12 Şubat 2019 Salı

İyi ki Öbür Dünya Var! *


Ölmemek için direndiğimiz bu dünya yalanıyla, dolanıyla, sahtekarlığıyla, adaletsizlik, zulüm, kan, gözyaşı ve haksızlığıyla dolu. Tüm olumsuzlukları da yapan, birbirimize dünyayı dar eden de maalesef insanoğludur. Yani biz bize düşmanız, fazlasıyla birbirimize yeteriz, başka düşmana ihtiyacımız yok. İyi ki yok. Çünkü nefes bile alamazdık. Şükür ki tüm sıkıntılarımıza rağmen güç bela nefes alabiliyoruz. Aslında nefesimizin fişi hemcinsimizde olsaydı çoktan birbirimizin fişini çeker, dünyada tek başımıza kalmayı yeğlerdik. Bize rağmen Allah'ın rahmeti sayesinde yaşamaya devam ediyoruz. Anlatmak istediğim dünyayı kendimize zindan eden, yaşanmaz kılan maalesef biziz.

Değer mi böylesi haksızlığın diz boyu olduğu dünyada yaşamaya. Zaten değmediği için bir müddet yaşayıp çekip gidiyoruz. hepimiz az veya çok yaşayacağız. Çünkü burası imtihan dünyası. Buradaki yapıp ettiklerimizin, yapabilir iken yapmadıklarımızın hesabını vereceğiz öbür dünyada. Hepimiz tıraşımızı göreceğiz. Çünkü takke düşüp kel görünecek, ak koyun, kara koyun belli olacak. Tüm bu yapılanları görünce iyi ki öbür dünya var diyorum. Yoksa öldükten sonra hesap kitap görülmeden yapanın yanına kar kalsaydı bu dünya hiç çekilmezdi.

Orası öyle bir alem ki bu dünyada yaptığın zerre miskal bir iyilik de seni bulacak, zerre miskal kötülük de. Çünkü orada hiçbir şey gizli kalmayacak. Hepsi toplanıp toplanıp amel defterimiz olacak. Yani sermayemiz yapıp ettiklerimizden oluşacak. Durum böyle olunca iyi ki ahiret var diyorum. Çünkü burada gördüğümüz, başımıza gelen haksızlık için "Ama olmaz ki" dediğimizin hesabı orada görülecek. Göz göre göre haksızlık ve adaletsizlik yapanların, ehliyet ve liyakate göre atama yapmayanların, adam kayırmacılık yapanların, işini savsaklayanların, yaptıklarına mazeret ve gerekçe üretenlerin, yalan-dolana başvuranların, makam sahibi olduktan sonra basit bir sudan yaratıldığını unutup insanlara tepeden bakanların, mağdurun yanında yer alıp sorununu çözeceği yerde güçlünün yanında yer alarak güce tapanların, insanlara iftira atanların, yükselmek için jurnalcilik yapanların, seni dinlemeyip niyet okuyuculuğu yapanların ve hakkında yargıda bulunanların, insanları Allah ile aldatanların, kendisi öz eleştiri yapmadığı halde yapıcı eleştiri yapanları düşman belleyenlerin, daha nicelerinin öbür dünyada vay haline! Burada kızıp buğzettiğimiz bu tip kişilere belki de mahşer yerinde teşekkür edeceğiz. İyi ki bize dünyada iken zulmetmişsiniz, ki sayenizde terazimizin sağ tarafı ağır bastı. Eğer siz bize bunu yapmasaydınız bugün bizim halimiz burada nice olurdu diyeceğiz. 

Dünyada olup biten, düzeltmeye gücümüzün yetmediği hukuksuzluğa öbür alemin gözüyle bakınca iyi ki kötülük yapıyorlar, iyi ki ahiret var deyip rahatlıyorum.

Evet, iyi ki ahiret var! Yaşasın zalimler için cehennem! Sevdim seni mahşeriyle, hesap kitabıyla, cennet ve cehennemiyle ahiret hayatı! Son gülen iyi güler. Zira ancak onlar kazanır.


* 08/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



"Oha!" *


İçimizde mülteci olarak yaşayan Suriyelilerin sayısı az değil. Hemen hemen okullarımızın çoğunda Suriyeli öğrenci görmek mümkün. Çocukların hemen hemen hepsi Türkçe biliyor; yazıyor ve konuşuyor. Büyüklerden de dilimizi konuşanların sayısı az değil. 


Aramızda 8 yıldır zorunlu iskana tabi olan Suriyelilerin kısa zamanda Türkçe öğrenmesine çoğu zaman gıpta ederim. Biz ise onlardan ne Arapça öğrenebildik ne de ilkokul 2.sınıftan beri okullarda ders olarak okutulan İngilizceyi sökebildik. Zaman zaman "Bu Suriyeliler bizden daha mı zeki" diye sorduğum olur. Hayretimden soruyorum. Yoksa bizden daha zeki değiller. Herhalde şartlar zorlayınca insanlar çabuk öğrenebiliyor bir başka dili.

Sene başında dersime birkaç defa geç gelen bir Suriyeli öğrenciye niçin geciktiğini sorduğumda beni pek anlamamış, dediğime tercümanlık yapması için diğer bir Suriyeliden yardım istemişti. Beni anlamadığını görünce bilebildiğim kadarıyla çocukla Arapça konuşmaya başladım. Az da olsa meramımı anlatabilmiştim.  Birkaç haftadan sonra dersime de girmedi. Çünkü bazı derslerde dilimizi bilmeyen  bu tip Suriyeli çocuklar başka bir sınıfta Türkçe dersi görüyorlar. Bu dönem ders programı değiştiği için bu kız öğrenci tekrar dersime gelmeye başladı.

İlk hafta girdiğim ders programı ikinci hafta tekrar değişti. Haftanın ilk iş günü bahçede nöbetçiyim. Kız çocuğu yanıma yaklaşarak "Bir soru sorabilir miyim öğretmenim" dedi. Sor dedim. "Sizin dersiniz bizim sınıfa ne zaman” dedi. Şimdi girince deyince ne demiş olabilir bana? Haydi kendinizi biraz zorlayın. Ne kadar zorlasanız da öğrencinin ne cevap verdiğini bulamazsınız. En iyisi ben söyleyeyim. Bana "oha" dedi. İnanın, aynen böyle. “Kızım, nasıl konuşuyorsun böyle" dedim. Hemen yüzü kızardı, "Özür dilerim öğretmenim" dedi. Sonra koşarak uzaklaştı yanımdan.

Şimdi gelelim "oha"nın anlamına. "Büyük baş hayvanları durdurmak için kullanılan seslenme...Kaba ve yakışıksız bir davranışta bulunana karşı kullanılan" bir ünlem imiş. 

Kıza ne demiştim ki? Tek suçum, dersimizin şimdi olduğunu söylemem. Ne büyük baş hayvanım ne de kaba ve yakışıksız bir davranışta bulundum. 

İçimizde bizim gibi çatır çatır Türkçe konuşan hatta takdir alacak kadar başarılı olan Suriyelilere gıpta ederken dün yanıma gelen bu kız öğrencinin bana söylediği yakışıksız kelimeyi duyunca "Suriyelilerin bazısı Türkçe öğrenmese daha iyi olur, hatta bu çocuk güzel dilimizi hiç öğrenmeseydi… Mübarek, daha doğru dürüst dilimizi bilmez iken öğrendiği kelimeye bak” dedim.

Demek ki dün nöbette nasibim bu imiş: Oha. Ne diyeyim? Kızın seviyesine ineyim: "Oha"sına oha!

*27/02/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



İLİTAM *


Son yıllarda üniversite sayımız arttı, üniversitede okuyan öğrenci sayımız  da hakeza arttı. Daha önce fakülte olarak sayısı fazla olmayan ilahiyat fakülteleri de bundan nasibini aldı. Yanlış hatırlamıyorsam 100 civarında din eğitimi yapan adı ilahiyat veya İslami ilimler olan fakülteler var. Bu fakültelere ilave olarak iki yıllık ilahiyat ön lisans bölümleri açıktan öğretim yapmaktadır. Açıktan ön lisans öğretimini tamamlayan öğrencilerden lisans eğitimi yapmak isteyenler için ÖSYM tarafından her yıl yapılan Dikey Geçiş Sınavında başarılı olanlar 3. ve 4.sınıfı örgün olarak okuyabiliyor veya uzaktan eğitim adı altında yine açıktan lisans tamamlama yoluna gidebiliyorlar. Buna da İlahiyat Lisans Tamamlama kısaca İLİTAM deniyor. Bu şekilde ilahiyatı tamamlayanlar lisans mezunları gibi aynı hakka sahip oluyorlar. Örgün ilahiyat yapan ilahiyatların çoğunda İLİTAM eğitimi verilmektedir.

Fakülte veya üniversite sayısının artırılmasını çok anlamış değilim. Haydi, bölümlerin örgününü açtık, çocuklarımız okusun diyoruz. Örgün eğitime devam edemeyecek olan çalışanlar için de bazı bölümleri açık öğretim adı altında okumalarına imkan sağladık diyelim. Örgün eğitim yoluyla 4-5 yıl ilahiyat eğitimi almış ilahiyatçıların çoğu eleştiriliyor iken İLİTAM adı altında uzaktan eğitime niçin gereksinim duyuldu? Ülkenin acil ilahiyatçıya mı ihtiyacı vardı? Bildiğim kadarıyla mevcut ilahiyatlar ihtiyacı fazlasıyla gidermektedir.

İlahiyat okumak sadece bilgiden mi ibaret? Din alanı toplumda zaman zaman başımızı ağrıtan, tartışmalara sebebiyet veren netameli bir alandır. Toplum, yanında bir ilahiyatçı bulduğunda çoğu zaman bilir diye ilahiyatçıyı soru bombardımanına tutmakta, görüş sormaktadır. Uzaktan eğitim alan biri, kendisini başka kaynak ve ortamlarda yetiştirmediği müddetçe toplumun din alanındaki sorularına ne derece makul cevap verebilir? Çünkü bu alan sadece bilgiden ibaret değildir. Ayet bileceksin, hadislere vakıf olacaksın, analiz  ve yorum yapabileceksin, bu konudaki farklı fikirlerden haberdar olacaksın, yeri geldiğinde hüküm vereceksin. Bu da okul müştemilatında arkadaş ortamında edinilir. Çünkü örgün eğitimde kantin vb. ortamlar öğrencilerin birbiri ile muhaveresine şahitlik eder.

Kanaatimce İLİTAM'lar yanlış bir uygulamadır. Sorumlu yetkililer İLİTAM'lardan ne murat etmektedirler? Aklıma bu vesileyle dini eğitim alsınlar iyi niyeti geliyor. Eğer böyleyse -bu yol ile okuyanların hepsini kastetmiyorum- yarım hoca dinden eder. Yoksa bu yol ile bölüm hocalarına maddi kaynak veya iş mi bulunuyor veya niyetleri, okumak isteyenlere bir meşgale bulmak ve onları oyalamak mı?

Başta İLİTAM'lar olmak üzere sorumlular açık öğretimi, uzaktan eğitimi, ikinci öğretimleri yeniden gözden geçirseler iyi olur. Üniversite sınavlarında istenen başarıyı gösteremeyen düşük puanlı kişileri değişik isim ve yollar ile lisans mezunu yaparak zaten yerlerde sürünen eğitim ve öğretimimizi iyice ayaklar altına almayalım, olmayan kaliteyi düşürmeyelim, çocuklarımızı bu kapılarda oyalamayalım. Bölüm hocalarına ders ve meşgale lazım ise bunlardan bilimsel çalışma isteyelim. Odalarına kapanıp bilimsel makale yazsınlar, alanlarında kitap çıkarsınlar.
Not: İLİTAM okumakta olan veya bitirmiş ama kendisini yetiştirmiş kişilerin oranı az da olsa vardır.

*25/02/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


11 Şubat 2019 Pazartesi

Tanzim Satış Noktasındayım



—Alo!
—Buyurun müdür bey!
—Hocam! Bir durum mu var? Dersiniz vardı, gelmediniz. Yoksa unuttunuz mu?
—Hayır, unutmadım.
—O zaman?
—Gelmek isterdim ama yetişemeyeceğim.
—Niçin?
—Alışverişteyim.
—Hocam! Dersiniz var, ne alışverişi şimdi? Bu ne sorumsuzluk!
—Benden sorumlusunu bulamazsınız. Ama evimi, mutfağımı, cebimi düşünmek zorundayım.
—Hocam! Anlatamadım galiba! Sana aileni düşünme demiyorum. Şimdi ders zamanı! Alışverişin sırası mı?
—Onu bana değil, şu anda tanzim satış yapan belediye görevlisine soracaksınız bunu.
—Tanzim satışta ne işiniz var? Alışverişi mahallendeki markette yapsaydın ya...
—Mahallemdeki markette sebzeler pahalı. Alamıyorum ki! Burada çok ucuz. İstersen sen de gel. Okul kaçacak değil ya. Dersi bir ara telafi ederim. Ama bu ürünleri bu fiyata  bu şehirde bir başka yerde bulamam.
—Hocam! Uzatmayalım. Ben şu anda nöbetçi öğretmen görevlendiriyorum. Lütfen hemen dersinize gelin. Aksi halde...
—Gelmeyi çok isterdim ama uzun kuyruk var. İki saattir kuyruktayım. Daha alışveriş yapamadım. Bu kadar bekledim, sıradan çıkıp gelemem.
—Niye zamanında gitmedin alışverişe?
—Sabah 08.00'den beri buradayım. Ben geldiğimde 1,5 km'lik bir kuyruk vardı. Dersim 13.00'de başlıyor, nasılsa yetişirim deyip girdim kuyruğa. Almak zorundayım artık.
—Bu durumda görevinize gelmediğiniz için size soruşturma açmak zorundayım. Sonucuna katlanırsınız.
—Vereceğiniz cezaya razıyım. Üstelik alacağım cezayı da biliyorum. Kuyrukta beklerken alacağım cezaya baktım. Beni bu durumda kınama ile tecziye edebilirsiniz.  İstediğiniz kadar kınayın. Bir kınama alacağım diye aile saadetimi bozamam.
—Aile saadetinizle ne alakası var bu işin?
—Olmaz olur mu? Hanım evde domates, patlıcan, biber bekliyor. Bugün almazsam ocağıma incir dikmiş olurum. Bunu en iyi sizin bilmeniz lazım. Zira evli birisin. Hanım tuz dedi mi içim cız eder. Elin mahkum, alacaksın.
—O zaman şimdiden cezana razısın.
—Siz verin, hatta elinizden geleni ardınıza koymayın. Ayrıca vereceğiniz cezayı iptal edecek insaf sahibi hakimler var bu ülkede. Siz halden anlamadınız ama onlar halden anlarlar. Çünkü piyasa malum. Onlar da ev geçindiriyorlar.
—Benden günah gitti o zaman!
—Haydi bana ceza verdiniz diyelim, diğer öğretmenler ne olacak? Dersleri az sonra başlayacak kaç öğretmen var kuyruğun arkasında. Bence siz de gelin alışverişe. Çünkü çok ucuz.
—Doğru söylüyorsun. Benim adıma da alabilir misin? Cezayı şey edelim.
—Olurdu hocam ama görevliler kota uyguluyor. Herkese istediği kiloyu vermiyor.
—Anladım. Nerede bu tanzim satış yeri?
—Şehir meydanında.
—Geliyorum, görüşürüz.
—Görüşürüz.

Not: Yaşadığım şehirde tanzim satış noktası halen oluşturulmadı. Ben şimdiden plan yapıyorum.


Padişahlığa Özenmeyen Var mı İçimizde? *

Bakmayın siz zaman zaman padişahlık sistemini eleştirdiğimize: "Yok padişahlar tek adamdı, despottu; dediği dedik, astığı astık idi. Genellikle babadan oğula geçen bir sistemdi. Bu sistemde vatandaşın söz hakkı yoktu. Padişahın sözü kanundu, her şey onun iki dudağı arasındaydı. Ölünceye kadar tahtta dururdu." der, ardından "Bereket, cumhuriyet kuruldu da monarşiden kurtulduk" deriz. 

Yaptığımız bu eleştirilerde haklı mıyız?  Halkıyız elbet. Çünkü saltanatın savunulacak  bir tarafı yok. Yaptığımız eleştiri de bir durum tespiti. Şimdi izin verirseniz tespitlere devam edelim.

1923'de saltanatı kaldırarak cumhuriyeti kurduk, seçimler yaptık, vekiller ve cumhurbaşkanları seçtik, Peki seçimler yaparak saltanattan kurtulduk mu? Pek sayılmaz. Çünkü bu ülkeyi yönetmeye talip hemen hemen herkesin bilinçaltında padişah olma, tek adam olma, ebedi olma hayali hep olmuştur. Mesela Mustafa Kemal, karşısında hiç aday olmadan Meclisin oyuyla 4 dönem cumhurbaşkanı seçilmiştir. Toplamda 15 yıl cumhurbaşkanlığı yapmıştır. Genç yaşta vefat etmemiş olsaydı kuvvetle muhtemel karşısına aday çıkmadan daha uzun süre cumhurbaşkanı olacaktı. Atatürk, Cumhurbaşkanı iken biri karşısına aday olarak çıkmaya cesaret edebilir miydi? Öyle zannediyorum, kimse aday olamazdı.

Atatürk'ün vefatının ardından tek aday olarak gösterilen İsmet İnönü, çok partili sisteme geçinceye kadar aralıksız 12 yıl cumhurbaşkanı olmuş ve partisi tarafından ölünceye kadar partinin değişmez genel başkanı ve Mili Şef ilan edilmiştir. Dış baskı olmasaydı İnönü, çok partili sisteme geçmeyecek ve ölünceye kadar başımızda cumhurbaşkanı kalacaktı. Seçim mi? Problem değil, tek aday olarak onaylanmış sadece. Çok partili sistemden sonra muhalefete düşmesine rağmen siyasette mücadele etti. Eğer partisi yeniden iktidara gelebilseydi, yeniden cumhurbaşkanı olmaktan geri durmazdı.

60 ihtilâlı olmasaydı 10 yıl cumhurbaşkanlığı yapan Celal Bayar, görevine devam edecekti.

Aradakileri geçelim. Bunlar, Anayasa ile sınırlandırılmasaydı belki de gitmeyeceklerdi. Süresi dolanlar da görevlerini bırakıp giderlerken üzüntüleri görülmeye değerdi.

İlk üç cumhurbaşkanında olduğu gibi şu anda partili bir cumhurbaşkanı var: Erdoğan. Üstelik halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı. Seçilirken de karşısında adaylar vardı. Belki de ilk demokratik cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası cumhurbaşkanı seçildi. 5 yıl olan süresi bitince öyle zannediyorum 2.beş yıl için de aday olup belki de tekrar seçilecek.  Halihazırda başka partilerden karşısına aday çıkabiliyor iken partisinden "Ben de adayım" diye karşısına çıkabilen olur mu Erdoğan'ın? Sanmam. Ne şansı olur ne de cesareti. Yetkilerine gelince tek partili sistemin cumhurbaşkanları olan Atatürk ve İnönü gibi hem partisine hakim, hem ülke siyasetine hakim. Sözünün üzerine kimse söz söyleyemez. Süresi bitince Erdoğan siyasetten çekilir mi? Sanmam. Bekleyip göreceğiz. Çünkü siyasette bir gün bile uzun sayılır. Yarın çok şeylere gebedir. Süre bitiminde köprünün altından çok sular akabilir.

Sözün özü 1. 2. ve sonuncu cumhurbaşkanları partili ve tek yetkili. Bugüne kadar olmasını isteyip de dedikleri olmamış değildir. Tıpkı ülkeyi babadan oğula yöneten padişahlar kadar etkili ve yetkinler. Bir dedikleri ikiletilmez. Buradan benim çıkardığım, ülke ister mutlakiyet, ister cumhuriyet ile yönetilsin bizdeki kişilere bağlı saltanat düşüncesi değişmiyor. Belki tek farkı, saltanatta dayatma var ise cumhuriyette ikna yöntemi ya da Meclis çoğunluğuna güvenme düşüncesi vardır. Sonuçta her ikisinde de gelen, gitmemek üzere görevini ifa etmektedir. Süresi bitip gitmek zorunda kalırlarsa en büyük hayıflanmaları bir süre sınırının olmasına olur.

Yukarıda örnekler verirken isimlere yer verdim. Örnek verirken amacım, cumhurbaşkanlığı yapan kimseleri eleştirmek ve ayıplamak değildir. Niyetim bir durum tespiti idi. Seçildiği zaman gitmemek üzere görev yapanlara da kızmıyorum. Aynı durumda olsaydım, kuvvetle muhtemel ben de gitmemek üzere bu devletin başında olur, sözümün üzerine söz söylemezdim herhalde. Çünkü bende de her Türk vatandaşında olduğu gibi padişahlık özlemi var. Sistemin adı ister cumhuriyet, ister mutlakıyet olsun, kitabına uydururdum. Çünkü bizim ülkemizde yerleşmiş kurum kültürü yoktur; kişilere bağlı, onları başta tutmaya yarayan kişi siyaseti vardır.

Anlatmak istediğim, ülkeyi ister yöneten olalım, ister bu ülkenin siyasetten uzak bir bireyi olalım, hepimizin içinde -karşı çıksak da- bir padişahlık özlemi var. Özellikle Doğu toplumlarında durum budur. Biz, süresi bitip arkasına bakmadan çekip giden ABD başkanlarına benzemeyiz. Konan kural, yasa veya Anayasayı bile kendi lehimize olacak şekilde değiştirmekten geri durmayız. Yeter ki yerimizde kalalım.

Bilmem meramımı anlatabildim mi? Ben biraz anladım gibi. Umarım size de anlatabilmişimdir.

*30/10/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

10 Şubat 2019 Pazar

En İyisi Banka Yönetim Kurulu Üyeliği Galiba! ***


Birkaç yıldır sebebini anlayamadığım şekilde bende bir makam ve koltuk hırsı belirdi. Nerede bir koltuk boşalsa senden iyisi can sağlığı dedi nefsim bana.  Vekil seçilmekten tutun da bakan olmaya, belediye başkanlığından Cumhurbaşkanlığına heveslenmediğim makam kalmadı. Günümüzde her kapıyı açan, her gittikleri yerde el üstünde tutulan ve adlarına bir çakmakları olan muhtar olmayı bile düşündüm. Gönlümden geçen hiçbir koltuk nasip olmadı bugüne kadar. Şimdi düşünüyorum da beyhude çabaymış bendeki. Yanlış yerde aramışım şöhreti ve koltuğu. Olmayacak duaya amin demek gibi bir şeymiş bendeki bitmez tükenmez bu hırs.

Ne düşünüyorsun, yeni yol haritan nedir derseniz bundan sonra en büyük hayalim, bir bankanın yönetim kurulu üyesi olmak. Bu da nereden çıktı demeyin, atlamışım bugüne hep. Dar bir ufka sahip olduğuma hayıflanıyorum şimdi. Neden daha önce bir bankanın yönetimine kendimi atmayı düşünmedim? Şimdi düşünüyorum da benim geleceğim banka yönetim kurulu üyeliğindeymiş. Bu karara ne zaman vardın derseniz bir akşam TV kanalında bir akademisyeni ağzım açık dinledim. Mustafa Kemal'in bir bankada yüzde 28'lik bir hissesi varmış. Bu paranın temettüsünü Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumuna bağışlamış. Bu paranın TDK ve TTK'ya gidip gitmediğini denetlemekle müzmin muhalif partimizi yetkili kılmış. Bu partimiz de kendisi bir kuruş para almadan ilgili bankanın yönetim kuruluna üç üye atamakla yükümlü. Buraya kadarını hepiniz biliyorsunuz sanırım. Denetim görevini yapmak üzere atanan partili üyenin beheri ne kadar maaş alıyor derseniz, 22 bin lira efendim. Eski parayla 22 milyar. Yani 27 yıldır devlete çalışan benim aldığım maaşın 5 kat fazlası. Bu parayı duyunca dudağım uçukladı ama iştahım kabardı. Devlet memuru olup 27 yıldır boşa kürek çekmişim. Zamanında bu partiye girip bir nefer gibi çalışsaydım hiçbir şey olamasam bile ilgili bankanın yönetim kurulu üyeliğine kendimi bir atabilseydim bugün kendim ihya olduğum gibi çoluk-çocuğum da bayram eder, sayemde güngörmüş olurlardı. Kör talihim dedim kendi kendime. Taş atıp elim mi yorulacaktı, sabahtan akşama mesai mi yapacaktım? Banka görevlilerinin aylık, üç, altı ve yıllık hazırlamış oldukları temettünün altına imza atıp paranın TDK ve TTK'ya gidip gitmediğini sistemden takip edecektim. Sistemi anlamasam da ilgili kurum başkanlarına telefon açıp "Sayın başkan emanet hesabınıza geçmiş mi, bir bakar mısın" diye sorardım.

Sizden istediğim bana bundan sonra sırada hangi göreve talipsiniz dememeniz. Bundan sonra tek hedefim hiç sağa sola bakmadan adı geçen bankanın yönetim kurulu üyesi olmaktır. Başka verilecek hiçbir görevde gözüm yok. Çok şey isteyip hiçbir şey olamamaktansa tek şeye odaklanmamın daha akıllıca olacağını düşünüyorum artık. Zaten bir şeyi çok istersen olur derler ya, benimki de öyle bir şey bundan sonra.

Banka yönetim kurulu üyeliği yaparken tek amacım vasiyetin yerine ulaşıp ulaşmadığını kontrol etmek olacaktır. Yani hizmet. Yaptığım hizmetin karşılığı olarak bana takdir edilen maaşa gelince bu sembolik maaşın iki bin lirasını beni bu zor göreve layık gören parti genel başkanımın ödemek zorunda olduğu tazminatlara katkım olsun diye partimde oluşturulan fona bağışlamak olacaktır.



***14/02/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Ne Kadar Halkçıyız?

Atatürk ilke ve inkılaplarından biri de halkçılıktır. Ne demek halkçılık? "Bireyler arasında hiçbir hak ayrılığı görmemek, topluluk içinde hiçbir ayrıcalık kabul etmemek, halk adı verilen tek ve eşit bir varlık tanımak görüş ve tutumu, popülizm." Benim bu tanımdan anladığım vatandaşların eşit olması, birinin diğerine karşı ayrıcalıklı olmamasıdır.

Halkçılık sadece bir ilke olarak kalmamış, aynı zamanda Anayasamızın 10.maddesinde de yer verilerek eşitlik, anayasal güvence altına alınmıştır:

"Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir."

"Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür."

"Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz."

"Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar."

Halkçılığı bu tanımıyla sevdim. Ki olması gereken de bu. Zira kimsenin kimseye karşı bir üstünlüğü olamaz, olmamalı da. Fakat böyle mi? Bu ülkede yaşayan herkes eşit ve eşit haklara sahip mi? Her birimiz kanun, ödev, imkan ve imtiyazlarda eşit miyiz? Keşke böyle olsaydı! Nasıl ki içki şişede durduğu gibi durmuyorsa bizdeki halkçılık da tamamen bir göz boyamadan, halkın gazını almaktan ibarettir. Sözde halkçılıktır bizdeki. Halkçılık değil, sınıfçılık var. Örnek ver örnek mi diyorsunuz. Buyurun:

*Her Türk vatandaşı askerlik yükümlülüğünü yapmakla yükümlüdür. Yaşı geldiği zaman herkes işini, gücünü bırakır; asker harçlığı hariç devletten bir kuruş para almadan askerlik vazifesini yerine getirir. Burada sormak isterim. TSK'da görev yapmak üzere yetişen subaylar  bu anlamda bu ülkede askerlik yapıyor mu? Subayların yaptığı zaten askerlik, daha ne askerliği yapacak derseniz, subayların yaptığı askerlik, vatandaşın yaptığı askerlik değildir. Yaptıkları bir nevi devlet memurluğudur. Askeri okulu bitiren maaşlı olarak orduda görev yapar. Vatandaş nasıl askerlik yapıyor? Sivil hayattaki görevini bırakarak silahaltına alınıyor. Devlet ne kendine maaş veriyor ne de ailesine. SGK'si bile işlemiyor. Askerde geçirdiği süreyi emekliliğine saydırmak için vatandaş para ödemek zorundadır. Anlatmak istediğim vatandaşın yaptığı askerlik ile subayların yaptığı askerlik arasında dağlar kadar fark vardır.

*Milletvekilinin yaptığı siyaset ile devlet memurunun siyaseti arasında uçurumlar var. Mesela bir milletvekili, vekillikten istifa etmeden belediye başkan adayı olabiliyor, adaylık sürecinde maaşı ve diğer imkanları devam ediyor. Bir devlet memuru vekil veya belediye başkan aday adayı olmak isterse YSK'nin belirlediği takvimde memuriyetten istifa etmesi gerekiyor. Aday seçildim, seçileceğim derken aylarca maaş almadan bekliyor ya da arazide meccanen çalışıyor. Burada nerede eşitlik var? Memura deniyor ki maaş ve imkanlardan yoksun olarak çalış. Niçin vekiller için böyle bir yol düşünülmez? Bu ayrıcalık basit bir ayrıcalık değildir.

Verdiğim bu iki örnek bile bu ülkede eşitliğin olmadığını göstermektedir.