4 Kasım 2018 Pazar

Bunun Adı Trafik Kazası mı, Evlilik Kazası mı yoksa İntihar mı? **

İnternet haberlerine bir göz atarken “Karı koca kavgası böyle bitti! Yara almadan çıktılar” başlığı dikkatimi çekti. Haberin detayını okuyunca “Seyir halindeyken sebebi bilinmeyen bir nedenle aralarında tartışma çıkan çift yol kenarındaki su kanalına uçar, arabaları yan yatan çift yara almadan çıkar ve sağlık kontrolü için götürüldükleri hastanede birbirinden şikayetçi olurlar. Bunun üzerine polis çifti karakola götürür.” (internethaber) Normal bir aile kavgası, neresi dikkatinizi çekti diyebilirsiniz. Bana göre haber baştan sona ilginç ve bir o kadar da ibretlik. Üzerinde durulması gerekir.

Su kanalına uçtuktan sonra yara almadan kurtulan çiftin ne çektiğini bir Allah bir de kendileri bilir. Çünkü ateş düştüğü yeri yakar. İzin verirseniz ben buzdağının görünen kısmını ele almaya çalışacağım:

Ne hayallerle bir araya gelip hayatlarını birleştiren çiftimiz anlaşılan mutlu değil, kaç yıldır evliler, çocukları var mı bilmiyorum ama bildiğim bir şey var, evlilikleri kavga ve gürültü üzerine yürüyor. O kadar çok kavga ediyor olmalılar ki ev ve barkta, park ve bahçelerde, ayakları yere basan yerlerde yaptıkları kavgalar yeterli olmamış olmalı ki ayakların yerden kesildiği, canlarının dört tekere emanet olduğu arabanın içinde ve seyir halindeyken kavgalarını devam ettiriyorlar. Neyi paylaşamadılar da bu şekilde ölüme davetiye çağırırcasına seyir halindeyken kavgaya tutuşuyorlar? En ufak bir dikkatsizliğin kazalara sebebiyet verdiği bir ortamda aynı yastığa baş koymuş, evliliklerini başa kadar sürdüreceklerine dair şahitler huzurunda verdikleri sözü bir tarafa bırakarak intihara kalkışıyorlar. İntihar diyorum çünkü seyir halindeki bir araç içinde kavga etmenin bir başka izahı olamaz. Keşke kavga nedenleri incir çekirdeğini dolduran bir kavga olsa yine gam yemeyeceğim. İçlerinden bir tanesi de aklını kullanıp aracı sağa çek, önce kavgamızı yapalım demiyor.

Çiftler aracın içinde kendilerini kaybetti, sinirleri tavan yaptı, kavga ettiler diyelim. Kaza yapıyorlar, araçları su kanalına uçup yan yatıyor, görenlerin haber vermesiyle hastaneye götürülüyor. Yaşadıklarından dolayı “Biz ne yaptık böyle! Şükür yaşıyoruz, burnumuz bile kanamamış, demek ki verilmiş sadakamız varmış, büyük bir facia atlattık, Allah bizi birbirimize bağışladı, bundan sonraki hayatımızı birbirimizi üzmeyecek şekilde devam ettireceğimize gel söz verelim, bizim bu araçtan sağ çıkmamız bize bir uyarıdır. Zira bir musibet bin nasihatten iyidir” deyip birbirlerine sarılacakları, birbirinden özür dileyecekleri, sevinç gözyaşı dökecekleri, ‘bir daha mı tövbe’ diyecekleri yerde çiftimiz hiçbir şey olmamış gibi hızlarını alamayıp birbirinden şikayetçi oluyorlar.

Başlarına gelen bu musibetten hala ders almayıp dediğim dedik, ben haklıyım kavgasını yapanlar, birbirlerini şikayet ettikleri zaman toz liman olan hayatları, sütliman mı olacak? Bugüne kadar göremedikleri ya da birbirlerinden esirgedikleri mutluluğu polis mi verecek, adliye mi verecek? Bu kadar gözü dönmüşlük neyin nesi? Yazık gerçekten! Başta bu çift olmak üzere bu yolun yolcuları şunu bilsinler ki kendilerinden başka kimse kendilerine mutluluk dağıtmaz. Hele karakol ve adliye hiç vermez, sorunu çözmez. Yaptıkları sadece anlaşamadıklarının tespitini yapar. Bunu zaten çiftler beceriyor. Sonuç, başlarının belası çözümsüzlükle yine kendileri karşı karşıya kalırlar.

Şunu anladım ki insan denen varlığın kendine ve evlendiği eşine yaptığı kötülüğü kimse kendilerine yapmaz.  Hayatlarına kıyacak kadar kavgaya tutuşup ölüme koşan çiftler merak ediyorum bu hayat sadece kendilerinden mi ibaret? Anne-baba ve çocukları bu işin neresinde? Kendilerinin mutluluğunu görmek istemenin ötesinde hiçbir beklentisi olmayan anne ve babalarını da mı düşünmüyorlar? Bu kadar mı bencilleşti bizim insanımız/çiftlerimiz? Hayatı bu şekil kendilerine ve ailelerine zehir edeceklerine “dinin yarısı denen evliliğe” hiç adım atmasalar daha iyi olur. Çünkü boy ve bosları, yaşları büyüse de sorumluluklarını taşıyacak yaşta değiller. Yok illa evleneceklerse ilk önce büyümeleri gerekiyor. 

** 04/11/2018 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.

Şiddet Sarmalından Nasıl Kurtuluruz? ***


—Azizim! Biliyorsun bu ülkede kadına, çocuğa, doktora, öğretmene şiddet ve öğretmenin öğrenciye şiddeti var, trafikte şiddet var. Var oğlu var maalesef. Gün geçmiyor ki ajanslar bu şiddetten birini  haber olarak vermemiş olsun. Özellikle kadına şiddet çok revaçta. 
—Şiddet her tarafımızı sarmış durumda. Yediğimiz, içtiğimiz şiddet dense yeridir.
—Şiddetle bu şekilde iç içe olmamızın sebebi nedir?
—Bu işin uzmanı değilim. Ama tecrübelerime dayanarak bunun birkaç nedenini söyleyebilirim. Bunlardan ilki küçüklükten itibaren ev ortamında, sokakta, okul vb. yerlerde ya şiddete maruz kalmamız ya şiddete maruz kalanı görmemizdir.
—Şiddet görmemiz ne alaka?
—Alakası, şiddet gören şiddet uygular. Çünkü gördüğümüz şiddet bilinçaltımıza yerleşir. Sıkışıp darda kaldığımız zaman "Bunu uygula" dercesine imdadımıza yetişir.
—İkincisi nedir?
—Dar bir kelime hazinesine sahip oluşumuz.
—Yani?
—Toplumumuzun geneli ortalama 200 kelimeyle konuşur. Kendimizi ifade etmekte zorlanırız. Yerine kullanacağımız kelime aklımıza gelmeyince çoğu zaman imdadımıza "şey" yetişir. Şey de olmasa işimiz kül. Neredeyse her birkaç cümlemizde şeye yer veririz. 
—Kelime hazinemizin kıtlığının şiddetle bağını kuramadım.
—Bence alakası büyük. Çünkü kelimeler kendimizi ifade etmemiz için birer araçtır. Mevcut dağarcığımız kendimizi ve derdimizi anlatmakta yeterli gelmiyor, bir müddet sonra aynı kelimelerle kendimizi tekrarlamaya başlıyoruz. Karşımızdakine de meramımızı anlatamayınca yani aciz kalınca önce sesimizi yükseltip rakibimizi susturmaya çalışıyoruz. Aslında kabul etmesek de sesimizi yükseltmemiz bir nevi şiddet uygulamaktır. Gerildiğimizin dışa vurumudur. Ardından şiddete başvurmamız gelir.
—Başka?
—Bencilliğimiz, empati yapmayışımız, başka fikir ve görüşlere açık olmayışımız gururumuz vs. Bu da şiddeti tetikleyen nedenlerdendir. İlla benim dediğim olacak bencilliğidir bu. Kendi aklımıza aşık olmamız da diyebiliriz buna.
—Başka var mı?
—Şiddete başvuranlara verilen cezanın caydırıcı olmaması.
—Başka?
—Karşı tarafı dinlemek istemeyişimiz ve ona önem vermeyişimiz.
—Başka kaldı mı?
—Bu kadar neden yetmez mi? Şiddet ortamında büyümemiz, kendimizi ifade etmede zorlandığımız kıt kelime hazinemiz, bencilliğimiz, gururumuz, iletişim yollarını kapalı tutmamız, hatamızı kabul etmek istemeyişimiz, karşı tarafı suçlamamız, sinirimize hakim olamayışımız ve yapanın yanına kar kaldığı ceza sistemimiz tüm bunlar bizi patlamaya hazır bir bombaya dönüştürüyor. 
—Şiddetin tedavisi yok mu?
—Zor ama imkansız değil. Bunun için yukarıda saydığım nedenleri yok etmekle ve birbirimizi dinlemekle işe başlayabiliriz. Karşı tarafın da haklı olduğunu düşünebilmeliyiz, birbirimize empati yapabilmeliyiz. Kısacası her şeyi ayrıntısına varıncaya kadar sakin bir ortamda konuşabilme becerisini hayata geçirebilmeliyiz. Tek çare iletişime açık olmamız.
—Aslında bu saydıklarını yapmak çok kolay!
—Kolay da biz zoru seçiyoruz. Hayatı hem kendimize hem çevremize zehir ediyoruz.
—Zor adamız vesselam!



*** 10/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


3 Kasım 2018 Cumartesi

Onca Prof. ve Doç. Ne Güne Duruyor? *


2023 Eğitim Vizyonunda hayata geçirebildiği takdirde eğitim ve öğretimde beklenen iyileşmenin görüleceğine dair olumlu kanaat taşımaktayım. Vizyonda uygulanacağı belirtilen bazı maddelerde ise olumlu ya da olumsuz bir öngörüde bulunamıyorum. Mesela bunlardan biri de "Öğretmenlerin yüksek lisanslı olması ve okullarda görev yapacak yöneticilerin yüksek lisans eğitimi almaları.

Bakanlık, görev yapmakta olan öğretmen ve idarecilerin lisans eğitimini yeterli görmemiş olmalı ki yüksek lisans eğitimini şart koşuyor. Okumanın ne zararı var, hatta iyi bile olabilir diyebilirsiniz. Ben de aynı sizin gibi düşünüyorum. Fakat aması var bu işin? Yüksek lisans şartı bundan sonra göreve başlayacak öğretmenler ve yeni görevlendirilecek idarecileri kapsıyorsa okumanın zararı yok, hatta faydası olur. Ama mevcut öğretmen ve yöneticileri kapsayacaksa işte burada durmak ve düşünmek lazım. Mevcut çalışanlar hemen yüksek lisans eğitimine başlasa en az iki yıllık bir eğitime tabi tutulmaları gerekiyor. Sonra hepsi aynı anda nasıl eğitime alınacak? Çünkü bir taraftan ders var, diğer taraftan eğitim alınacak. Mevcut yüksek lisans eğitimlerini yapmak için çalışanlar en az haftada bir eğitim almaları gerekiyor. Bu durumda okulda dersi olan öğretmenin dersi boş geçecek. Zannımca mevcutların yüksek lisans eğitimi bugünden yarına zor görünüyor. Haydi diyelim ki eğitim ve öğretimi engellemeyecek şekilde öğretmenler eğitimini hafta sonu aldı ve hepsi yüksek lisanslı oldular diyelim. Ne değişecek? İki yıl daha fazla okumakla eğitim ve öğretimimiz çağ mı atlayacak? Bu durumda tek değişenin öğretmenin yüksek lisans diploması alması olur. Bundan öte eğitimde gözle görülür bir iyileşme olacağına hiç ihtimal vermiyorum.

Bakanlık yetkilileri öğretmenlerin yüksek lisanslı olmamalarını sorun edip mevcut görev yapan bir milyon öğretmenin eğitim seviyesini yükseltmeyi düşünmekten ziyade mevcut öğretim görevlilerinden faydalanmayı denese daha iyi bir iş çıkarmış olur. Çünkü bugün öğrenciler tarafından tercih edilmediğinden üniversitelerin birçok bölümü öğrenci almamış ya da alamamıştır. Haliyle bu bölümlerin hocaları ya boşa çıkmış ya da birkaç yüksek lisans öğrencisine yüksek lisans  eğitimi vermekten öte bir şey yapmamaktadırlar. Bakanlık öncelikle bu öğretim görevlilerinden faydalanma yoluna gitmelidir. Üstelik çoğu yüksek lisanstan da öte sahasında doktor, doçent ve profesör unvanına sahip. Bunların kimini yönetici, kimini öğretmen olarak okullarda istihdam etsin. Birkaç yıl bunlar götürsün okulların eğitim ve öğretim işlerini. Yazımdan tüm okullara öğretim görevlisi verilemez, yeteri kadar öğretim görevlisi yok denirse en azından pilot okullara atama yapılabilir ilk önce. Başarı gelirse bu proje tüm okullara yaygınlaştırılabilir. Eğitim ve öğretimde gözle görülür bir iyileşme olursa öğretmenlere yüksek lisans şartı yerinde bir karar deriz, tüm öğretmenlere yüksek lisans eğitimi aldırma yoluna gideriz.

Üniversite öğretim görevlileri okullarda yönetici ve öğretmen olarak görevlendirildiğinde eğitim ve öğretimde beklenen başarı gelir mi? Denenmeden bir şey denemez ama mevcut eğitim ve öğretimimizden daha da kötü duruma düşeceğimiz endişesini taşıyorum. 

Mevcut öğretmenlerin eğitim ve öğretimle birlikte onları yüksek lisansa tabi tutmayı ben eğitim ve öğretim devam ederken öğretmenler verilen hizmet içi eğitime benzetiyorum. Hiç verimli olmaz. Bu durumu bir konuşmasında mevcut Bakan da söyledi: "Bana hizmet içi eğitimi artıralım diyorlar. Kendilerine hizmet içi verimli mi dediğimde hayır cevabı alıyorum. Madem verimli değil, o zaman niye artıracağız dedim."

Bana amma da karamsarsın diyebilirsiniz. Karamsar değilim ama çok umutlu değilim. Ne zaman ümit var olurum derseniz eğitim ve öğretimde sadece öğretmene değil; veli, öğrenci vb. tüm paydaşlara sorumluluk yüklenirse, tarafların her biri öz eleştiri yapar ve bir durum tespiti yapılır ve gerekli denetim yapılırsa mevcut öğretmenlerle eğitim ve öğretimde mesafe kat ederiz.

* 07/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





Şiddet Olaylarında Sadece Sonucu Tartışmak Ne Derece Doğru? ***

Yeni nesil pek bilmese de futbola biraz ilgisi olan eskiler bilir: Cezayir asıllı Fransız bir futbolcu vardı: Zinedine Ziyade. Futbol kariyeri başarılarla dolu bu futbolcu FİFA tarafından 1998, 2000 ve 2003 yıllarında yılın oyuncusu, 2004’te de UEFA tarafından yapılan bir internet oylamasında son 50 yılın en büyük futbolcusu seçildi.

Orta sahada oyun kurucu olarak görev yapan Zidane, oynadığı oyunun yanında efendiliğiyle de nam salmış bir futbolcu iken 2006 yılında Fransa-İtalya arasında oynanmakta olan Dünya Kupası maçında rakip futbolcunun göğsüne kafa atarak kırmızı kart gördü ve oyun dışı kaldı.  Gördüğü kırmızı karttan dolayı 5 maç ceza aldı ve başarılarla dolu futbol hayatını noktaladı.

Maçı yöneten hakemin Zidane’ye kırmızı kart göstermesi yerinde bir karardı. Hakem gördüğüne düdük çalmıştı. Maçı siz yönetseniz siz de kırmızı kart gösterirdiniz bu harekete. Çünkü maçta Zidane rakibe kafa atmış, şiddet uygulamış ve suçluydu. Maçtan sonra Zidane, “Rakip futbolcunun formasından tuttuğunu, kendisine ‘Formamı çok istiyorsan maçın sonunda veririm’ dediğini, İtalyan futbolcu Marco Materazzi’nin ise ‘Fahişe olarak kız kardeşini tercih ederim’ dediğini ve bunun üzerine kafa attığını” açıkladı. Maçın üzerinden bir yıl geçtikten sonra bir açıklama yapan Materazzi, Zidane’nin iddiasını doğruladı.

Şimdi kafa atmayı değerlendirirsek tamam rakibe kafa atmak doğru değil, cezası direk kırmızı karttır. Çünkü Zidane suçludur. Ayrıca bu hareketin savunulacak bir tarafı yok. Burada sormamız gereken bir başka soru daha var: Suçlu sadece Zidane mi? Rakip futbolcunun suçu yok mu? Materazzi’nin söylediği yenilir yutulur cinsten mi? Kız kardeşinize biri fahişe dese bu durumda siz ne yaparsınız? Tebrik ederim sizi mi dersiniz yoksa “En güzeli sabır” deyip çeker gider misiniz? Burada İtalyan futbolcu Materazzi, verdiği cevapla Zidane’yi tahrik etmiştir. Bildiğim kadarıyla bu tahrikten dolayı bu futbolcu ceza almadı.

Şimdi Zidane ve Materazzi arasında maç esnasında cereyan eden bu olayı aklımızın bir köşesine yazalım. Kendi kendimize bir soru soralım: Tüm şiddetlerde bir tahrik yok mu? Şiddet uygulayan kadar tahrikçinin suçu yok mu? Hiçbir şey yokken durduk yerde şiddete başvuran bir insan yüzde yüz hastadır ve tedaviye muhtaçtır. Teşbihte hata olmasın, şiddeti savunduğum, onu haklı bulduğum falan çıkarılmasın buradan. Bana göre bir yerde şiddet varsa onun tahrikçisi de vardır. Hatta bizim yargımızda ceza indirimlerinden biri de suçta tahrik olup olmadığıdır. Mutlaka tahrik hesaba katılır. Özellikle siyasi cinayetlerde katil bulunsa da yargı, bu cinayetin azmettireni kimdir sorusuna cevap bulmaya çalışır. Bunun için tarafları dinler, iz sürer, çapraz dinleme yapar, sonunda bir karar açıklar. Hatta azmettiren daha fazla ceza alır.

Nereye gelmek istiyorsun derseniz ülkemizde malumunuz şiddet eksik olmuyor. Bu şiddet ister kadına, ister çocuğa vb olsun şu ya da bu şekilde devam ediyor. Devlet ricali başta olmak üzere hep birlikte şiddet uygulayanı telin edip cezalandırma yoluna giderken bu şiddet olaylarında tahrikin olup olmadığını da araştıralım. İnsanları tek taraflı yargılayıp asıp kesmeyelim. Şiddet uygulayanı yerin dibine geçirirken diğer tarafa sadece mağdur gözüyle bakmayalım. Şiddet uygulayanı idam sehpasına çıkarmadan önce şiddete maruz kalanın da ne yaptığını sorgulayalım. Dayakçıya haklı olarak ceza verirken mağdura da “Sen şöyle yapmak/davranmak suretiyle suçlusun” diyelim.

Anlatmak istediğim şiddet olaylarında sadece sonucu tartışmaktan ziyade sonuca giden evreleri de dinlemekte fayda var. Çünkü tek başına sonuca odaklanmak bizi sağlıklı sonuca götürmeyebilir. Amaç bağcıyı dövmek değil, üzüm yemekse şiddet olayını enine-boyuna irdelememiz gerekiyor. Bu şiddet olayını kıssadan hisse diyebileceğimiz bir fıkra ile bitirelim. Hem gülelim hem de düşünelim: Nasrettin Hocanın kızı ‘Kocam beni dövdü’ diye ağlayarak eve gelir. Hoca önce kızını dinler. Bakar ki kızı suçlu ve hoca evliliğin devam etmesini ister. Ardından bir tokat da hoca atar kızına ve ona ‘Git o kocana söyle! O benim kızımı döverse ben de onun karısını döverim’ der.



*** 08/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Kadına Şiddet Konusu *


Zaman zaman ateşi düşse de kadına şiddet konusu bu ülkenin gündeminden hiç düşmüyor. Hele şiddet gören ünlü biriyse TV'ler ilk haber olarak veriyor, adına programlar yapılıyor, kadın dernekleri arka arkaya açıklama üstüne açıklama yapıyor.

Ne zaman kadına şiddet konusu gündeme gelse yapılan açıklamalarda "Kadına değer verilmediği, kadınların sesini yükseltmesi gerektiği ve erkeğin suçlu olduğu, şiddet gören kadınların şu numarayı araması gerektiği" işlenir. Kadına şiddetin ne kadarı basına yansıyor ve savcılığa şikayet ediliyor bunu bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey var: Şiddet gören bir kadın, kocasından şikayetçi olunca kocanın bir müddet hanımının yanına yaklaşması yasaklanıyor. Bu tip yasaklamaların bir kısmı beraberinde kadını öldürmeye kadar götürebiliyor. Öldürme olmasa da bu durumdaki aile daha sonra bir araya gelse bile kaç ailenin evliliği sağlıklı devam ediyor?

Kadına veya bir başkasına şiddeti tasvip edecek değilim. Zira şiddetin savunulacak bir tarafı yoktur. Gönül ister ki başta kadın olmak üzere canlı olan hiçbir varlık şiddet görmesin. Biz görmesin diyoruz ama onca tepki ve cezaya rağmen her türlü şiddet azalacağı yerde artış gösteriyor. Kadına şiddet konusunu engellemek amacıyla kurulan derneklerin mücadelesi, şiddet üzerine yapılan programlar, konuşmalar, suç duyuruları yapılmasına rağmen hemen hemen her gün TV'lerde görüntülü bir şekilde şiddet haberlerini işitmeye devam ediyoruz. 

Şiddet kesilsin diye yapılan program ve haberler acaba şiddeti teşvik mi ediyor? Bu sorum belki size garip gelebilir ama kamuoyunda duyarlılık oluşsun, tepki çeksin, yapanın yanına kar kalmasın, kadına uzanan eller kırılsın amacıyla işlenen bu konu öyle zannediyorum eşeğin aklına karpuz kabuğunu getiriyor gibi. Haberlerde şiddeti göre göre vatandaş "Demek ki kadın dövülebiliyor, baksana ünlüler bile dayak yiyor, ha bir döven de ben olayım. Sonra ucunda ölüm yok ya! Baksana dayak atan ifadesi alındıktan sonra elini-kolunu sallayarak dolaşıyor, hatta meşhur da oluyor" gibi gerekçelerle şiddete başvurabiliyor. Bu durum sadece kadına şiddet konusunda değil, doktorlara şiddet, öğrenciye şiddet, hayvana şiddet vb. durumlarda da aynen böyle. Yani şiddetin her türlüsünü sürekli işlememize rağmen hepsinde artış var diye düşünüyorum. Tamam hiçbir şiddet cezasız kalmasın ama şiddet olayları  basının gündeminde çok yer işgal etmesin istiyorum. Taciz, tecavüz, istismar konuları da hakeza. Çünkü hangi konu gündemde çok işlenirse bir o kadar artış oluyor kanaatini taşıyorum.

Bu konuda bir başka husus şiddet olaylarında sadece mağdur ve suçluyu işleyeceğimize şiddetin nedenleri üzerinde dursak ve bunun üstesinden nasıl gelebiliriz sorusuna cevap arasak çok daha iyi olur diye düşünüyorum. Çünkü suçluyu bulmak ve ona ceza vermek suçu yok etmiyor. Bana göre bizim tartışmamız gereken mesele kadına şiddetten ziyade güçlünün güçsüzü ezme gibi bir sorunumuz var. Çünkü sosyal hayatın neresinde olursak olalım sorunumuzu dayağa başvurarak çözme yoluna gidiyoruz. Bu; trafikte böyle, aile içi kavgalarda böyle, öğretmen-öğrenci kavgasında böyle, kadın-çocuk meselesinde böyle, doktor-hasta ilişkisinde böyle… Kadın da kendini güçlü görüyorsa o da şiddete başvuruyor. Geçen gün bir yakınım aradı, görüşebilir miyiz dedi. Oturduk bir yere “Hanımının kendisini dövdüğünü” söyledi. Kadının başvurduğu şiddet erkeğe göre devede kulak olsa da var bu. Demek ki sorunumuz güç sorunu. Kim güçlü ise zayıfı ezme yoluna gidiyor. Hastalığımız bu. Nasıl tedavi edeceksek gelin işe buradan başlayalım.

* 05/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


2 Kasım 2018 Cuma

İpsiz


Ortaokulda okurken nereden aklıma geldiyse ağzımdan ipsiz çıktı. Önüme çıkan arkadaşlara ipsiz demeye başladım. Tanıdıklarımı isimleriyle çağırmak yerine ipsiz gel, ipsiz git deyip durdum. Ben başkasına ipsiz dedikçe hep yanımda olan bir arkadaş bu durumdan pek memnun oldu. Güldü durdu sürekli.

Devran hep aynı şekilde olacak değildi ya. Bir gün okları başkasına ipsiz dememe gülen arkadaşa döndürdüm. Ona ipsiz dedim. Pek hoşlanmadı bundan. Hemen yüz hattı değişti, ciddileşti. Bana ipsiz diyemezsin, hakaret ediyorsun dedi. Böyle bir tepkiyi beklemiyordum kendisinden. Çünkü kime desem katıla katıla gülerdi hep. Ben hakaret etmiyorum sana. Üstelik iltifat ediyorum dedim. Nasıl dedi. Bak kardeşim! Ben sana ipsiz diyorum, ipli demiyorum. İp kime bağlanır? Hayvana dedim. Sen hayvan mısın ki ipli diyeyim. İnsana ip bağlanmaz. Zira özgür bir varlıktır. Sen de öylesin. İşte bu yüzden sana ipsiz dedim. Ben böyle bir açıklama yapınca arkadaşım yine gülmeye başladı. Güzel bir açıklama ama sen yine de bana ipsiz deme dedi. Eyvallah dedim bir daha ne arkadaşıma ne de diğer tanıdıklarıma ipsiz dedim.

İpsiz dediğim arkadaştan başkasına ipsiz dediğim zaman tepki göstermesini beklerdim. Belki de ipsiz demeyi bu arkadaş güldükçe iyi bir iş yapıyorum diye devam ettirdim. Zamanında tepkisini dile getirseydi belki çoğu kimseye ipsiz demeyecektim.

Siz siz olun başkasına ipsiz demeye kalkmayın. Kişiyi ismiyle çağırın.


1 Kasım 2018 Perşembe

Cinayette Türkiye’nin Tavrı ile Suud’un Tavrı ***

Bir aya yakın bir uğraşın sonucunda nihayet İstanbul Başsavcısı Kaşıkçı’nın plan doğrultusunda konsolosluğa girer girmez boğularak öldürülüp cesedinin parçalandığını açıkladı. Cinayetin içinde daha önceden cinayete bir hazırlanma var, ölümlerden ölüm gör diyebileceğimiz boğma olayı var ve cesedin lime lime edilmesi var. Maşallah yok yok. Olmayan tek şey bu cinayette insanlık yok, bir de Müslümanlık. Çünkü her ikisine de sığmayan kapanmaz bir cürüm var orta yerde.

Bizim Başsavcı ceset nerede diye soruyor saf saf! Her şey göze alınarak parçalanan bir ceset asla orta yere çıkmaz, çıkarılmaz. Ceset ne zaman ortaya çıkar? Suud yetkilileri ipe un sermeyi bırakır, Türkiye’ye gelen ekibi adam gibi sorgularsa bulunur. Suud yetkilileri böyle bir irade ortaya koyar mı?  Koyması mümkün değil. Çünkü Kaşıkçı’yı öldüren ekip bir taşeron. Biri veya birileri bu işi bunlara ihale etmiş. Bundan olmalı ki Suud, olayın arkasına gidemiyor. Çünkü ucu kime/kimlere dokunacağı su götürmez bir gerçek. Anlaşılan kafalarını kuma gömerek bu işin üzerine yatacaklar.

Cinayeti planlayan/lar ne de güzel plan yapmışlardı halbuki! Oynanacak oyunun dublörü bile hazırlanmıştı. Ön kapıdan giren Kaşıkçı arka kapıdan elini kolunu sallayarak çıkmıştı. Çok polisiye roman okumadım ama görünen bu cinayet tamamen Türkiye’nin üzerine yıkılacak şekilde kurgulanmış: Kaşıkçı kayıp haberleri ortaya çıktığı zaman “Falan tarih, falan saatte Kaşıkçı, konsolosluğun arkasından çıktıktan sonra bir daha görünmedi. İstanbul sokakları bunu yuttu, bu cinayetten Türkiye sorumlu” denecekti. Senaryoyu yazan Türkiye’nin bu konudaki soğukkanlı ve sağduyulu hareket etmesini, siyasi iradenin bu işin üzerine bu şekilde gidebileceğini hesaba katamamış. Tuzak kuranların hesaba katamadıkları bir husus daha var: Çok ince işlerden anlamadıkları. Bildikleri tek şey kasap gibi adam doğramak. Baştan sona her şeyi planlayan bu tuzak kurucular zaten kendilerini her an gören Allah’ı hesaba katmaları mümkün değil. Hesaba katsalar zaten emanet olan bir vücudu ortadan kaldırmazlardı. Haydi gözleri döndü öldürdüler diyelim. Cesedi parçalamazlardı. Bu işi yapanlar şayet Müslüman iseler boğazlarından aşağıya iman geçmemiş sözde Müslüman olsalar gerek. Siz Müslüman olduğunuzu söylemekle Kur’an’ın emir ve yasaklarını tümüyle kabul ettiğinizi ikrar ettikten sonra “Bir insanı bile bile öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir…Bir insanı bile bile öldüren ebediyen cehennemliktir” ayetlerini göz ardı edin. Allah işte böyle rezil eder adamı. Bu rezillik dünyadaki cezası. Yakıtı insanlar ve taşlardan ibaret cehennemi aklıma bile getirmek istemiyorum. Böyleleri için iyi ki cehennem var!

Kaşıkçı cinayeti basit bir adi vaka olsa adliyelik bir vakanın dışında pek bir haber değeri olmazdı. Ama bu cinayet siyasi bir cinayet olarak tarihe geçecek. Suçlular bulunsa da bulunmasa da ceset bir gün ortaya çıksa da çıkmasa da bu menfur olay Suud’un elinde patlayacak. Hem maşeri vicdanda hem de dünya kamuoyunda mahkum olacak. Suud yetkilileri bu işten sıyrılmak istiyorlar ise bu cinayetin üzerini örtmeden ucu kime dokunacaksa üzerine gitmeleriyle mümkündür. Hak ve adalet bunu gerektiriyor. Şeriatla yönetildiğini söyleyen bir ülkeden de beklenen budur.

İşin garibi laiklikle yönetilen bir ülke cinayeti çözmeye çalışıyor, şeriatla yönetildiğini söyleyen bir ülke ise cinayetin üzerini örtmeye çalışıyor.

Allah herkese hayırlı ömür ve hayırlı ölümler versin. Kimsenin akıbetini Kaşıkçı gibi yapmasın!



*** 03/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.