30 Ekim 2018 Salı

İstanbul Havalimanı ***


Tamamlandığında 6 bağımsız pisti, 500 uçak kapasitesi ve yıllık 200 milyon yolcu kapasitesiyle dünyanın en büyük ve en modern havalimanı olacak yeni havalimanının açılış töreni gerçekleştirildi. Açılış ise Cumhuriyetin 95.yılını kutladığımız 29 Ekim gününe denk getirildi. İsmi merak edilen bu yeni havalimanının adını da Cumhurbaşkanı açılışta söyledi: İstanbul Havalimanı. Tüm etapları 2028 yılında tamamlanacak.

Ülkemize büyük katma değer getirecek olan yeni havalimanı açıldı. Göğsümüzü kabarttı. Ama milletçe bu sevinci, bu gururu yeterince yaşayamadık. Çünkü açılan havalimanı bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Tartışma da yeni havalimanının adı üzerine yoğunlaştı. “Niçin Atatürk adı verilmedi? Atatürk’ün adı unutturulmak isteniyor” deniyor. Daha doğrusu niyet okuyuculuğu yapıyorlar. Tartışmayı başlatanların çoğu da zamanında böyle bir havalimanına karşı çıkanlar. Merak ediyorum yeni havalimanına Atatürk adı verilseydi tartışma olmayacak mıydı? Bence olurdu. Ne de olsa burası Türkiye! Bu ülkede bir iş yapılır da tartışma olmaz mı? Kendimizi inkar gibi bir şey bu! Hatta bir TV kanalında bir vekil, “Açılışın 29 Ekim’e denk getirilmesi Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını gölgede bıraktı. Kasıtlı olarak bu güne denk getirildi, bunu tasvip etmiyorum” açıklamasını yaptı. Şaşırdım doğrusu. Ki şaşırılmayacak gibi değil. Önemli bir açılışın tüm milletçe bayram kabul edilen anlamlı bir günde yapılması takdire şayan karşılanması gerekir. Adam eleştirecek, bir âmâ bulacak ya ağzından çıkanı kulağı işitmiyor. Keşke milletçe göğsümüzü kabartacak, ülkemize bir katma değer getirecek tüm açılışlar böylesi önemli günlerde yapılsa! Hatta her 29 Ekim’de yeni bir açılış yapılsa fena mı olur. Bence aliyyülâlâ olur.

Şimdi gelelim yeni havalimanının adının İstanbul Havalimanı olmasına. İtici bir isim mi İstanbul? Uğruna nice savaşların yapıldığı, almak için ülkelerin ağzının suyunun aktığı tarihi bir şehir. Sonra bir havaalanına o ilin adını vermede ne sakınca vardır? Ayrıca Atatürk’ün adı verilmemek suretiyle Atatürk adı niçin unutturulmaya çalışılsın? Atatürk’ü yaşatmak sadece ismini koymaktan mı ibaret? Ayıp değil mi böyle bir gerekçe? Atatürk’e saygısızlık değil mi? Şundan herkes emin olsun ki dünya bir araya gelse bir ismi unutturmaya çalışsa bu millet istemediği müddetçe kimse o ismi unutturamaz. Yine tüm dünya bir araya gelse bir ismi unutturmayacağız dese bu millet istemediği müddetçe kimse o ismi bu milletin hafızasına kazıyamaz. Bence yeni havalimanını eleştirmek için kendini dünden hazırlayanlar başka gerekçeler bulsalar daha iyi bir iş yapmış olurlar. Ayrıca kimse kendi ideolojilerine, hazımsızlıklarına Atatürk’ü alet etmeye kalkmasın.

Bir başka husus, bir yere isim vermede kim söz sahibidir? Herhalde o yerin yapılmasında en büyük katkıyı sağlayana ait bir hak olsa gerek. Yapan başkası, yaptıran başkası, düşünen başkası, planlayan başkası, ihale eden başkası, para ve kaynak bulan başkası; biz kalkmış bir ismi dikte etmeye çalışıyoruz. Ayıp oluyor ama! Bizim bu durumumuz evlendirdiğimiz çocuklarımızın doğan çocuklarına kendi ismimizi veya kendi istediğimiz bir ismi vermeye kalkmamız yahut bu konuda çocuklarımızın kendisini baskı altında hissetmesine benziyor. Çocuğu doğuran başkası, emek sarf eden başkası, büyüten başkası, sıkıntıyı çeken/çekecek başkası; biz ise kendi adımızı vermeye kalkıyoruz. Bırakalım da çocuklarına ne isim vereceklerse anne ve baba versin, hazıra konmayalım. Bizim bu baskımız çocuklarımızın ismini uzattı. Zira çoğu çocuk biri kullanılmayacak şekilde iki ismi birden taşıyor. Bu da bizim eserimiz maalesef.

Konu İstanbul Havalimanı idi. İsmini tartışırken nasıl olduysa -gördüğünüz gibi- çocuklarımıza isim vermeye kadar vardı. Biz konuyu dağıtsak da yazımızı yeni havalimanıyla bağlayalım: Adı ne olursa olsun, göğsümüzü kabartan bu yeni havalimanı ülkemize hayırlı olsun! Zira ismi çok da önemli değil. Havalimanının yapılışında pay sahibi olanlara teşekkürü bir borç bilir, her 29 Ekim’de iki bayram birden yapacak şekilde yeni ve önemli açılışlar temenni ediyorum.



*** 01/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Ekim 2018 Pazartesi

Tüm Mesele Bardağı Yere Bırakabilmekte *


Bazı insanlar vardır vücudu günümüzde ama beyni, zihni hep geçmiş zamandadır. Çünkü geçmişin insanıdır. Bir türlü günümüze gelmez. Hep geçmişle yaşar. Daha doğrusu geçmiş sendromu yaşar. Geçmiş problemlerle boğuşur durur. Kafasından atıvermez. Geçmişten kurtulup günümüze gelemediği için ne kendisi huzur bulur ne de etrafına huzur verir. Aslında kafasında oluşturduğu problemlere bir sünger çekiverse kendi de rahat edecek, çevresini de geçmişle uğraştırmayacak.

Konumuzun daha iyi anlaşılması için yazımın bu kısmında Uzman Psikolog Saadet Elevli’nin sayfasından alıntıladığım bir hikâyeyle sizi baş başa bırakmak istiyorum:

Bir gün bir profesör sınıfa elinde su dolu bir bardakla girer. Profesör elinde su dolu bardağı sınıftaki tüm öğrencilerin görebileceği şekilde yukarıya kaldırır ve sorar:
“Sizce bu bardağın ağırlığı ne kadardır?”
“50 gr!”, “100gr!”, “125gr!” şeklinde farklı cevaplar verir öğrenciler.
“Bardağı tartmadıkça gerçekten ağırlığını ben de bilemem” der Profesör.  Sonra öğrencilerine yeni bir soru daha yöneltir:
“Bu bardağı böyle bir kaç dakika tutarsam ne olur?”
“Hiçbir şey!” diye yanıtlar öğrenciler.
Bu kez de profesör “peki bu bardağı bir saat boyunca tutsaydım ne olurdu?” diye sorar.
Öğrencilerden biri “kolunuz ağrımaya başlar.” der.
Daha sonra profesör şu soruyu sorar “peki bu bardağı bir gün boyunca elimde tutsaydım ne olurdu?”
Öğrenciler; “kolunuz ağrırdı, kol kaslarınız kas spazmı vb geçirirdi” şeklinde yanıtlar verirler.
Bu sefer de profesör öğrencilerine “ peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu?” sorusunu yöneltir.
“Hayır!” der tüm öğrenciler.
Profesör, “Peki o zaman kolun kas spazmı geçirecek kadar ağrımasına neden olan şey neydi? Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için bu durumda ne yapmam gerekir?” sorusunu yöneltir.
Öğrencilerden biri “Bardağı yere bırakın, düşsün!” diye yanıt verir.
“Evet” der profesör ve devam eder. “Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür. Uzun bir süre düşünürseniz bu sefer başınız ağrımaya başlar. Biraz daha uzun düşünürseniz, artık sizi bitirmeye başlar ve hiçbir şey yapamaz duruma gelirsiniz. Hayatınızdaki problemleri düşünmek önemlidir. Fakat çok daha önemlisi her günün sonunda, uyumadan önce elinizdeki bardak gibi onları yere bırakmaktır. Ertesi sabah bardağı yine bıraktığınız yerden alabilirsiniz. Böylece güne sabah daha taze uyanır, gün içinde karşınıza çıkabilecek problemlerle mücadele edebilecek güçte olursunuz. Bu nedende bugün eve gittiğinizde “ELİNİZDEKİ BARDAĞI YERE BIRAKIN!”

Sanırım tüm mesele elimizdeki bardağı bırakabilmekte. Ne zamanki bardağı elimizden bırakırız, kafamızdaki tüm problemleri de çözmüş oluruz.

* 31/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Ekim 2018 Pazar

"Çok Akıcı Bir Üslubun Var!"

İlkokul dördüncü sınıfa geçtikten sonra yaz tatili bitimi okula gittiğimde dersimize bir başka öğretmenin geldiğini görünce sınıfcak şoke olmuştuk. Çünkü üç yıl boyunca dersimize giren, bize ilk okumayı öğreten öğretmenimiz yoktu. O bizim her şeyimizdi. Tayin isteyip gitmişti ya da tayin istemek zorunda kalmıştı.

4. ve 5. sınıflarda sayısını unuttum dersimize giren öğretmenin. O zamanlarda bilmediğim kah ücretli öğretmen girdi dersimize, kah geçici biri. Bazı zamanlar iki sınıfı birleştirerek okul müdürü girdi. 5.sınıfta da bir başkası. 5.sınıfta dersimize girenden aklımda kalan şeyler: Öğrencilerin kulağını çektiğinde kulaklarından kan geldiği. Bir de bir güzel döğdüğü. 4.sınıfta dersimize giren öğretmenlerden aklımda bir şey kalmadı.

İlk üçü okutan öğretmenimden çok şey kaldı aklımda. Farklı bir öğretmendi. Hem okumayı öğrendim ondan hem de namaz kılmayı. Baktım cuma namazına gidiyor, ardından ben ve bazı arkadaşlarım da giderdi. Saz eşliğinde söylediği "Çırpınırdı Karadeniz" hala kulaklarımda. Bazen bir hikayeden bölümler okurdu. Hikayedeki kahramanlardan "Hayri Dede" hala aklımda. Şairdi kendisi. Beldemizle ilgili yazdığı şiiri baştan sona ezberlemiştim. 

Benim ve arkadaşlarımın yanında ayrı bir yeri vardı ilk öğretmenimizin. 1974 yılında kaybettiğim öğretmenimle ilk irtibatım 43 yıl sonra oldu. Cep numarasını buldum aradım. Ardından ziyaretine gittim. Emekliliğinin ardından yıllar geçmiş olmasına rağmen şiir yazmaya devam ettiğini öğrendim. Telefonla da olsa zaman zaman ararım. Ben geliştirirsem de sağ olsun beni arar.

Dün hocam beni aramadan ben arayayım halini hatırını sorayım, hayır duasını alayım istedim. Telefonda şiirlerinin iki kitap halinde yayıma hazır olduğunu söyledi. Hatta kitaplarının isimlerini bile koymuş. Maşallah heyecanından hiçbir şey kaybetmemiş, yazmak ve okumaktan uzaklaşmamış. Görüşmemizin sonlarına doğru bana "Ramazan! Sen bir yerde yazı mı yazıyorsun" dedi. Evet dedim. Nerede yazıyorsun dedi. Yazdığım yerlerin adını, ayrıca "dilin kemiği yok" adında bir blogum olduğunu söyledim. "Bana bir ara benim oğlan senin bir yazını getirdi. Bu Ramazan Yüce senin öğrencin mi dedi, evet dedim. Yazını okuduk. Çok akıcı bir üslubun var, sıkmıyor, sürükleyici" dedi. Kendisine çok teşekkür ederim. Sayenizde dedim.

Öğretmenimle görüşmeyi bitirdim. İçim içime sığmadı. Nasıl sığsın ki sevinç ve mutluluktan dört köşe oldum. Her ne kadar zaman zaman yazılarımı okuyanlardan "Çok farklı bir üslubun var...konuşma diline benziyor...çok akıcı yazıyorsun...çok farklı konulara değiniyorsun" şeklinde değerlendirmeler duyduğumda memnun olsam da ilkokul öğretmenimin söylemesi beni fazlasıyla mesrur etti. Hocamdan geçer not almıştım ne de olsa.

Not:Son paragrafta kendimi biraz övdüm mü yoksa bana mı öyle geldi? Sanırım övdüm. İnsan kendini övmezse çatlar ölür dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Siz ne dersiniz bilmiyorum ama gördüğünüz gibi akıcı bir üslubum varmış!




Adalet Duygusunu Zedelememek Lazım!


Nice zamandır görüşmediğim bir arkadaşımla whatsapp aracılığıyla yazıştım. Yazdıklarıma verdiği cevaplardan ben gerçekten eski tanıdığım kişiyle mi yazışıyorum? Çünkü verdiğin cevaplar benim tanıdığımın verdiği cevaplara benzemiyor diye yazdım. "Son olaylar böyle olmama sebep oldu" diye cevap verdi. Nedir senin derdin, son olaylar nedir dedim. Kısaca anlattığı şu idi:

“Sene başındaki öğretmenler kurulu toplantısında bana okulu münazaraya hazırlama görevi verildi. Münazaraya katılacak öğrencileri seçtim, onları hazırladım. Münazara konusuna göre diğer meslektaşlarımdan zaman zaman yardım aldım, görüşlerini aldım. Yapılan münazaralarda rakiplerimizi geride bırakarak ilçeyi ilde temsil etme hakkı elde ettik. Çocukların başında ilin münazaralarına katıldık. İlde yapılan yarışmada okulumuz ikinci tura kadar yükseldi.  Okulumuzun gösterdiği bu başarıyı duyurmak için yazdığım metni de gazeteye göndermek suretiyle elde ettiğimiz bu başarımızdan kamuoyunun bilgilendirilmesini sağladım. Nice sonra duydum ki elde edilen bu başarıdan dolayı bir başarı belgesi gelmiş. Ama bana değil, bir başka meslektaşım adına düzenlenmiş. Belgeyi alma gerekçesi de ‘Münazarada elde ettiğiniz üstün başarıdan dolayı’ olduğunu öğrendim. Derdim başarı belgesi almak değil, bir başka arkadaşa verilmesine de değil. Burada garip olan sorumluluğunu üstlendiğim, emek sarf ettiğim bir yarışmadan dolayı belgenin bana değil de bir başkasına verilmiş olması. Hak ve adalet bunun neresinde anlayamadım. Hak, içinde senin olmadığın kararlardan ibaret adalete deniyor sanırım. Tüm bunlardan dışlandığımı, sevilmediğimi, ayrımcılığa tabi tutulduğumu hissediyorum. Niçin böyle oldu soruma ‘Kendilerinin böyle uygun gördüğünü, hem senin daha önceden alınmış bir başarı belgen olduğu için’ cevabını aldım. Bu konuda hakkım varsa helal etmiyorum. İşte moralim buna bozuk. Kırgınlığım da bu.” dedi. Geçmiş olsun dedim kendisine.

Geçmiş olsun dedim ama geçti mi geçmez. Başımdan geçmemesine rağmen benden geçmediğine göre eşekten düşen biri olarak bu psikolojiden kurtulması oldukça zor. Çünkü arkadaşım dertli mi dertli idi. Keşke sadece dert olsa bir müddet sonra derdine derman bulunur. Aynı zamanda alınmış ve kırılmıştı. Kırılmanın kolay kolay telafisi olmaz. Hele bir de beklemediği kişilerden böyle bir muameleye maruz kalmışsa kırılganlık daha da derinleşir.

Aslında vuku bulan olay küçük bir olay. Tıpkı sineğin küçük ama mide bulandırdığı gibi! Burada verilen bir belge. Yanlış adrese gidiyor. Bir hak yenme, hakkın çiğnenmesi olayı söz konusu. Zira hak, birine hakkını tastamam vermektir. Sanırım dostumun zoruna giden de bu. Bu durum sadece bu arkadaşın değil, herkesin zoruna gider. Zira bu toplum her şeye eyvallah, olabilir der ama işin ucunda adalet ve hakkaniyet varsa bu değerler yerini bulmaz ve doğru adrese teslim edilmezse orada sosyal barıştan bahsedilemez. Çünkü sosyal barışın köküne dinamit konmuş olur.

Arkadaşımı tek taraflı dinledim. Kesin bir yargı için karşı tarafı da dinlemek lazım. Eğer durum bu şekil cereyan etmişse -ki arkadaşımın olanı olduğu şekilde anlattığına inanırım- mide bulandıran bu durumun savunulacak bir tarafı yok. Bu anekdottan, değişik kurum ve kuruluşlarda görev yapan yöneticilerin hak konusunda daha dikkatli olmaları gerektiğini çıkarıyorum. Eğer yaptıkları işte adil olamayacaklarsa sapla-samanı karıştıracaklarsa bu tür görevleri üstlenmemeleri daha yerinde olur. Bir saniye bile o koltukları işgal etmemeleri gerekir. Çünkü daha sonradan belgeler verilse de gönüller alınsa da bu itilmişlik ve dışlanmışlık hissi kolay kolay geçmez. İnsanın içinde bir ukde olarak kalır. nin olmadığın kararlardan ibaret adalete denir.




27 Ekim 2018 Cumartesi

Cumhuriyet Bayramı Sadece Öğrenci ve Öğretmenlerin Bayramı mıdır?*


Bayramlar bir milleti ortak değerler etrafında buluşturan kıvanç ve mutluluk günlerimizdir. 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs, 15 Temmuz, 30 Ağustos gibi milli, ramazan ve kurban gibi dini olanları vardır. İster milli ister dini olsun her ikisi de bu milletin bayramlarıdır: Kutlanmalıdır ve kutlanmaktadır.

Gözlemlerime göre dini bayramlara katılım milli bayramlara oranla halk nezdinde daha önemli bir yere sahip. Eskiye oranla dini bayramları kutlamada bir azalma söz konusu olsa da yine de bir bayram havası oluşmaktadır. Milli bayramlara katılım ve kutlama ise sönük geçmektedir. Yeterince halkın katılımı sağlanamamaktadır. Dini bayramlarda yediden yetmişe bir bayram havası oluşurken milli bayramlar merkez ve taşra teşkilatında protokolün katıldığı devlet töreninin ötesine geçememiştir. Sanki halk ile devlet arasında “Dini bayramları kutlamak benim, milli bayramları kutlamak senin görevin” şeklinde adı konmamış bir anlaşma var gibi.

Protokolün yanında milli bayramları kutlayan bir kesim daha var: Öğretmen ve öğrenciler. Yani okullar kutluyor. Salonu olan salonda, salondan mahrum kalanlar ise okul tören yerinde ayakta kutlama yapıyor. Kutlanan bayram ister şehir meydanında, ister okullarda olsun buralarda halk yok denecek kadar azdır.

Bayramlar bizim için bir anlam ifade eden kıvanç günlerimiz olması gerekirken çoğunluk için bayramlar özellikle milli bayramlar “tatil” ifade ediyor. Adana'da lisede çalışırken bir Cumhuriyet Bayramı haftasında konuyu bayrama getirdim. Bayram sizin için ne ifade ediyor dediğimde aldığım cevap “tatil” oldu. Tatil diyenlerin sayısı sınıfın çoğunluğunu oluşturduğunu gördüm.

Cumhuriyetin 95.yılını kutladığımız bu günde bu bayramı kutlayanlar protokol, öğrenci, öğretmen ve kutlama programında görev alan çocuğunu izlemek için gelen az sayıda veli. Bayrama katılanların çoğu da zorunluluktan dolayı katılıyor. Gerisi tatil yapıyor. Merak ettiğim bu bayram, bu Cumhuriyet sadece öğrenci ve öğretmenlerin bayramı mıdır? Halk bu işin neresinde? Bugünlerde tatil keyfi yapan devlet memurları nerede? 

Burada niyetim milli ve dini bayramları karşılaştırmak değil. Zira her ikisinin de yeri ayrıdır. Pekâlâ, bugünde “Cumhuriyetimiz ilan edileli 95 yıl oldu, yüzüncü yılına doğru emin adımlarla doludizgin gidiyor, herkes sevinç ve kıvanç içerisinde, bu bayram başta okullar olmak üzere yurdun değişik yerlerince coşkuyla kutlanıyor” şeklinde hamasi bir yazı da yazabilirdim. Böyle yazmak yerine bir özeleştiri yapmayı tercih ettim. Zira herkesin bildiği ama dillendirmediği bu realiteyi Cumhuriyetin 95.yılını kutladığımız böyle bir günde dile getirmeyi uygun gördüm.

Bir yönetim şekli olan Cumhuriyetin anlamına uygun bir şekilde devlet yönetiminde, TBMM’de içselleştirilmesini ve hayata geçirilmesini arzu ettiğimi ifade etmek istiyorum. Bugün itibariyle 95.yılını kutladığımız Cumhuriyet Bayramının hayırlı olmasını temenni ediyorum.

* 29/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Çözüm Yerine Sorun Üreten Siyasetimiz *

Ülke yönetimi diyebileceğimiz siyasetin görevi sorun çözmektir, sorun olmak değil. Sorunu çözemiyorsa bile en azından sorunu yönetmeyi bilir, sorun üretmez. Çünkü her türlü sıkıntıya çözüm üretme gibi bir misyonu vardır siyasetin. En azından ben böyle görmek istiyorum. Dünyada nasıldır bilmiyorum ama bizim ülkemizde siyaset her şeye bir çözüm üreteceği yerde maalesef durmadan sorun üretiyor. Çünkü kendisi sorunun kaynağı. Bu durumu gördükçe bırakın bir sorunu çözmeyi, sorun olmasınlar yeter diyorum.

Bizde siyaset problem üretme yeri gibi çalışıyor. Bu işi deruhte edenler nasıl beceriyorlarsa ellerini attıkları her şey problem olup çıkıyor. Konunun iç veya dış siyasetle ilgili olması fark etmiyor. Biri kara diyorsa diğeri ak der. Bir şeyin doğru olup olmaması önemli değil. Önemli olan karşı kulvarda yer almak, aynı karede yer almamaktır. Bir konuda aynı düşünseler varlık sebeplerini inkar etmiş olurlar. Tüm hesap seçmene mesaj vermek sanki. Seçmene mesaj vermek amacıyla yapılan açıklamalar halkı kutuplaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Belki siyasetimizin en başarılı olduğu alan bu. Halkı ne kadar gerersek bu işten daha çok ekmek yeriz düşüncesinde olmalılar. İşin garibi kahir ekseriyeti aynı dili konuşuyor.

Çözüm yerine hep sorun üreten siyasetimizin hiç iyi yönü yok mu derseniz olmaz olur mu? İsterseniz biraz beyin jimnastiği yapalım. Siyasetimizin en başarılı olduğu alanlar:

●Özlük haklarını koruma ve iyileştirme konusunda bir ve beraberler. Aralarında asla tartışma çıkmaz. Çıkarılması gereken mevzuatı bir gece de çıkarırlar.

●İstisnasız hepsi iyi bir demagogdur. 

●Görevleri hep birbirini eleştirmektir.

●Kendi partilerine asla toz kondurmazlar.

●Liderleri için canlarını verirler.

●Her konuda söyleyecek sözleri vardır. Mazeret üretmede, bahane ve gerekçe bulmada üstlerine yoktur.

●Yapsın veya yapamasın seçim zamanlarında vaat üstüne vaat vermede kimse ellerine su dökemez.

●İktidara hangisi gelirse gelsin işe adam alımında kayırmacılık yapılır. Kısa yoldan kadrolaşma yoluna gidilir.

●Hepsi iyi bir niyet okuyucusudur. Senin ne dediğin değil, onların ne anlamak istediğidir önemli olan.

●Çamur atmada mahirdirler.

●Dün söylediklerini bir çırpıda revize edip “u” dönüşü yaparlar.

●Hepsinin kırmızıçizgileri vardır. İzledikleri çizgilerinin yanlış olduğu ortaya çıksa bile o kırmızıçizgiyi devam ettirirler. Bu konuda bir istikrar abidesidirler.

●Seçimi kaybederlerse genelde ya halkı suçlu bulurlar ya seçimde şaibe var derler ya da istatistiklere boğarak kendilerini başarılı gösterirler.

●Hiçbirinde uzun vadeli bir siyaset yoktur. Günübirlik yaşarlar. Günlük veya seçimlik kazanımı kazanım sayarlar.

●Kendi icraat ve yapacaklarını anlatacakları yerde rakibini kötüleyerek çamur atarak oy avcılığına soyunurlar.

●Yaptıkları erdem, fazilet siyaseti değil, algı siyasetidir.

●Hepsi için her seçim ölüm kalım meselesidir, en önemli seçimdir.

●İktidar veya memleket rakibinden kurtarılması gereken bir olgudur.

●Çoğu, asla bir öz eleştiri yapmaz. Çünkü hata yaptığını kolay kolay kabullenmez.

●Hepsi ülkeyi kurtaracağım, uçuracağım, memleketime ve insanına hizmet edeceğim diye gelir, bir daha gitmemek üzere çabalar, giderken de gelene enkaz devreder.

●Hepsi kendisini olması gerekenle değil, kendinden öncekiyle kıyaslar.

●Demokrasi, özgürlük, fikir ve vicdan hürriyeti diye iktidara gelenlerin yaptığı ilk iş, gücünün yettiği herkese gözdağı vermektir.

●Parti liderleri başarılı olsa da olmasa da özellikle başarısız olduğu durumlarda kendi istemediği müddetçe kurultay yoluyla asla değiştirilemez. Çünkü lider, seçimi kazanmaktan ziyade ilk önce delege ve üye yapısıyla oynayarak parti içinde hakimiyetini pekiştirir.

●Çoğunun memleket sevgisi kedinin ciğeri sevmesi gibidir. Önce canan değil, candır. Siyaset halk için değil, kendileri içindir.

●İktidara gelen kendi zenginini oluşturur.

●Tabanını tutmak için hepsi gerilim siyaseti izler, ortamı gerer, halkı kutuplaştırır.

●Siyasete giren kolay kolay bırakmaz. Orada tutunmak için her yol denenir. Çoğunun gönlünde mezarda emekli olmak vardır. Çünkü bizde siyaset bir meslek gibi görülür. Kim deruhte ettiği mesleği bırakabilir ki...

●Siyasetin hangi kademesinde olursa olsun siyasetçinin ihya olmayanı yoktur. Kendi köşe olduğu gibi çoluğu-çocuğu ve akrabaları da ihya olur...

Gördüğünüz gibi ülkemizde izlenen siyasetin kendisi başlı başına bir problem olsa da bu tür siyasetin başarılı olduğu alanlar da epey varmış. Bu kadar başarı beklemiyordum. Bizdeki bu siyasetin istisnası yok mu? Var diyorsan vardır, yok diyorsan yoktur. Nereden, nasıl baktığına ve kimi tuttuğuna bağlı.

*01/11/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Ekim 2018 Cuma

Beddualar değişiyor artık!

Suudi Konsolosluğu aranmasına rağmen Cemal Kaşıkçı olayı hala gizemini koruyor.  Resmi bir açıklama olmayınca Kaşıkçı hakkında “öldürüldü, cesedi parçalandı, cesedi Suud’dan getirilen özel bir makine vasıtasıyla içine asit dökmek suretiyle ceset yok edildi, Konsolosluğun içinde bir kuyu bulundu; Kaşıkçı’nın önce parmakları koparıldı, ardından kafası kesildi, cesedi parçalara ayrıldıktan sonra getirilen uçakla kaçırıldı…” iddiaları yazılıp çiziliyor günlerce. Garibimin başına geleni ancak Konsolosluğun içindekiler biliyor. Konuşurlarsa ne ala. Konuşmazlarsa kayıp ceset olarak tarihe geçer. Eğer Kaşıkçı öldürülmüşse Konsolosluktan birileri bunu üstlenebilir ve konu bu şekilde kapatılabilir. Bunu da zaman gösterecek. Bekleyip göreceğiz.

Kaşıkçı olayı gizemini korurken net olan durum Kaçıkçı’nın Konsolosluğa girdikten sonra bir daha çıkmadığıdır. Savcılarımız istihbaratımız feci olayı araştıra dursun ben bu olaydan zamanla yeni beddualar ortaya çıkabilir diye düşünüyorum. Ben bunun üzerinde duracağım. Çünkü bu olay dünyada eşi ve benzeri görülmemiş bir olay olarak tarihe geçecek. Kişiler nefret ettiği, görmek istemediği kişileri Konsoloslukla ilişkilendirebilir. 

Şimdi günümüzde hala kullanılmakta olan beddualar şu şekilde değişebilir:
●Gidişin olsun da dönüşün olmasın→ Suud Konsolosluğuna gidesin.
●Burası Kadıköy! Buradan çıkış yok→ Burası Suud Konsolosluğu!
●Eceli gelen cami duvarına işer→ Eceli gelenin yolu Suud Konsolosluğuna düşer.
●Canına susadın galiba!→ Seni Suud Konsolosluğuna gönderelim.
●Cesedin kurtlara ve kuşlara yem olsun!→ Suud Konsolosluğunun eline düşesin.
●Cesedin kim vurduya gitsin→ Suudluların eline geçsin!
●Allah belanı verecek senin→ Son durağın Suud Konsolosluğu olsun!
●Bir mezarın bile olmasın!→ Suud Konsolosluğuna teslim edilsin.
●Kimsenin başına gelmeyen senin başına gelsin!→ Suud Konsolosluğunun eline düşesin.

Uyarı amaçlı da kullanılabilir:
Dikkat, içeri girmek tehlikeli ve yasaktır!→ Dikkat, Suud Konsolosluğu!