5 Aralık 2018 Çarşamba

İster misiniz Devlet Bir de Atık Poşet Bedeli Alsın? ***


Doğaya ve sağlığımıza verdiği zarardan ötürü naylon veya plastik poşetlerin normal şartlarda hiç üretilmemesi ve piyasada olmaması gerekir. Zararlı olduğu bilinmesine rağmen yıllar yılı naylon poşetlere alıştık, alıştırıldık. Poşet kullanımını azaltmak, tüketiciyi bilinçlendirmek ve caydırıcı olsun diye çıkarılan yasa ile poşetler 1 Ocak 2019'dan itibaren poşetlerin beheri marketlerde 25 kuruşa satılacak. 

Poşet deyip de geçmeyelim. Yılda kişi başı ortalama 440 poşet kullanıyormuşuz. Uygulama ile 40 poşete indirme hedefleniyormuş. 25 kuruşa satılacak poşetler ne derece caydırıcı olacak? Bunu da kullanıma başladıktan sonra anlayacağız. Parayla alınacak poşetleri kullanımında daha dikkatli olacağımız kesin. Fakat tam çözüm olacağı kanaatinde değilim. Çünkü zararlı da olsa poşetler bizim elimiz-kolumuz. Hem market alışverişini koyar, hem de evde oluşan çöpleri çöp kutusuna atmak için kullanıyorduk. Yine bir eşyayı tamire götürmek için poşetlerden faydalanıyorduk. Keşke parayla satma yolunu denemeden önce naylon poşetin işlevini görecek çevre dostu alternatif ambalajlar üretip piyasaya sürebilseydik. Elimizde kullanabileceğimiz fazla bir alternatif olmadığı için paralı ve zararlı da olsa öyle zannediyorum plastik poşetleri zorunluluktan yine kullanmaya devam ederiz gibi geliyor bana. Bu da tüketiciye az da olsa artı bir yük getirecektir. Firmalar bedava verdiği poşetten para kazanacak. Hatta devlet de kazanacak bu uygulama ile. Olan dar gelirliye olacak. Yani fatura vatandaşa çıkarılacaktır.

Bereket devlet şimdilik bu zararlı atıkla mücadeleyi öngörüyor. Umarım bu işi ticarete dönüştürmez. Çünkü devlet bazen nereden, nasıl vergi koyarım hesabı yapar. Suda yaptığı gibi! Nitekim önceleri sadece kullanılan suyun bedelini alan devlet -kim akıl verdiyse- son yıllarda kullandığımız suyun bir de atık bedelini alıyor kaç yıldır. Hâlbuki kullandığımız suyu zorunlu olarak atacağız. Başka ne yapabilirdik ki? Devlet attığımız suyun da hesabını yapıyor ve hesabımıza yazıyor. Anlayacağınız sineğin yağı gibi bir şey bu. Aynı su işinde olduğu gibi yarın devlete biri akıl verirse bakarsınız devlet "Atık Poşet Bedeli" adı altında yeni bir vergi türü icat edebilir. Neden olmasın? Poşeti ne yaptın diye sorabilir. Devlet bu! Eşeğin aklına karpuz kabuğunu getirmede olduğu gibi yeter ki devlete biri bunu akıl versin. 

Devlet, atık su bedelinde olduğu gibi yarın bir de "Atık Poşet Bedeli" adı altında vatandaşa yük çıkartırsa bize düşen devlete bu aklı verene rahmet okumak olacaktır. 

*** 08/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


4 Aralık 2018 Salı

Hapishaneleri Boşaltmanın Yolu


Türkiye'de zaman zaman adına af denmese de cezaevinde yatan hükümlü mahkûmları dışarı salıvermenin bir yolu bulunur. Çünkü seçim vaadi olarak ya söz verilmiştir ya da hapishaneler kapasitesinin üzerinde bir doluluğa sahiptir. İçeri boşaltılmalı ki yeni suç işleyenler cezaevine girebilsin. Böyle giderse biz bol bol yeni hapishaneler açmaya devam ederiz. Zaten salsak da çözüm değil. Çünkü saldığımız yeniden suç işliyor. Yeni suç işleyenleri içeri alamıyoruz. Çünkü dolu. Bunun yerine Adli Kontrol Şartını uyguluyoruz bol bol. Anlayacağımız cezaevlerimiz adalet dağıtmıyor: Birer medreseyi Yusufiye değil. Tıpkı adaletimizin adalet dağıtmadığı gibi! 

Aslında bunun çözümü bende. Hem hapishaneleri boşaltırım hem de yeni suç işleyenler cezaevine girmez. Nasıl mı? Normalde bu formülümü Adalet Bakanı olunca uygulamaya koymayı düşünüyordum ama bu iş beklemeye gelmeyecek. Bir an evvel formülümü uygulamaya koyalım ki hapishanelerimiz sinek avlasın.

Nedir önerin derseniz? Yeni suç işleyenlere durmadan Adli Kontrol Şartı uyguluyoruz ya, işte bu kuralı genişleterek cezaevlerindeki mahkûmlar için de uygulayalım diyorum. Mahkûmun suçunun büyüklüğüne ve küçüklüğüne bakmadan içerideki suçluları Adli Kontrol Şartıyla tahliye edersek hapishaneler boşalır, girmek isteyene de “Dur bakalım, cezaevi bu kadar ucuz değil. Ceza olarak seni içeriye almayacağız, serbestsin deriz, olur biter. Bu durumda mahkûmlar hürriyetine kavuşur, siyasilerimiz af çıkarmak zorunda kalmaz. Bu kriz döneminde üstelik bu yol ile devlet ekonomik yönden rahatlar. Yeni cezaevleri yapmaz, hatta mevcutları satar. İnfaz memurlarını istihdam etmez, onlara maaş vermez. Adliyelerin yükü hafifler, devlet cezaevlerindeki mahkûmların yeme, içme, barınma ve güvenlik işi ile uğraşmaz ve harcama yapmaz. Adliyelerin yükü hafifleyeceği için fazla hâkim, savcı, mübaşir ve zabıt kâtibine ihtiyaç kalmaz. Devlette görev alacaklara "Adli Kontrol Şartı ile salıverilmemek" şartını da koyarız. Daha bitmedi. Polise de suçluyu yakalama görevi verilmez. Kim suç işlerse gıyabında "Adli Kontrol Şartı ile hakkında işlem yapılmıştır" kararı verileceğinden fazla polis istihdamına da gerek duyulmaz. Avukatlık mesleği tarih olur. Devlet ve vatandaş avukatlara para ödemek durumunda kalmaz. Aileler yakınımı ziyaret edeceğim deme yoluna gitmez, masraf ve vakit harcanmaz.

Biliyorum bu önerimi beğenmediniz. Hatta bıyık altından "Öneriye bak, hizaya gel" dercesine gülüp garipsediniz. Bence bu öneri yabana atılacak bir öneri değildir. Uzun uğraş sonucu patenti bana ait olarak kayıtlardaki yerini alacaktır. Bu önerim uygulansın, sonucu hep beraber görelim günümüzü. Hoş herkesi içeriye dıktık da sonuç ne oldu? Onca masraf ve çabaya rağmen suçluyla mücadelemiz sıfır elde var sıfır değil mi? Hem benimki masrafsız. Denemesi de bedava. Patent parası falan istemiyorum. Haydin yetkililer! Alın size yol ve yöntem! Uygulayın, ne kaybedeceksiniz ki?


"Ben devletin yemeğini nasıl yerim?" ***

Evlendirdiğim oğlum tarafından hısım olduğumuz 90 yaşın üzerindeki bir anneanneyi bir ay önce defnettik. Ölüm çatmadan önce rahatsızlığından dolayı kızı, annesini Meram Tıp Fakültesi Hastanesinin yoğun bakım ünitesine yatırır. Doktorlar teyzeyi burada birkaç gün misafir ederler. Öğün vakti diğer hastalara olduğu gibi bu hastaya da yemek servisi yapılır. Fakat teyze "Ben devlete ne yaptım da yemeğini yiyeceğim" diyerek gelen yemeği geri çevirir. Kızı, dışarıdan annesi için yemek getirtmek zorunda kalır.

Teyze vefat etti, darı bekaya uçtu. Biz gelelim biz sağlara. Bu teyzenin duyarlılığının "d" si biz sağlarda var mı? Çok tanımıyorum ama belki bu teyze okur-yazar bile değil. Olsa olsa ilkokul mezunudur. Hastanedeki yemeği yemesi kadar doğal bir şey yoktu hâlbuki. Ama kendisi öldü gitti, belki kendisine göre devlete bir şey yapmadı. Ama çekip giderken bile yoğurdu üfleyerek yedi gitti. Hayatım boyunca unutmayacağım ender kişilerden biri olarak kalacak bu teyze hep. Bir ayağı çukurdayken bile geride kalan bizlere ders vermeyi ihmal etmeyen bu teyze, kendisini sürekli tanıyan yakınlarına ne dersler verip gitti kim bilir? Öyle zannediyorum bu teyze bu duyarlılığıyla çocuklarına haram lokma yedirmemiştir.  Şanslı aileymiş vesselam! Aslında her ailede bu teyze gibi birileri olacak ki çoluk çocuğuna ne yedirdiğini takip edecek ve yaşantısıyla çevresine örnek olacak. Allah gani gani rahmet eylesin, mekânı cennet olsun bu teyzenin.

Bu teyze fî tarihinde yaşamış biri değil,  2018'de vefat etti. Yani asırdaşız. Bugün biz neredeyiz? Ne yediğimize, ne içtiğimize; yediğimiz ve içtiğimizin nereden geldiğine dikkat eden birileri miyiz? Şayet böyleysek yediğimiz ve içtiğimizde hiç şüphe yok demektir. Helal olsun, ne mutlu bize! 

Şimdi bu teyze kalkıp gelse devletin üyeleri için ödediği aidatlarla bir STK'nın, yönetim kurulu üyeleriyle birlikte bir beş yıldızlı otelde seminer yaptığını duysa, sınırsız yeme ve içmenin sendika tarafından yani devletin parasıyla karşılandığını öğrense  en hafifinden "Vah kuzum! Sizin yediğiniz, içtiğiniz öbür dünyada burnunuzdan fitil fitil gelir" demez miydi? Bence derdi. Hatta bu seminerin iş-güç zamanı olduğunu, yöneticilerin esas işlerini bırakarak bir tatil beldesinde seminer adı altında tatil yaptığını duysa "Vah kuzum! Sizin öbür dünyada yatacak yeriniz olmaz" der miydi demez miydi? Bence derdi. "Ben cahil halimle(!) Allah'tan korkarım, en iyisi siz de korkun" bile derdi.

Ezcümle hasta haliyle ölümle pençeleşen teyze gibi hastane yemeğini yemeyecek kadar hassas olmayalım ama kamu malı konusunda özellikle üyeler adına gelen parayı kendimize doğru yontarak gerekli-gereksiz yerlerde harcamayalım. Bilelim ki üyeler adına gelen bu paralar bize birer emanettir, yerli yerince kullanalım. Bu para yenecekse üyelerle birlikte yiyelim. 

*** 11/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Başkası Kötülenerek Bir Yere Varılamaz *

Sosyal medyayı açınca sayfama düşen bazı takipçiler vardır. Yaptıkları tek şey düşman veya rakip gördüklerini durmadan kötülemek. Yoluna baş koyduğu bu iş için nerede bir yazı, bir paylaşım varsa işime yarar düşüncesiyle paylaşma yoluna gidiyor. Çünkü işleri bu! 

Düşüncesine, fikrine ve zikrine uygun olmayan icraatlar elbette eleştirilecek. Buna bir diyeceğim yoktur. Hamama giren terleyecek. Tasvip görmeyen icraat ve tasarruflar muhalifleri tarafından tenkide tabi tutulacaktır. Bazı eleştirilerinde haklılık payı da olabilir. Ama bu tipler bana inandırıcı gelmiyor. Çünkü hayata ve olaylara tek gözlükle bakmayı itiyat edinmişlerdir. Zaman zaman da muhalif oldukları zihniyetin bir icraatını "Bunu doğru yapmışlardır" deseler bir hakkı teslim edeceğim: Bu adamlar objektif takınıyor diyeceğim. Ama ne mümkün! Gözlerini öyle kin bürümüş olmalı ki iyi olanı görmeleri, görüyorlarsa da tasvip etmeyi kendilerine yediremez, mutlaka altında bir Çapanoğlu ararlar. Sanıyorlar ki muhalif olmak her şeye karşı çıkmaktır.

İnandırıcılıklarını her şeyi eleştirerek kaybeden bu kişiler bir konuda ne yapılması gerektiğini eleştirdiklerinin altına ilave etseler diyeceğim ki ajandaları dolu. İcraatın başına geldikleri zaman ne yapacaklarını biliyor, alternatifli düşünüyorlar. Bir şey olmaya, bir yere gelmeye göz kırpan bu tipler ömrünü başkasının icraatını kötülemeye verdikleri kadar ne yapacaklarını anlatsalar aslında bir mesafe alırlar, bir mevzi kazanırlar. Ama gördüğüm kadarıyla dertleri bir yere gelmek değil. Zira olsaydı projeleriyle ortaya çıkar; başkasını değil, kendilerini ve olması gerekenleri anlatırlardı. Bulundukları statüleri muhalifliklerinden kazanmış olmalılar ki bir adım ileri gitmeden mevcudu korumaya çalışıyorlar.

Ömrünü muhalifliğe, başkasını kötülemeye adamış, kişi siyaseti yapan bu kişiler rakibinin her yaptığına ön yargılı olduğu için rakiplerinden alabilecekleri bir şey yok, rakiplerinin de bunlara verebileceği bir şey yok. Sürekli kişi siyaseti yaptıkları için kendilerinin ne yapacağını kamuoyu da bilemiyor. Bilinen tek yönleri: Çarşı, her şeye karşı olmaları! Böyleleri gelir mi bir yere? Çok zor! Bu insanların kendilerine saygısı varsa, bir yere gelmede samimilerse, ülke için bir şeyler yapma gibi bir dertleri var ise başkalarını hep kötüleme yerine kendi yapacaklarını anlatarak bu işe baş koyabilirler. Bu ülkede iş yapacaklarsa her şeyden önce halkın teveccühünü kazanmanın yollarını bulmalılar. Yoksa müzmin muhalif olarak hep yerinde sayar ve kendilerine teveccüh göstermeyen halkı kötüler dururlar. 

Bunların yaptığı bir sınavda yüz alan öğrenciyi kötülemek gibidir. Hâlbuki yüz alanı kötüleme yerine kendileri de yüz alma yoluna gitseler mesafe alacaklardır. Bunun için taşın altına ellerini uzatmaları gerekiyor. Çalışmada gözleri yok. Sadece mevcudu eleştiriyorlar. Bu yaptıklarıyla kimseye de pozitif enerji vermiyorlar. Ah bu durumu bir bilseler!

* 15/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Baba! Sen Her Şeyi Alırken Niçin Bol ve Uzun Olanını Alıyorsun? ***


—Baba! Ayakkabın hayırlı olsun, yakışmış. Fakat biraz büyük değil mi?
—Evet büyük aldım.
—Niye ayağına göre almadın? Bak benimkine! Tam ayağıma göre.
—Alışkanlık diyelim.
—Anlamadım.
—Bak evlat! Bizim nesil her şeyi bol ve uzun giydi. Babamız alırken uzun vadeli giymemizi hesaba kattı. Giydik, üzerimizde eskittik. Eskimediyse de bizden küçük kardeşimize devrettik.
—Senin giydiklerini bir başkası da mı giydi daha sonra?
—Evet! Benimkini bir başkası, ben de bir başkasınınkini giydim.
—Zor olmadı mı bir başkasınınkini giymek?
—Ne münasebet! Hatta sevindik bile. Yepyeniydi bizim için.
—Ben başkasının giydiğini giymem. 
—Yepyeni bile olsa giymezsiniz bilirim. Ne başkasının kullandığını giyer, ne de başkasına verirsiniz. Çünkü bencilsiniz. Kendinize Müslümansınız. 
—Ayıp oluyor ama!
—Niye ayıp olsun evlat! Öyle değil mi? Elbise, gömlek, tişört vb. ne alırsanız tam vücudunuza göre alırsınız. Ayakkabı mı alacaksınız, tam ayağınıza oturacak. Bir milim geniş ve uzununu almazsınız. Siz yarını düşünmez, anlık düşünürsünüz. Bir giydiğinizi uzun süre giymezsiniz. Değiştirip atarsınız. Zaten atmazsanız bile işinize yaramaz. Çünkü ya kilo alırsınız, giydiğinizi giyemez ya da ayağınız uzar, ayakkabınız daralır. 
—Ya ne olacaktı? Ne de olsa biyolojik bir varlığız. Büyüdükçe uzayacağız: Elbise ve ayakkabımız daralacak.
—Doğru evlat! Büyüyeceksiniz elbette. Aynı şekilde kalıp turşunuzu kuracak değiliz.
—O zaman mesele ne?
—Mesele, aldığınız üzerinizde eskimiyor. Eskiler yeni bir şey alanı gördüklerinde "Üzerinde eskisin" derlerdi ve biz eskitirdik. Hatta eskiyen yere yama yaptırır, giymeye devam ederdik. Sizin üzerinizde eskimesi mümkün değil. Çünkü alternatif giyiminiz var. Eskimeden vücudunuza olmamaya başlar. Vücudunuza olsa bile modası geçti diye giymezsiniz. 
—Herkes öyle yapıyor. Sadece ben mi?
—Zaten sorun herkeste! Moda dedikleri bu işte! Kullan at, yenisini al. Tüketim toplumu dedikleri budur zaten! Baban taksit ödesin durmadan. Aldığının taksidi bitmeden diğerini alıyoruz. Çünkü daralıyor. Bir defa taksit bitmeden yenisini alsam kendimi dünyanın en bahtiyar babası sayacağım.
—Sizin devir geçti artık!
—Geçti elbet! Zaten geriye dönüş yok. Herkes ne yapıyorsa biz de onu yapacağız. Siz beğeneceksiniz biz alacağız. Tercih hakkımız var mı? Elimiz mahkûm!
—Sen baya doluymuşsun baba!
—Dolu olmamak ne mümkün evlat? Yaptığınız iş iş değil, gittiğiniz yol yol değil. Size sözümüz geçmiyor. Bari kendimiz bol, uzun ve geniş olanını almaya devam edelim. Ne olur ne olmaz. Belki kilo alır, belki aldığımız çeker ve kısalır. Biz sizin gibi anlık yaşamayız. Aldık mı yarınları düşünürüz. Tıpkı babalarımızın bize yaptığı gibi! İşin garibi biz babalarımızın yolundan gidiyoruz ama siz evlatlarımız bizim peşimizden gelmiyor. Devir bu devir işte!
—Ayakkabın hayırlı olsun demiştim. Araya kaynadı gitti.
—Sağ ol evlat!

*** 25/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

3 Aralık 2018 Pazartesi

Şimdi Samimiyet Zamanı! *


Ağustos ayında ekonomik krize sürüklenmemiz için paramızın dolar karşısında değer kaybetmesi üzerine az oynanmadı. Freni özellikle patlatılan bir kamyonu üzerimize salarak ekonomik yönden uçuruma yuvarlanmamız istenmişti. Hatta bu süreçte 1 $ 7,15 seviyesini gördü. Şükür ki doların ateşi söndü veya söndürüldü.

Paramız üzerine oynanan oyun -şimdilik- durdu ve piyasalar rahat bir nefes aldı. Ekonomik veriler iyiye doğru gidiyor. Ama tam anlamıyla rahatladığımız söylenemez. Çünkü ülke hala bu girdaptan kurtulmuş değil. Bir silindir gibi üzerimizden geçen doların bıraktığı enkazın altından çıkmak kısa zamanda kolay görünmüyor. Doların ateşi sönmekle beraber zamlanan ürün ve eşyalarda bir inme söz konusu değil. Vatandaş yüksek fiyatlarla cebelleşiyor. Paramızın erimesiyle alım gücümüz azaldı. Anlayacağımız ekonominin verdiği tahribatın yükü hala vatandaşın üzerinde.

Hükümet, başlattığı enflasyonla topyekûn mücadele adı altında firmaları fiyatlarında indirime davet ederken kendisi de bazı ürünlerin KDV ve ÖTV oranlarında indirime gitti. Uzun bir süre akaryakıt fiyatlarını vatandaşa yansıtmadı. Kamuda tasarruf dönemini başlattı. Devlet ve millet el ele verdikten sonra bu ekonomik girdaptan inşallah en kısa zamanda kurtulacağız. Ama tüm bu yapılanlar yeterli mi?  Bence yeterli değil. Bu süreçte kimin gücü neye yetiyor, kim neyinden feragat edebilecekse onu yapması gerekiyor. İsterseniz dilimin altındaki baklayı çıkartayım. Zaten bende bakla ıslanmaz.

Malumunuz Mart 2019 seçimlerine doğru gidiyoruz. Tüm partiler adaylarını ya belirlediler, ya da belirleme aşamasındalar. Adaylarını tam netleştirdikten sonra meydanlar yeniden ısınacak. Çünkü birkaç belediye daha fazla kazanmak için siyasi partilerimiz miting başta olmak üzere bir dizi propaganda dönemine girecekler. Gazetelerin yazdıklarına göre hazine yardımı alacak partilerimizin hesabına seçim yardımları aktarıldı bile. Hazineden çıkan para az-buz bir para değil. Bu paralar seçim zamanı partilerimiz tarafından afiş bastırma, miting yapma, araç kiralama, ulaşım vb yollarda harcanacak. Şimdi taşın altına ellerini koyma sırası siyasi partilerimizde. Bence yapacakları bu yardımın önemli bir miktarını “Biz bu ekonomik darboğazda miting yapmayacağız, afiş vb bastırmayacağız, gazete ve televizyonlara reklam vermeyeceğiz” diyerek hazineye geri vermeleridir. Şayet böyle yaparlarsa ben buna samimiyet derim, ülkeyi düşünme derim, memleketi seviyorlar derim. Bu seçimde tek yapacakları televizyon, sosyal medya gibi yollarla propagandalarını yapmaları olacaktır. Biz her ne kadar her seçimi bir memleket meselesi görüp genel seçim havası içerisinde değerlendirsek de bu seçim mahalli bir seçimdir. Yerinden yönetim anlamında yerel temsilcilerimizi seçeceğiz. Bırakalım seçtiğimiz adaylar başkanı olacakları mahalde adam adama markaj uygulayarak kendilerini ve yapacaklarını tanıtsınlar. En az masraf hangi propaganda ile yapılıyorsa onu uygulayalım bu seçimde. Halkımız zaten her partinin düşüncesini biliyor. Üstelik ramazan demedik erkene aldığımız bir seçimi daha haziran ayında yaptık. Tekrar tekrar yollara düşüp miting gibi demode olması gereken yöntemlerle vatandaşa ulaşma yollarını terk edelim. Üstelik bu yol ile siyasilerimizin sesleri kısılmayacak, yorulmayacaklar, şehirlerimiz mitingler dolayısıyla trafik ve gürültü kirliliği çekmeyecek, yollarımız kapanmayacaktır. 

Var mısınız siyasilerimiz bu dediklerimi yapmaya? Haydi gösterin vatanseverliğinizi! Haydi gösterin samimiyetinizi! Çünkü zaman samimiyet sınavından geçme zamanı şimdi!

* 05/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


2 Aralık 2018 Pazar

Yeniçeri misiniz Mübarekler?

Yeniçeri Ocağı, kurulduğu andan itibaren Osmanlı'da uzun süre önemli bir işlev ifa etmiştir. Devlete fetih üzerine fetih kazandırmıştır. Ne zaman ki Osmanlı Duraklama ve Gerileme dönemine girdi, yeniçeri sorunu başladı. Ne laftan anladı ne de sözden. Padişah güçsüz ise seslerini daha gür çıkardılar. Kah kazan kaldırdılar,  kah istemezük deyip kelle aldılar. Ne maaş beğendiler ne de para. Asli görevleri dışında her şeye burunlarını soktular. Siyasetin tam içine girdiler. Yani yozlaştılar.  Kendilerini Hint kumaşı gören bu ocaktan Osmanlı lağvetmek suretiyle kurtuldu. Zayiatı da büyük oldu. Yerine kurulan ordular da Osmanlı'yı yıkılmaktan kurtaramadı.

Yeniçeri ıslah edilebilir miydi? Denendi aslında bu. Ama hep isyanlara oynayan yeniçeriyi ıslah ne mümkündü! 

Yeniçeri kaldırıldı, tarih oldu ama yeniçeri tıyneti değişmedi hiç. Bugün yeniçeri zihniyeti birçok meslek grubunda aynen devam ediyor. İstisnalar kaideyi bozmaz ama işçi, öğretmen, memur, esnaf vb. Bu şekilde. Hepimiz mevcut durumumuzdan memnun değiliz ama tutturmuş bir yol gidiyoruz. Kim bu düzenimizi değiştirmeye kalkıyorsa “olur mu öyle şey” diyerek karşı çıkıyoruz. Çünkü mevcut rahatımızın kaçacağı endişesiyle rahatımızdan ödün vermeye yanaşmıyoruz. Herkes iyi gitmeyen durum değişsin istiyor ama bu değişim kendisine dokunmadan olsun istiyor. Ne demek istediğimi örneklendirmek istiyorum: Din Öğretimi Genel Müdürlüğü'nün öğretmenlerin gelişimine katkıda bulunmak amacıyla Din Kültürü öğretmenlerine yönelik ayda bir ders vaktinde düzenlediği seminerlerin zamanlamasını eleştirmiş, bu tür aktiviteler yapılacaksa haziran ve eylül seminer döneminde yapılmasının daha uygun olacağını veya yaz dönemi yapılabileceğini “Din Öğretimi Genel Müdürlüğü İyi Yapmıyor” başlıklı yazımda önermiştim. 1.5 sayfalık yazımda Din Öğretimini bu tasarrufundan dolayı eleştirmiş, bir şeyi yaparken bir başka şeyi yıkmaması ve önceliğinin ders olması gerektiğine değinmiştim. Yazımı doğru bulan çoğunluğun yanında azımsanamayacak bir kesim de tepki gösterdi. Tek suçum seminerlerin gerekirse yazın yapılabileceğini söylememdi. Uzun yazının içeriğinden çıkardıkları bu idi. Seminerden rahatsız olan bu kişiler “Olur mu öyle şey! Yaz tatili öğretmenlerin tatili. Tatile dokunulamaz. Seminer hafta sonu yapılamaz, mesaiden sonra olmaz, cumartesi ve pazar olmaz, yazarın önerisine katılmıyoruz” şeklinde eleştiriler geldi. Üzüntüm eleştiriye değil. Yazıyorsan övgü kadar yergi de olacak. Ayrıca herkes benimle aynı görüşte olmak zorunda değil. Beni üzen meslektaşlarım ne seminer istiyor, ne tatiline dokunulsun istiyor, ne de değişeyim istiyor. Gördüğüm kadarıyla herkes durumundan memnun. İstedikleri bana ve rahatıma dokunulmasın. Teşbihte hata olmaz ama nedense bir kısım meslektaşımın istemezük tavrı bana Yeniçeri Ocağındaki yeniçerilerin tavrını hatırlattı. Üzüntüm buna. Umarım bu arkadaşlar hafta sonu benim tatilim der ve okullarında hafta sonları açılan yetiştirme kurslarında görev almamışlardır. Çünkü tatilleri ne de olsa! Ama ücreti iyi diye hafta sonu kurs istemişler ve derse geliyorlarsa işte burada çelişki görürüm ve buna daha fazla üzülür; bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu derim.

Yazımı yazımın başlığıyla bitireyim: Yeniçeri misiniz mübarekler!