benden diyor gibi...

Kelle Paça (2)

Bir cuma günüydü. Akşamı ise mübarek bir gece. Herkes geceyi bir şekilde değerlendirirken biz ekran başında TİF işlemlerini girerek sabahladık. Sabaha doğru öğretmen evi müdürü sabah namazını kıldıktan sonra çorba içmeye gidelim dedi. Hem uykusuz hem de açız doğru. Ama sabah sabah daha gün ağarmadan ne çorbası içeceğiz? Sonra açık lokanta olur mu? Ayrıca lokanta sahibi "Sabah sabah burnunuz mu düştü" demez mi? Haydi adam esnaf, müşteri gelince hoşuna gider, bizi lokantaya giderken gören ne der? Adamlar deli dese haklılar dedim. Gidince görürsün, oturacak yer bulabilirsen şükret dedi.

Yorgun argın, üstelik gözümüzden uyku akıyor ve açız. Yanımızda öğretmen evi müdür yardımcısı da var. Çıktık yola. Kapu Camiinin orada bir yere götürdüler beni. İçeri utana sıkıla girdim. Gerçekten lokanta doluydu. Ailecek gelenler bile vardı sabahın köründe. Konya'da bizim gibi deli sayısı epey varmış dedim. Gülüştük.

Garson bizi bir yere oturttu. Ne alırdınız dedi. Epey bir çorba ismi saydı. Çoğunu o güne kadar tatmsmış, bir kısmının adını ise ilk defa duyuyordum.  Benim bildiğim ve içtiğim çorbalar yayla, mercimek, ezo gelin gibi klasik çorbalardı. Arkadaşlar bana baktı. Ne yerseniz, bana da o dedim. Kelle paça yiyeceğiz dediler. Nasıl bir şeyse ben de istiyorum aynısından dedim. Bir çorba hem de adı kelle paça olan bir çorba bu kadar mı güzel, bu kadar mı lezzetli olurdu. Tıka basa yedik.

Sonrasında yine kelle paça içmek için bir arkadaş grubuyla beraber pazar günleri sabah namazında Kapu Camiinde buluştuk.
                                     *
Adı kelle paça olsa da paçayı bilmem ama kelle dedikleri hayvanın başı olmalı dedim. Oymuş birkaç yıldır kestiğimiz kurbanın kellesini yüzüp temizlemeye başladım. Kesim yerine bırakmıyorum. Biraz uğraştırıyor ama değiyor.
                                     *
İçişleri bakanı çarşıya çıkarken dönüşte kelle paça, biraz da kuyruk yağı al gel dedi,  Emir demiri keser misali girdim bu işi satan esnafa. Kelle yok mu dedim "yok" dedi. Paça hangisi dedim. Şu dedi. Gördüğüm hayvanın ayağı idi. Yani kurban kestiğimizde kediler, köpekler yesin diye kenara bıraktığımız ayakların ta kendisiydi. Doğrusu paça deyince ayağın biraz üstü olmalı diye düşünüyordum. Ayak ve diz ağrılarına iyi gelen paça bu mu dedim. Evet dedi. İyi, ver şuradan bir kilo dedim. Bu, kilo ile verilmez, tane hesabı dedi. Kaça tanesi dedim. 2.5 lira dedi. Kaç tane almalıyım diye düşünürken yanındaki arkadaş, şimdilik dört tane al dedi. Baktım yanında işkembe de var. Bir kilo da bundan ver dedim. Evimin yolunu tuttum.