4 Aralık 2018 Salı

Başkası Kötülenerek Bir Yere Varılamaz *


Sosyal medyayı açınca sayfama düşen bazı takipçiler vardır. Yaptıkları tek şey düşman veya rakip gördüklerini durmadan kötülemek. Yoluna baş koyduğu bu iş için nerede bir yazı, bir paylaşım varsa işime yarar düşüncesiyle paylaşma yoluna gidiyor. Çünkü işleri bu! 

Düşüncesine, fikrine ve zikrine uygun olmayan icraatlar elbette eleştirilecek. Buna bir diyeceğim yoktur. Hamama giren terleyecek. Tasvip görmeyen icraat ve tasarruflar muhalifleri tarafından tenkide tabi tutulacaktır. Bazı eleştirilerinde haklılık payı da olabilir. Ama bu tipler bana inandırıcı gelmiyor. Çünkü hayata ve olaylara tek gözlükle bakmayı itiyat edinmişlerdir. Zaman zaman da muhalif oldukları zihniyetin bir icraatını "Bunu doğru yapmışlardır" deseler bir hakkı teslim edeceğim: Bu adamlar objektif takınıyor diyeceğim. Ama ne mümkün! Gözlerini öyle kin bürümüş olmalı ki iyi olanı görmeleri, görüyorlarsa da tasvip etmeyi kendilerine yediremez, mutlaka altında bir Çapanoğlu ararlar. Sanıyorlar ki muhalif olmak her şeye karşı çıkmaktır.

İnandırıcılıklarını her şeyi eleştirerek kaybeden bu kişiler bir konuda ne yapılması gerektiğini eleştirdiklerinin altına ilave etseler diyeceğim ki ajandaları dolu. İcraatın başına geldikleri zaman ne yapacaklarını biliyor, alternatifli düşünüyorlar. Bir şey olmaya, bir yere gelmeye göz kırpan bu tipler ömrünü başkasının icraatını kötülemeye verdikleri kadar ne yapacaklarını anlatsalar aslında bir mesafe alırlar, bir mevzi kazanırlar. Ama gördüğüm kadarıyla dertleri bir yere gelmek değil. Zira olsaydı projeleriyle ortaya çıkar; başkasını değil, kendilerini ve olması gerekenleri anlatırlardı. Bulundukları statüleri muhalifliklerinden kazanmış olmalılar ki bir adım ileri gitmeden mevcudu korumaya çalışıyorlar.

Ömrünü muhalifliğe, başkasını kötülemeye adamış, kişi siyaseti yapan bu kişiler rakibinin her yaptığına ön yargılı olduğu için rakiplerinden alabilecekleri bir şey yok, rakiplerinin de bunlara verebileceği bir şey yok. Sürekli kişi siyaseti yaptıkları için kendilerinin ne yapacağını kamuoyu da bilemiyor. Bilinen tek yönleri: Çarşı, her şeye karşı olmaları! Böyleleri gelir mi bir yere? Çok zor! Bu insanların kendilerine saygısı varsa, bir yere gelmede samimilerse, ülke için bir şeyler yapma gibi bir dertleri var ise başkalarını hep kötüleme yerine kendi yapacaklarını anlatarak bu işe baş koyabilirler. Bu ülkede iş yapacaklarsa her şeyden önce halkın teveccühünü kazanmanın yollarını bulmalılar. Yoksa müzmin muhalif olarak hep yerinde sayar ve kendilerine teveccüh göstermeyen halkı kötüler dururlar. 

Bunların yaptığı bir sınavda yüz alan öğrenciyi kötülemek gibidir. Hâlbuki yüz alanı kötüleme yerine kendileri de yüz alma yoluna gitseler mesafe alacaklardır. Bunun için taşın altına ellerini uzatmaları gerekiyor. Çalışmada gözleri yok. Sadece mevcudu eleştiriyorlar. Bu yaptıklarıyla kimseye de pozitif enerji vermiyorlar. Ah bu durumu bir bilseler!



* 15/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Baba! Sen Her Şeyi Alırken Niçin Bol ve Uzun Olanını Alıyorsun? ***


—Baba! Ayakkabın hayırlı olsun, yakışmış. Fakat biraz büyük değil mi?
—Evet büyük aldım.
—Niye ayağına göre almadın? Bak benimkine! Tam ayağıma göre.
—Alışkanlık diyelim.
—Anlamadım.
—Bak evlat! Bizim nesil her şeyi bol ve uzun giydi. Babamız alırken uzun vadeli giymemizi hesaba kattı. Giydik, üzerimizde eskittik. Eskimediyse de bizden küçük kardeşimize devrettik.
—Senin giydiklerini bir başkası da mı giydi daha sonra?
—Evet! Benimkini bir başkası, ben de bir başkasınınkini giydim.
—Zor olmadı mı bir başkasınınkini giymek?
—Ne münasebet! Hatta sevindik bile. Yepyeniydi bizim için.
—Ben başkasının giydiğini giymem. 
—Yepyeni bile olsa giymezsiniz bilirim. Ne başkasının kullandığını giyer, ne de başkasına verirsiniz. Çünkü bencilsiniz. Kendinize Müslümansınız. 
—Ayıp oluyor ama!
—Niye ayıp olsun evlat! Öyle değil mi? Elbise, gömlek, tişört vb. ne alırsanız tam vücudunuza göre alırsınız. Ayakkabı mı alacaksınız, tam ayağınıza oturacak. Bir milim geniş ve uzununu almazsınız. Siz yarını düşünmez, anlık düşünürsünüz. Bir giydiğinizi uzun süre giymezsiniz. Değiştirip atarsınız. Zaten atmazsanız bile işinize yaramaz. Çünkü ya kilo alırsınız, giydiğinizi giyemez ya da ayağınız uzar, ayakkabınız daralır. 
—Ya ne olacaktı? Ne de olsa biyolojik bir varlığız. Büyüdükçe uzayacağız: Elbise ve ayakkabımız daralacak.
—Doğru evlat! Büyüyeceksiniz elbette. Aynı şekilde kalıp turşunuzu kuracak değiliz.
—O zaman mesele ne?
—Mesele, aldığınız üzerinizde eskimiyor. Eskiler yeni bir şey alanı gördüklerinde "Üzerinde eskisin" derlerdi ve biz eskitirdik. Hatta eskiyen yere yama yaptırır, giymeye devam ederdik. Sizin üzerinizde eskimesi mümkün değil. Çünkü alternatif giyiminiz var. Eskimeden vücudunuza olmamaya başlar. Vücudunuza olsa bile modası geçti diye giymezsiniz. 
—Herkes öyle yapıyor. Sadece ben mi?
—Zaten sorun herkeste! Moda dedikleri bu işte! Kullan at, yenisini al. Tüketim toplumu dedikleri budur zaten! Baban taksit ödesin durmadan. Aldığının taksidi bitmeden diğerini alıyoruz. Çünkü daralıyor. Bir defa taksit bitmeden yenisini alsam kendimi dünyanın en bahtiyar babası sayacağım.
—Sizin devir geçti artık!
—Geçti elbet! Zaten geriye dönüş yok. Herkes ne yapıyorsa biz de onu yapacağız. Siz beğeneceksiniz biz alacağız. Tercih hakkımız var mı? Elimiz mahkûm!
—Sen baya doluymuşsun baba!
—Dolu olmamak ne mümkün evlat? Yaptığınız iş iş değil, gittiğiniz yol yol değil. Size sözümüz geçmiyor. Bari kendimiz bol, uzun ve geniş olanını almaya devam edelim. Ne olur ne olmaz. Belki kilo alır, belki aldığımız çeker ve kısalır. Biz sizin gibi anlık yaşamayız. Aldık mı yarınları düşünürüz. Tıpkı babalarımızın bize yaptığı gibi! İşin garibi biz babalarımızın yolundan gidiyoruz ama siz evlatlarımız bizim peşimizden gelmiyor. Devir bu devir işte!
—Ayakkabın hayırlı olsun demiştim. Araya kaynadı gitti.
—Sağ ol evlat!

*** 25/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

3 Aralık 2018 Pazartesi

Şimdi Samimiyet Zamanı! *


Ağustos ayında ekonomik krize sürüklenmemiz için paramızın dolar karşısında değer kaybetmesi üzerine az oynanmadı. Freni özellikle patlatılan bir kamyonu üzerimize salarak ekonomik yönden uçuruma yuvarlanmamız istenmişti. Hatta bu süreçte 1 $ 7,15 seviyesini gördü. Şükür ki doların ateşi söndü veya söndürüldü.

Paramız üzerine oynanan oyun -şimdilik- durdu ve piyasalar rahat bir nefes aldı. Ekonomik veriler iyiye doğru gidiyor. Ama tam anlamıyla rahatladığımız söylenemez. Çünkü ülke hala bu girdaptan kurtulmuş değil. Bir silindir gibi üzerimizden geçen doların bıraktığı enkazın altından çıkmak kısa zamanda kolay görünmüyor. Doların ateşi sönmekle beraber zamlanan ürün ve eşyalarda bir inme söz konusu değil. Vatandaş yüksek fiyatlarla cebelleşiyor. Paramızın erimesiyle alım gücümüz azaldı. Anlayacağımız ekonominin verdiği tahribatın yükü hala vatandaşın üzerinde.

Hükümet, başlattığı enflasyonla topyekûn mücadele adı altında firmaları fiyatlarında indirime davet ederken kendisi de bazı ürünlerin KDV ve ÖTV oranlarında indirime gitti. Uzun bir süre akaryakıt fiyatlarını vatandaşa yansıtmadı. Kamuda tasarruf dönemini başlattı. Devlet ve millet el ele verdikten sonra bu ekonomik girdaptan inşallah en kısa zamanda kurtulacağız. Ama tüm bu yapılanlar yeterli mi?  Bence yeterli değil. Bu süreçte kimin gücü neye yetiyor, kim neyinden feragat edebilecekse onu yapması gerekiyor. İsterseniz dilimin altındaki baklayı çıkartayım. Zaten bende bakla ıslanmaz.

Malumunuz Mart 2019 seçimlerine doğru gidiyoruz. Tüm partiler adaylarını ya belirlediler, ya da belirleme aşamasındalar. Adaylarını tam netleştirdikten sonra meydanlar yeniden ısınacak. Çünkü birkaç belediye daha fazla kazanmak için siyasi partilerimiz miting başta olmak üzere bir dizi propaganda dönemine girecekler. Gazetelerin yazdıklarına göre hazine yardımı alacak partilerimizin hesabına seçim yardımları aktarıldı bile. Hazineden çıkan para az-buz bir para değil. Bu paralar seçim zamanı partilerimiz tarafından afiş bastırma, miting yapma, araç kiralama, ulaşım vb yollarda harcanacak. Şimdi taşın altına ellerini koyma sırası siyasi partilerimizde. Bence yapacakları bu yardımın önemli bir miktarını “Biz bu ekonomik darboğazda miting yapmayacağız, afiş vb bastırmayacağız, gazete ve televizyonlara reklam vermeyeceğiz” diyerek hazineye geri vermeleridir. Şayet böyle yaparlarsa ben buna samimiyet derim, ülkeyi düşünme derim, memleketi seviyorlar derim. Bu seçimde tek yapacakları televizyon, sosyal medya gibi yollarla propagandalarını yapmaları olacaktır. Biz her ne kadar her seçimi bir memleket meselesi görüp genel seçim havası içerisinde değerlendirsek de bu seçim mahalli bir seçimdir. Yerinden yönetim anlamında yerel temsilcilerimizi seçeceğiz. Bırakalım seçtiğimiz adaylar başkanı olacakları mahalde adam adama markaj uygulayarak kendilerini ve yapacaklarını tanıtsınlar. En az masraf hangi propaganda ile yapılıyorsa onu uygulayalım bu seçimde. Halkımız zaten her partinin düşüncesini biliyor. Üstelik ramazan demedik erkene aldığımız bir seçimi daha haziran ayında yaptık. Tekrar tekrar yollara düşüp miting gibi demode olması gereken yöntemlerle vatandaşa ulaşma yollarını terk edelim. Üstelik bu yol ile siyasilerimizin sesleri kısılmayacak, yorulmayacaklar, şehirlerimiz mitingler dolayısıyla trafik ve gürültü kirliliği çekmeyecek, yollarımız kapanmayacaktır. 

Var mısınız siyasilerimiz bu dediklerimi yapmaya? Haydi gösterin vatanseverliğinizi! Haydi gösterin samimiyetinizi! Çünkü zaman samimiyet sınavından geçme zamanı şimdi!

* 05/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


2 Aralık 2018 Pazar

Yeniçeri misiniz Mübarekler?

Yeniçeri Ocağı, kurulduğu andan itibaren Osmanlı'da uzun süre önemli bir işlev ifa etmiştir. Devlete fetih üzerine fetih kazandırmıştır. Ne zaman ki Osmanlı Duraklama ve Gerileme dönemine girdi, yeniçeri sorunu başladı. Ne laftan anladı ne de sözden. Padişah güçsüz ise seslerini daha gür çıkardılar. Kah kazan kaldırdılar,  kah istemezük deyip kelle aldılar. Ne maaş beğendiler ne de para. Asli görevleri dışında her şeye burunlarını soktular. Siyasetin tam içine girdiler. Yani yozlaştılar.   Kendilerini Hint kumaşı gören bu ocaktan Osmanlı lağvetmek suretiyle kurtuldu. Zayiatı da büyük oldu. Yerine kurulan ordular da Osmanlı'yı yıkılmaktan kurtaramadı.

Yeniçeri ıslah edilebilir miydi? Denendi aslında bu. Ama hep isyanlara oynayan yeniçeriyi ıslah ne mümkündü! 

Yeniçeri kaldırıldı, tarih oldu ama yeniçeri tıyneti değişmedi hiç. Bugün yeniçeri zihniyeti birçok meslek grubunda aynen devam ediyor. İstisnalar kaideyi bozmaz ama işçi, öğretmen, memur, esnaf vb. Bu şekilde. Hepimiz mevcut durumumuzdan memnun değiliz ama tutturmuş bir yol gidiyoruz. Kim bu düzenimizi değiştirmeye kalkıyorsa “olur mu öyle şey” diyerek karşı çıkıyoruz. Çünkü mevcut rahatımızın kaçacağı endişesiyle rahatımızdan ödün vermeye yanaşmıyoruz. Herkes iyi gitmeyen durum değişsin istiyor ama bu değişim kendisine dokunmadan olsun istiyor. Ne demek istediğimi örneklendirmek istiyorum: Din Öğretimi Genel Müdürlüğü'nün öğretmenlerin gelişimine katkıda bulunmak amacıyla Din Kültürü öğretmenlerine yönelik ayda bir ders vaktinde düzenlediği seminerlerin zamanlamasını eleştirmiş, bu tür aktiviteler yapılacaksa haziran ve eylül seminer döneminde yapılmasının daha uygun olacağını veya yaz dönemi yapılabileceğini “Din Öğretimi Genel Müdürlüğü İyi Yapmıyor” başlıklı yazımda önermiştim. 1.5 sayfalık yazımda Din Öğretimini bu tasarrufundan dolayı eleştirmiş, bir şeyi yaparken bir başka şeyi yıkmaması ve önceliğinin ders olması gerektiğine değinmiştim. Yazımı doğru bulan çoğunluğun yanında azımsanamayacak bir kesim de tepki gösterdi. Tek suçum seminerlerin gerekirse yazın yapılabileceğini söylememdi. Uzun yazının içeriğinden çıkardıkları bu idi. Seminerden rahatsız olan bu kişiler “Olur mu öyle şey! Yaz tatili öğretmenlerin tatili. Tatile dokunulamaz. Seminer hafta sonu yapılamaz, mesaiden sonra olmaz, cumartesi ve pazar olmaz, yazarın önerisine katılmıyoruz” şeklinde eleştiriler geldi. Üzüntüm eleştiriye değil. Yazıyorsan övgü kadar yergi de olacak. Ayrıca herkes benimle aynı görüşte olmak zorunda değil. Beni üzen meslektaşlarım ne seminer istiyor, ne tatiline dokunulsun istiyor, ne de değişeyim istiyor. Gördüğüm kadarıyla herkes durumundan memnun. İstedikleri bana ve rahatıma dokunulmasın. Teşbihte hata olmaz ama nedense bir kısım meslektaşımın istemezük tavrı bana Yeniçeri Ocağındaki yeniçerilerin tavrını hatırlattı. Üzüntüm buna. Umarım bu arkadaşlar hafta sonu benim tatilim der ve okullarında hafta sonları açılan yetiştirme kurslarında görev almamışlardır. Çünkü tatilleri ne de olsa! Ama ücreti iyi diye hafta sonu kurs istemişler ve derse geliyorlarsa işte burada çelişki görürüm ve buna daha fazla üzülür; bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu derim.

Yazımı yazımın başlığıyla bitireyim: Yeniçeri misiniz mübarekler!

1 Aralık 2018 Cumartesi

“Gizlilik denen bir şey var de mi?” ***


Cumartesi günü şehir içi toplu taşıma araçlarından dolmuştayım. Çarşıya doğru gidiyorum. Ben bindikten sonra oturaklar dolduğu gibi dolmuşun ortası da ayakta yolculuk yapan yolcularla doldu. Anlaşılan herkes benim gibi hafta sonu tatilini geçirmek için kendini çarşıya atmaya çalışıyor. 

Yolda binen bir hanımefendi ayakta yanıma tutundu. Benden genç olduğu için yer verme gereksinimi duymadım. Ne de olsa ihtiyar sınıfındanım. Kadın bir eliyle koltuklara tutunurken diğer eliyle telefona sarıldı. Başladı konuşmaya. Daha doğrusu konuşmaya, telefonun öbür ucundaki kişi ile konuşmaya çalışıyor. Nereden başladıysa “Annem nasılsın” dedi. Karşı taraftaki niye sordun, ne yapacaksın, ne istiyorsun demiş olmalı ki sordum dedi. Birkaç defa tekrarladı bunu. Sonradan konuştuklarından anladığıma göre telefondakinden birinin işyerini aramasını, bugün çalışıp çalışmadığını öğrenip kendisine dönmesini istiyordu. Kendisi arayamadığına göre sanırım karşı tarafla görüşemeyen biri. Görüşmek istediği pazartesi buradan ayrılacağından diğerlerinin haberi olmadan son kez görüşecekti. Anlaşılan bir araya gelmeleri ve görüşmeleri de yasak olmalı ki bulunduklarından kimsenin haberi olmaması için farklı duraklardan da binebileceğini söyledi durdu. 

Telefonun öbür ucundaki ses nereye gittiğini sormuş olmalı ki dolmuşta aşina olduğum kişi; çarşıda durmayacağını, Kozağaç tarafına geçebileceğini veya herhangi bir yer bulabileceğini söyledi. Sorunu nedir pek anlayamadım ama büyük ailevi sorunları olduğu, hatta sorunun aile dışına taştığı da belli. Çünkü konuştukça açılmaya başladı.

Nihayet benim yaşlarımda bir teyze “Bunların yeri burası değil, burada böyle konuşulmaz bu işler. Gizlilik denen bir şey var de mi? Kapat artık! Ayıp ayıp!” deyince bizimki hiç tepki vermeden telefonu kapattı.  Yanımda az daha dikildikten sonra boşalan bir koltuğa oturdu. Ardından ben dolmuştan indim. Kızımız nereye gittiğini ve ne yapacağını bilmeden gitmeye devam etti.

Zaman zaman toplu taşıma başta olmak üzere yolda, çarşıda, pazarda bu şekilde zorunlu konuşmalara kulak misafiri oluyorum. Böyle herkesin duyabileceği şekilde rahat rahat uzun uzun konuşup da pek huzurlu olanı görmedim. Kurban olduğum Allah'ım hiç huzurlu olanı görmeyecek miyim şu fani dünyada dedim içimden. Maalesef hiç sorunsuz insana rastlamadım. Hepsinin kafası bir yerlerde takılı. Sorunuyla yuvarlanıp gidiyor. Acaba mutluluğa kapı aralayacak bir ışık bulabilir miyim derdinde. Belki de çıtayı çok yüksek tuttuğumuz için aradığımız mutluluk ve huzuru bulamıyoruz. Allah kimseye dermansız dert vermesin.

Dert çok olunca veya normal bir meseleyi büyüttüğümüzden midir kimsenin haberi olmadan özelde yapmamız gereken konuşmaları toplu taşıma araçlarına da taşımaya devam ediyoruz. İyi ki görmüş geçirmiş teyzemiz “Burası yeri değil, gizlilik denen bir şey var de mi” dedi de dertli hanımefendi telefonu kapatıp kendi kabuğuna çekildi. Yoksa daha ne konuşacaktı kim bilir? Keşke toplu taşımalarda herkesin duyabileceği şekilde bu şekil konuşma yapanları uyaracak her araçta bu teyze gibi bir tane olsa dedim yine içimden. 

İnsan olup da sorunsuz bir hayat olur mu? Bu hayatı dikeniyle birlikte yaşamaya alışmak zorundayız. Merak ediyorum durumunu herkese duyuracak şekilde ulu orta faş edenlerin amacı ne olabilir ki? Ben çok dertliyim ve doluyum mesajı vermek istiyor, bana yardım edin demek istiyorsa kusura bakmasın dolmuşta kimse onun elinden tutmaz. Sadece gürültüsüyle insanları rahatsız etmiş olur. Amacı bu ise bunu fazlasıyla yerine getiriyor.  Eğer amacı cümle aleme derdini duyurmak ise dünya, küçük  bir dolmuştan ibaret değil, dolmuşlar dünyanın merkezi de değil. Pekala bu kişiler sesini duyurmak için sosyal medyayı kullanabilir. Bu vesileyle daha çok kişiye derdini ulaştırabilir. Hem bu yol ile de kimseyi rahatsız etmemiş olur.

En iyisi teyzenin dediği gibi derdini özelde halletmeye çalışırsa çok iyi olur. Çünkü özel hayat kalabalıkta masaya yatırılamaz. Keşke insanımız dertlenmeden önce derdini nasıl, nerede, ne şekilde çözebileceğinin yolunu bir güzel öğrenmiş olsa... Belki de işe buradan başlamamız gerekiyor.

*** 13/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




Bu Yazımı Cami Görevlileri de Okur Umuduyla! (2) *


Yıl 2012 veya 2013. Bir ramazan bayramı günü ailenin diğer efradı ile birlikte beldemde bayram namazından sonra bayram yemeği yiyeceğim. Sabah namazından sonra çıkarsam 75 km’lik mesafenin birçoğunu kat ederim, böylece bizi bekleyenleri de fazla bekletmem dedim. Çıktık çıkıyoruz derken bayram namazı vakti yaklaştı.

Yolcu yolunda gerek, namaza kadar epey yol alır, vaktin girdiği bir meskûn mahalde namazımızı kılarız diye düşündüm. Yol üzeri bir camiye girdik ben ve dört çocuğum. Cami imamı vaaz veriyor tüm camilerimizde olduğu gibi.  Dinlemeye koyulduk ailecek. Vakit geldi. Şimdi keser, az sonra keser derken sayın hocamız bir ramazan boyu içinde biriktirdiğini cemaate boşalttı. Benim derdim kasabama yetişmekti, onun derdi bir başkaymış.  “30 ramazan boyunca daha hızlı kılıyor diye buradaki camimizi çiğneyerek birçoğunuz daha uzaktaki camiye gitti. Arada kaç dakika oynadı? Olur mu böyle şey? Burada cami varken öteye gitmek yakışır mı” şeklinde cemaatini bir güzel fırçaladı güzel üslubuyla.

Hocamız hızını alamadı, coştukça coştu. Çünkü tam cemaatini, özellikle kendisinden kaçan mahallelisini bir arada bugün bulmuştu. O konuşuyor, ben ise durmadan kolumdaki saate bakıyorum. Şehrimiz için belirlenen bayram namazı vaktinden 15-20 dakika geçti. Maalesef bitirmedi. Sonra ne oldu derseniz baktım olmayacak: Az sonra nerede kaldınız, bekliyoruz telefonları ardı arkasına acı acı çalacaktı. Nihayet çocukluğumda babamın “Kılmadan çıkıp gelseydin” dediğini bu bayram namazında yaptım. Çocuklarıma bir el işareti yaparak bayram namazını kılmadan maalesef camiyi terk ettim. Kendimi bildim bileli terk ettiğim ilk bayram namazıydı belki de. (Umarım benden sonra o cami cemaati bayram namazını kılabilmiştir.)
*
Yazımda anlatmak istediğim maksadımı sanırım anlatabilmişimdir. Yazımı uzattım biliyorum. Hatta içinizden senin de bunlardan geri kalır tarafın yok dediğinizi de duyar gibiyim. Hani ben de yukarıda anlattığım iki anekdottaki biri müftü, diğeri imamdan geri kalır tarafım yok. Onlar kürsüye çıktığı ve mikrofonu aldıkları zaman nasıl ki uzatıyorlarsa ben de klavyenin başına oturunca sanki kendimi kürsüde sanıyorum. Yaz babam yaz! Onlar konuşuyor, ben ise yazıyorum. Aramızdaki fark bu! Ne de olsa ben de onlarla aynı familyadanım. Çekmez isem ölürdüm zaten. (Dua edin konuştuklarından hatırladıklarımın hepsini yazmadım. Oldu olacak bir de onları yazayım deseydim çekeceğiniz vardı.)

Şimdi gelelim sadede! Bu anlattığım iki olay şaz iki örnektir. Tüm din görevlilerini bağlamaz ve genele teşmil edilemez. Haklarını yemeyelim, içlerinde dakik olanları da çok!  Üstelik böyle örnekler de kalmadı.

Günümüzde böyle örnekler kalmasa da sağdan soldan, çalıştığım ortamdaki mesai arkadaşlarımdan cuma öncesi vaaz veren din görevlileriyle ilgili serzenişler duyuyorum. Çoğu insanımız günlük beş vakit namazını kılmasa da cuma günü soluğu camide alır. İçlerinde öğretmeni, işçisi, doktoru, esnafı, öğrencisi vs var. Çoğu da zamanla yarışıyor. Ya işini bırakıp camiye gelmiştir, ya da cumadan sonra işine yetişecektir.  İstedikleri, vaaz veren hatibin veya vaizin dış ezan biter bitmez namaza geçit vermesidir. Aslında görevli uzatsa uzatsa üç-beş dakika uzatıyor. Ama üç-beş dakika da olsa çoğu insanımız (Özellikle hastane ve okul bölgelerindeki cami cemaati) zamanla yarışıyor. Doktordur; hastasını muayene edecek, öğretmendir; dersine yetişecek. Yani herkesin kendine göre bir derdi var. Hocalarımızdan beklediğim ezanın bitmesi falan değil, ezan okunmaya başlar başlamaz sözlerini bağlamaları. Hep birlikte okunan ezanı görevli imam ve cemaatin birlikte huşu içerisinde dinlemeleridir. Hem ezan okunurken işi-gücü bırakıp ezan dinlenmeli diyen bizler değil miyiz? Tamam cemaat vaazı dinlemek için zamanında camiye gelmiyor. Namaz niyetiyle geldiklerinde üç-beş önemli cümle daha söyleyelim iyi niyetini taşıyor görevliler. Ama koyun can derdindeyken biz et derdinde olmazsak daha iyi olur. Unutmayalım ki marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir. (Sakın cami görevlilerimiz maça gidince iki saat orada bekliyorsunuz, ha camiden bir beş dakika geç çıkalım örneği vermeye falan kalkmasın! Bu tür örneklere de cemaat sapla-saman karıştırılıyor diye kızıyor, haberiniz olsun!)

Sonuç olarak cami ve din görevlileri hakkında yazmak zor. Üstelik cesaret ister. Çünkü işin ucunda yanlış anlaşılmak veya yanlış anlaşılmaya sebebiyet olmak da var. Bunun sonucunda topa tutulmak, tu kaka yapılmak da var. Siz buna cahil cesareti de diyebilirsiniz. Ama burada niyetim yapıcı bir eleştiridir. Bize hep İslam’ın hoşgörüsünden örnekler veren bu kardeşlerimizin engin hoşgörülerine sığındım yazarken.

Din kardeşim! Uzatmıyorsan hiç üzerine alma ve alınganlık gösterme. Sözüm meclisten dışarı. Ama ezandan sonra inatla hala konuşmaya devam ediyorsan işte sözüm sana. Yani sözüm meclisten içeri!

* 22/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Bu Yazımı Cami Görevlileri de Okur Umuduyla! (1) *


1976 veya 1977 yılları olsa gerek. İlkokul beşe geçtiğim veya bitirdiğim yılın güz aylarından bir cuma günüydü. Babam bir inşaatta amele olarak çalışıyor. Annem babam için azık hazırlamış, cumadan hemen sonra kendisine götürmemi istedi. Aman gecikme diye de sıkı sıkı tembihledi.

Elimde azık çıkınıyla birlikte yola çıktım. Cumayı nerede kılayım diye düşündüm. Kendi camimizde mi kılayım yoksa babamın çalıştığı yere yakın Büyük Camide mi? Ama Büyük Caminin cemaati camiden geç çıkardı. Çünkü caminin imamı Sarı Hoca namazı yavaş kıldırırdı. En iyisi namazı daha hızlı kıldıran mahallemiz imamı Esat Hoca'nın arkasında yani mahallemizde kılmalıydım. Çünkü inşaatta çalışan, bedenen efor sarf eden bir kişi kurt gibi acıkır, dört gözle öğle yemeğini bekler. Bekletmeye gelmezdi.

Aşağı mahalle adıyla bilinen mahallemiz camiine cuma kılmak için elimde azık çıkınıyla birlikte girdim. Tanımadığım biri vaaz veriyordu. Minberin önünde Esat Hoca yerine sarık ve cübbesini giymiş bir genç oturuyordu. Az sonra vaaz veren Çumra Müftüsü olduğunu tanıttı. Beldemize her zaman gelemediğini, bugün fırsat bulup geldiğini, gelirken de Çumra İHL son sınıfta okumakta olan bir genci hutbe okuyup namaz kıldırması, bir kişiyi de müezzinlik yapması için getirdiğini söyledi. Ardından çiftçilikle uğraşan kasabamızın şimdi ekin-harman ve ekim-dikim zamanı olmadığını, kimsenin işi gücü olmadığını, şimdi zamana bağlı kalmadan vaaz vermenin tam zamanı olduğunu, rahat olup bağdaş kurmamız ve kendisini dinlememiz gerektiğini ekledi. Kendisi de bir güzel bağdaş kurdu mihrabın önünde.

Cuma ezanı okundu. Ne kadar vakit geçti bilmiyorum. Müftü Bey bir güzel konuştu. Konuştukça konuştu. Bitirmedi bir türlü. Hocamız güzel konuşuyordu ama ben onu tam dinleyemiyordum. Çünkü aklım-fikrim babamdaydı. Ona azığını yetiştirmem gerekiyordu. Çıkıp gitsem mi acaba dedim. Ama daha cumayı kılamamıştım. Olmazdı. Haydi hocam! Ne olur, bitir şu konuşmayı! Herkesin işi olmayabilirdi ama benim işim vardı dedim içimden. Ne mümkün efendim! Konuştukça açıldı müftü bey! O zamanlar küçük bir çocuk olsam da müftü; içini, bildiklerini ve tüm birikimlerini camimize boşalttı desem yeridir. Tıpkı seyis hikayesinde papazın vaaz vermesi gibi. (Bu yazıda anlatılan hikayeyi okumak için https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2017/10/bu-dugunu-gormediyseniz-cok-sey-kacrdnz.html)

Vaaz ne zaman bitti, cumayı ne zaman kılabildik hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey benim evdeki hesabın camide tutmadığıydı. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştum. Namazı nasıl kıldım, caminin arkasına koyduğum nevaleyi nasıl aldım, çarık ayakkabılarımı nasıl giydim, camiden nasıl çıktım, nereye bastım bilmiyorum. Bildiğim deli danalar gibi dörtnala koştuğum. Koşarken Büyük Caminin önünden geçtim. Ne cemaat vardı caminin önünde ne de imam. İn-s- cin top oynuyordu. Sarı Hoca camiyi kilitlemiş, evine çekilmişti çoktan.

Nihayet babamın çalıştığı yere yaklaşırken durmadan nerede kaldı bu çocuk diye sağına soluna bakınan, bir taraftan da çalışan babamın daha ben yanına gelmeden bana olan hışmını el kol işaretinden anlayabiliyordum. Yanına varmadan kızmaya başladı. Nerede kaldın, saat kaç oldu dedi. Cumadan yeni çıktım dedim. Bu saate cuma mı kaldı dedi. Müftü gelmiş, vaaz verdi dedim. Cumayı kılmadan çıkıp gelseydin dedi. Ardından elimdekini almasıyla birlikte bir kenara çömeldi. Zaten açlığa dayanamayan, kolay kolay öğün kaçırmayan babam aç kurt gibi yemeye başladı. Bir taraftan da sana göstereceğim der gibi kafasını salladı durdu bana. (Meğersem birlikte çalıştığı arkadaşları cumadan sonra yemeklerini yemiş, babam bir güzel onlara bakmış, ardından işe koyulmuşlar. Onlar tok, babam ise aç bir şekilde.)

Babamın işe yeniden koyulmak için sinirli ve hızlı bir şekilde yediği yemek kabını aldıktan sonra evin yolunu tuttum. Ama içimde görevimi yapmış bir kişinin hazzı yoktu. Çünkü babamı memnun edememiştim. O zaman düşündüm mü bilmiyorum ama bugünden o güne bakınca rahmetli babamı gözümün önüne getirdim. Kendisini tanıdığım andan itibaren bir vakit namazını geçirdiğini görmedim. “Namaz kocatmaya gelmez” ve 27 kat sevabı var derdi hep. Tüm namazlarını camide cemaatle kılar, eve gelince de ilave nafile namaz kılardı. Namazlarını kılarken de ağır ağır ve huşu içerisinde kendisini namaza verir, namazdan çalmazdı. Aceleci biriydi ama iş namaza gelince namazın hakkını tam verir, aheste aheste kılardı. Bizi de namaza teşvik eder, kılıp kılmadığımızı ve camiye gidemediğimiz zaman niye gelmediğimizi sorardı. Namazımızı kıldığımız zaman sevinçten dört köşe olurdu. Namaz kılmayan birini gördüğünde kızar ve “Yiğidin alnı secdeye gelir mi” diyerek esprisini de patlatırdı.  Ama nedense bu sefer kıldığım cuma namazından memnun olmamış ve “Kılmadan çıkıp gelseydin” demişti bana. Bunu herkesten beklerdim de babamdan beklemezdim. Demek ki canına tak etmiş, beklemek ve açlık. –Devam edecek-

* 21/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.