17 Mart 2018 Cumartesi

Kanan Kanana Bu Ülkede *


Yaşım elli beş. 80 öncesini pek bilmem. 80 sonrasına bugünden geriye doğru hafızamı bir yokladığımda bu milletin kanında veya genlerinde kendinden ayrılmaz bir şekilde babadan okula tevarüs eden kanma hastalığı var sanki. Çünkü kanan kanana. Çok mu safız, kandıranlar mı çok zeki? Sanmam. Bizim saflığımız salaklık derecesinde, üstelik müzmin.

Kimler kandırmadı ki bizi! Banker Kastelli'sinden Parsadan'ına,  holdinglerden Jet Fazıl'ına, kontör dolandırıcılığından terörle mücadele adına kredi çektirmeler/para kaptırmalar... Şimdi de sıcağı sıcağına Çiftlik Bank olayı var. İç edilen para 550 milyondan bahsediliyor. Bu son olayın içerik ve tokatlanma şeklini çok bilmiyorum. Doğrusu çok da merak etmedim. Çünkü vakayı adiden oldu artık, kanıksadık. İşin garibi kananları ayıplamaya gelmiyor, ilkokul mezunundan prof'una varıncaya kadar herkes kandırılıyor. Bugün başkası kanıyor, yarın biz.

Yetkililerin onca uyarısına rağmen bu kanma ve kandırılma niçin oluyor? Ya da millet kanarken bizim aynı zamanda güvenlik ve huzurumuzdan sorumlu devlet denen aygıtın eli armut mu topluyor? Armut toplasa yine gam yemeyeceğim. Görüntü, armut bile toplayamadığı şeklinde. Kötülerle mücadeleye devletin gücü yetmiyor, devletin gücü sadece düzgün vatandaşa yetiyor. Bu durumda devlet de en az vatandaş kadar saf. Şıp demiş burnumuzdan düşmüş. Gerçi devletin saflığı kötülere karşı. İyi vatandaşa aslan kesiliyor. Öyle zannediyorum Çiftlik Bank'ın sahibinden devlet bir kuruş vergi bile almamıştır.  Sen küçük bir işletme açmaya gör; vergi levhası, ruhsatı vb.  evrak için yetkilinin biri gelir, biri gider. Daha kazanmaya başlamadan sana, sene sonunda ödeyeceğin vergiyi bile hesaplar verir.

Haydi diyelim ki devlet kötülerle yeterince mücadele edemiyor. Ya vatandaşa ne diyelim? Hiç zorlama olmadan tıpış tıpış gidip para veriyor benim açıkgöz geçinen ülkemin insanı sahtekarlara. Bu kanan insanların açıkgözlülüğü de bana. Ben kandırmaya kalksam mümkün değil, zırnık koklatmazlar. Ne olur, ne olmaz diye eşimizden, dostumuzdan esirgediğimiz dişimizden-tırnağımızdan artırdığımız parayı tanımadığımız paragözlere elimizle teslim ediyoruz. Öyle zannediyorum, oturduğumuz yerden para kazanma hırsı var, bizdeki bu kanmanın arkasında. Terlemeden, çalışmadan köşeyi dönme düşüncesi içimize işlemiş. Bunun başka türlü izahı yok. Kısa yoldan köşeyi dönme tutkumuzu, yılbaşı yaklaşırken piyango bayilerinden milli piyango bileti almak isteyenlerin kuyruğundan, her hafta oynanan TOTO ve LOTO biletleri almak isteyenlerin iştahından daha iyi anlayabiliriz. Bu durum rahatımıza düşkünlüğümüzü, emek sarf etmeden köşeyi dönme anlayışımızı göstermektedir. Bizdeki bu tıyneti bilen sahtekârlara fazla iş düşmüyor, nasıl kandırırız diye uzun uzadıya düşünmelerine bile gerek yok.  Sadece ikna kabiliyetlerini kullanmaları yeterli. Kanıncaya kadar kimse sesini çıkarmıyor, çünkü herkes hayatından memnun. Sahtekarın kirli çamaşırları ortaya çıkınca vaveylayı basıyoruz ardından. Tokatçılara kızarken biraz da kendimize kızsak fena olmaz diyorum. Ne kadar kızsak da üzerine bir bardak soğuk su içmekten başka çare yok.

Konya merkezli çok ortaklı holdingler, 90'lı yıllarda mantar gibi çıkmaya başladığında çoğumuz koştu para yatırmak için. Çünkü döviz bazında yüzde 30 kâr veriyordu. Kimse bu paranın bolluğu nerede, siz bu parayı nasıl kazanıyorsunuz, demedi. Üzümünü yedi, bağını sormadı. Çünkü görünen saadet zinciri hoşumuza gitmişti. Ne zaman ki birbiri ardına battılar, biz isyanlara oynadık. Keşke başkasına isyan ederken biraz da para kazanma hırsımızı sorgulasak fena olmazdı aslında.

Çiftlik Bank olayı gözümüzü açar, “Bir daha tövbe” der miyiz? Sanmam. Bizde bu kanma balık hafızası olduğu müddetçe daha niceleri ekmek yer bu bitek topraklarda. Kanan, köşesine çekiliyor, bayrağı/nöbeti bir başkası devralıyor.  Bu durumda tokatçıların insafa gelmesini beklemekten başka çare yok. Bu da mümkün mü? O zaman kanmaya devam maalesef. Allah iyilerle karşılaştırsın. 17.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

* 19/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



16 Mart 2018 Cuma

Ömrünü Yemeye Adamış

Şeker hastalığı günümüzde yaygın olan hastalıklardan biridir. Yediden yetmişe çoğu kimsede görünmekte ve doktor raporuna bağlı olarak insanımızı hayatı boyunca ilaç kullanmaya mahkum ediyor. 

Şeker hastalığının kendi içinde tipleri ve dereceleri olmakla beraber bazı şeker hastalarının durumları bana garip geliyor. Tanıdığım bir şeker hastası var, ileri derecede şeker hastası. Hep aç, hiç tok olduğunu görmedim. Kıvranıyor açlıktan. Kendini bir yere gücün atar. Yerken de hızlı ve fazlaca yediği için yedikten sonra hazmetme sorunu yaşıyor.

Küçük çocuklar vardır öğün takip etmez. Tam öğün öncesi kırıntı yer. Az sonra yemek yenecek dense de basar ağlamayı. Mutlaka dediği olur. Benim tanıdığım şeker hastası da tıpkı laftan ve sözden anlamayan küçük çocuk gibi. Küçük çocuğun nazı çekilir de büyüğün nazı çekilmez. Tamam vücudu istiyordur. Vücut gıdasını alacak. Ama yerinde ve zamanında olmalı. Madem vücudu istiyor. O zaman çantasında atıştırmalık kırıntı bulundurmasında fayda var. Ama ne mümkün! O kadar hatırlatmaya rağmen çantasına bir bisküvi koyduğunu görmedim. Acıkır acıkmaz mutlaka önüne sofra konacak. Haydi her şeyden geçtim, çoğu kimsenin çaya şeker atmayı bıraktığı günümüzde bu hastamız hala çayı şekerle içiyor. Hem de öyle az-uz falan atmıyor, dolduruyor çayı şekerle. 

Benim bildiğim şeker hastaları perhiz yapar, her şeyi yemez ve içmez. Bizim ki zararlı-faydalı demez, ne bulursa götürüyor. Korkum bir gün yıkılacak ve bir daha kalkamayacak. Maalesef ne laftan anlıyor, ne de sözden. Tıpkı imam gibi kendi bildiğini okuyor, atın ölümü arpadan olsun dercesine geçiyor günleri. Allah kimseye hastalık özellikle şeker hastalığı vermesin. 16.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

14 Mart 2018 Çarşamba

Dikkat! Bu Araç, "Ağır Kusurlu" *

Araç muayenesi için bugünlerde yolunuz TÜVTÜRK'e düşmüşse aracınız "ağır kusur" yerse hiç şaşırmayın. “Ağır Kusur” olunca aracınızın muayeneden geçmesi mümkün değil. Nereden mi biliyorum? Gittim, gördüm, hakk’a'l yakîn başıma geldi de ondan biliyorum. Ağır kusura maruz kalmak insanın hoşuna gitmiyor. O kadar beklediğin de işin cabası. 

Üç ağır kusur birden yedim. Aracımın birinci kusuru, "Plaka, Yönetmelikte belirtilen özelliklere uygun değil"miş. Sorun, plakanın kenarında düşmesin diye vidalanan iki vidaymış, görevlinin dediğine göre. Vidaları söksen de olmazmış, değişmesi gerekiyormuş, şoförler odası bakıyormuş bu işe. Bu şekilde vidalı iken bu araba 2014, 2016'da geçti, hiç sorun yok. 2018'e gelince sorunumuz “ağır kusur” oldu. Belli ki Yönetmelik değişmiş. Aracımın ikinci ağır kusuru, "Yakıt-/gaz boruları: uygun olarak serilmemiş." Bu da ağır kusura giriyormuş. Bu kusuru yedikten sonra aldığım darbeyle evin yolunu unutuyorsun. Çünkü ağır kusuru kim giderecekse onun yolunu tutuyorsun. Bu kusurun müsebbibi kim? Araç sahibi keyfi bir şeyler mi yaptırmış? Hayır. Araç, Bakanlığın LPG'li araçlar için istediği projeye uygun yapılmış, onaylanmış ve yıllarca muayeneden geçmiş, 2017'nin başından itibaren "ağır kusur"lu işlem görüyor. Bu kusur kimin? Araç sahibinin mi? Kurallara uygun olarak döşeyen oto gaz sistemleri ustasının mı? Aracı muayene eden firmanın mı? Yoksa bu kuralı 2017'nin başında değiştiren Bakanlığın mı? Burada gerçek kusurlu Bakanlıktır, onun işgüzarlığıdır. "Vatandaşım! Geçmişte düşünemedik, yanlış kural koymuşuz,  kusura bakmayın, bundan sonra şöyle olacak" dese özrü kabahatinden büyük diyeceğim. Ama özür kim, onlar kim? Koskoca Bakanlık özür diler mi? Nedir bu istenilen diye usta yaparken baktım. Usta, LPG beyninden tanka giden kabloların üzerine zamanında özene bezene deri sarar gibi sarılıp emniyete alınmış kabloların üzerindeki sarılı sacı söktü iyice. Şimdiki Yönetmeliğe göre kablo görünecekmiş. Mantığını kavrayamadığım bu yeniliği sordum: “Kardeş, kablonun saçla örülmesi daha emniyetli değil mi? Kablonun görünmesi doğru mu? Farz et ki arabanın altını sürttürdüm, o zaman o kablolar zarar görüp gaz kaçağı meydana gelmeyecek mi?” dedim. “Maalesef öyle, ama istenen bu şekil şimdi” dedi. Sizin yeniliğinizi sevsinler dedim kendi kendime. Aracımın üçüncü kusuru, “Egzoz bağlantısı kırılmış.” şeklinde idi. Raporun sonunda ise “ARAÇ, TRAFİĞE AÇIK KARAYOLUNDA KULLANILAMAZ” yazısı vardı bu şekil büyük harflerle.

Üç tane “Ağır kusur” darbesi yiyen aracımı bir ay zaman zarfında yaptırmam ve yeniden randevu, sıra, muayene yaptırmam gerekiyormuş. Hele raporun sonundaki “…KULLANILAMAZ” yazısını görünce “Ben bu aracı yıllardır bu şekil ağır kusurlu olarak iyi kullanmışım da haberim yokmuş” dedim. Aracı, trafiğe açık karayolunda kullanamayacağıma göre kendime trafiğe kapalı karayolu bulmam gerekecek, eğer inat edip yaptırmazsam. Böyle bir karayolunu bilmiyorum dostlar! Siz bu şekil trafiğe kapalı karayolu biliyor da bana söylerseniz size minnettar kalacağım.

“Egzoz bağlantısındaki kırığı anlarım. Ses yapar insanları rahatsız eder. Ama diğer iki kusuru anlamakta zorlandım. Yetkililerimiz kendi koydukları kuralı, yine kendisi değiştiriyor. Herhalde biraz da bu şekil olsun, değişiklilik ve çeşitlilik olsun diye düşünmüş olmalılar. Kusura bakmasınlar ama ben bu üç ağır kusurdan iki kusurun gerisinde kendi ağır suçları, pardon ağır kusurları var diyeceğim.  Hikmetinden sual olunmaz ama yetkililer, “Araç muayenelerinde birkaç yılda bir değişiklik yapalım ki sanayilerimiz hareketlensin, onlara destek olalım, hareket olan yerde bereket olur diye düşünmüş olmalılar. Amaçları bu ise, maksat hâsıl oldu. Cebimizde bizi rahatsız eden elimizin kiri olan paraları kardeş payı olarak paylaştı şimdilik egzozcu ve oto gazcı. Bakalım plaka değiştirecek olan şoförler odası ne diyecek?

Araç muayenesinden bana miras kalan: Zamanımdan bir yarım günümü çaldı. Sonra bol bol para çıktı cebimden. Önce oto gazcıyı, sonra egzozcuyu memnun ettim. Benden başka müşterileri de vardı. Özellikle oto gazcının. Hepsi de TÜVTÜRK mağduru. Daha doğrusu Yönetmelikzede. Şimdi sırada şoförler odasını memnun etmek var. Bir de onu gönüllersem vatandaşlık görevimi hakkıyla yerine getirmiş olacağım. Koca bir yarım günüm heba oldu ama tecrübe kazandım. Zaten tecrübeyi, “İnsanın hayatta yediği kazıkların bileşkesidir” diye tarif etmiyor muyuz biz?

Umarım ben yeniden randevu alıp muayeneye gidene kadar yaptırdığım “ağır kusurlar” bir yönetmelikle yeniden değişerek tekrar “ağır kusur” olmaz.  Olur mu olur. Devlettir ne de olsa. Ne yapsa yeridir. Yazımı nihayete erdirirken burada bir hakkı teslim edeyim: Araç muayenesinde aracımı tepeden tırnağa muayene eden eleman, nazik mi nazikti. Herhalde eleman, “Adam zaten darbeyi yedi, yaralı bir kurt. Hiç olmazsa bir de ben vurmayayım” diye düşünmüş olmalı. Kendisine buradan teşekkür ediyorum.

Akşama kadar ben bu kadar yoruldum. Vatandaşlık görevimi yerine getirdim. Çorbada sizin de tuzunuz olsun. Bir vatandaşlık görevi de siz yapın: “ARAÇ, TRAFİĞE AÇIK KARAYOLUNDA KULLANILAMAZ” yazısına rağmen aracımı açık karayolunda görürseniz lütfen trafiği ve yetkilileri “Şuna haddini bildirin” diye harekete geçirin. Size bir telefon kadar yakınlar. 14/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 17/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.







Hizmet Adamı Vesselam!


İki yıl önce tanıdım kendisini. Çok insan tipi gördüm, böylesine ilk defa rastladım. İlgi, alaka, çalışmasını gördükçe olamaz böyle biri dedim zaman zaman. Ne zamana kadar devam edecek bu adamın bu hali dedim.

Hiç işini aksattığını, işini yaparken gelişigüzel yaptığını, güler yüzünü eksik ettiğini, sızlandığını, başkasının dedikodusunu yaptığını, şımardığını görmedim. Yaptığının en iyisini yapar gördüm hep. Bir işi bitirir bitirmez dur-durak demeden bir başka işe koyulması, işini yaparken de çevresindeki insanlara ilgi ve alakasını göstermeye devam etmesi nasıl bir insan evladıyla karşı karşıya olduğunuza hayret eder, çalışma şevkine hayran kalırsınız.

On parmağında on marifet olan bu kişinin hiç mi derdi yok, hiç mi ihtiyacı yok. Hoşuna gitmeyen bir şeyle karşılaşmaması mümkün mü? İnsan olup da gündelik hayatta sorunu olmayan olur mu? Bu da insan; tıpkı benim gibi fizîken aynı uzuvları taşıyor. İçinde ne sıkıntısı ve derdi olursa olsun derdini içine atarak kendisini işine verip ha bire çalışan, hayata ve insanlara bu derece olumlu bir gözle bakan böyle birini bu güne kadar ne duydum, ne de gördüm. İş, ondaysa asla gözün arkada kalmaz, kendine güvenmez, ona güvenirsin. Ben bu işten anlamam demez. Çalıştığım okula Allah’ın bir lütfu olsa gerek. Baktıkça gıpta ettiğim bu kişi, sinir uçları alınmış ya da günlük ilaç kullanan biri mi diye düşünmedim değil. Zaman zaman gıyabında konuşurken acaba insan suretinde görünen bir melek mi demekten de kendimi alamadım.

Duruşu, oturuşu, davranışı, görgüsü, nezaketi, beyefendi duruşu itibariyle tam bir hizmet adamı. Çayda o var, temizlikte o var, karşılamada o var. İnsana ihtiyaç olan her yerde. İşin garibi yaptığı iş, diğer devlet memurlarında olduğu gibi garantili bir iş değil. Çalışırken “Millet kadroya geçti, ben ne olacağım, yarınım yok, keşke benim de bir garantili işim olsa” dediğini görmedim. Bugün işim var, yarına Allah kerim!” düşüncesi içerisinde hareket ettiğini gördükçe şu adamdaki tevekkül, şu adamdaki güler yüz, şu adamdaki ilgi-alaka, şu adamdaki çalışma şevki bende de olsa keşke dedim çoğu zaman. Kendisini her gördükçe pozitif enerji aldım. Öyle zannediyorum, benim aldığımı bu pozitif enerjiyi onu gören herkes almakta.

İçinizden “Bu adam kadrolu değil, bir de kadrolu olunca onun durumunu gör” dediğinizi duyar gibiyim. Doğru, bu arkadaş kadrolu değil. Kadrolu olsa değişir mi? Örnekleri çok. Fakat bu başka biri. Allah vergisi. Kadroya da geçse, makam ve mevki sahibi de olsa beyefendi kişiliğinden, iş ahlakından hiçbir şey kaybetmez. Kendime garanti vermem, bu adama garanti olurum.

Yediği-içtiği helal olan böylelerinin sayısını Allah, toplumun her kesiminde bolca versin. Versin ki sızlanan, kaçak güreşen bizlere örnek olsun. Allah ondan ve onun gibilerinden razı olsun! Bu tiplerin ne derdi varsa gidersin, ne muratları varsa versin Rabbim! 14/03/2018

Topluluk Nezdinde Kişileri Hedef Almak *

Son yıllarda bir furya başladı. Daha önce varsa da bu kadar ayyuka çıkmamıştı. Belli meslek gruplarını yerden yere vurmaya başladık.  Meydan ve ekranlarda alenen yapıyoruz bunu. Daha doğrusu had bildiriyoruz.

Etik ve ahlaki değerler yerlerde sürünür oldu. Mesleklerdeki gizem ortadan kalktı, yani kaldırdık. Kim bir hata yapmışsa yerin dibine girdiriyoruz. Had bildirdiğimiz ister gazeteci, ister öğretmen, ister hekim, ister bir din görevlisi, ister polis, ister vali, ister kaymakam... kim olursa olsun ipini çekiyoruz. Bu işi yaparken alkışlayanımız da çok. Hatta "İyi haddini bildirdi" diyoruz. 

İnsanları, bir camiayı veya meslek grubunu alenen meydanlarda hedef almak, hedef göstermek doğru mu? Kanaatimce doğru değil. Bir defa had bildirenle, had bildirilen aynı seviyede değil. Had bildirilen kişiler genelde devletin kamu görevlisi. Cevap verme, karşılık verme, basına demeç verme, açıklama yapma konusunda yasaklı. Ya da sesini duyurma, kendini ifade edebilme imkânı yok. Ya da sesini çıkarsa işimi kaybederim endişesini taşıyor.

Hedef alınan insan içine attı, yuttu, işine yöneldi diyelim. Bu insanın çoluğu, çocuğu, eşi, dostu, çevresi var. Bu kişi toplumun içine nasıl çıkacak? Bundan sonra işine nasıl kendini verecek? Haydi diyelim ki ne zaman, nerede konuşacağını bilmeyen, hata yapan insan uyarılsın. Uyarılacak elbet. Zira kimse layüsel değildir. Fakat eleştirilme yöntemi doğru mu? Bence beğeniriz veya beğenmeyiz; yaşını başını almış bir insanı, topluluk nezdinde hedef almak ne ahlakidir, ne de etiktir. Kişinin toplum nezdinde itibarını sıfırlamak demektir. Bugün ergenlik çağına gelmemiş  çocukların dahi -hak etmiş olsa bile- psikolojisi bozulur, öz güveni yok olur düşüncesiyle arkadaşlarının içerisinde eleştirilmesini pedagoglar uygun görmüyor. Durum bu iken büyüklere, meslek erbabına yapılanı nereye koyacağız? Çok mu zor bir insanı veya camiayı kırmadan, dökmeden usulünce, yerinde eleştirmek? Kurumlara, camialara ve meslek erbabına iç işleri vasıtasıyla ulaşıp meramımızı anlatmak hiç zor değil, istediğimiz zaman ulaşırız. Toplumun gözü önünde itibarı yerle bir edinen öğretmenin öğrenci ve velisinin karşısında, bir doktorun hastasının önünde, bir hocanın cemaatinin önünde ne derece ağırlığı kalır? 

Beğensek de, beğenmesek de bu ülkenin öğretmeni, doktoru, gazetecisi, hocası... mühendisi bu. Bunlar bu ülkenin ikliminden etkilenmiş kişilerdir. Sonra bu meslek gruplarının eksiklik ve hataları var da diğerlerinin yok mu? Mesela bize yön veren siyasetimiz veya siyasetçilerimiz her şeyi dört dörtlük mü yapıyor? Çok mu temizler? Sorumlulukları gereğince uhdesine aldıkları görevlerde, aldıkları inisiyatiflerde hiç hataları yok mu? Bence başkasına taş atmaktan ziyade önce kendimize baksak fena olmaz. Herkes önünü temizlese bu ülke tertemiz olur? Hep başkasını suçlayarak sadece topu taca atmış ve egomuzu tatmin etmiş oluruz. Kendimize yapılmasını istemediğimizi, başkasına yapmayalım. Bunun için çok şey yapmamıza gerek yok. Sadece biraz empati. Eldeki olandan azami ölçüde faydalanma yoluna gidelim. Kalp kırmayalım, gönül alalım, gönüllere girelim. Yunus’un bir dörtlüğüyle nihayete erdirelim yazımızı:
“Yunus Emre der hoca /Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice/ Bir gönüle girmektir.” 14.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

* 03/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Mart 2018 Pazar

Yapay Sorunlarla Oyalanmak Yerine Sadede Gelelim! *

Mak Danışmanlık, “Türkiye’de Toplumun Dine ve Dini Değerlere Bakışı” ile ilgili 2017 yılında yaptığı bir araştırmayı yayımladı. 5400 kişi üzerinde yapılan bu araştırmaya göre bu toplumda: “Allah’a inandığını söyleyenlerin oranı % 86, meleklere inandığını söyleyen % 75, Kur’an’ın vahiyle geldiğine inananlar % 76, düzenli Kur’an okuyanların oranı % 25, Peygamberlere iman ve Hz Muhammed’i örnek alanların oranı % 63, kadere inananların oranı yüzde 70, öldükten sonra hesaba çekileceğine inananların oranı % 73, Cennete gideceğiniz kesin olsa şu anda ölmek ister misiniz sorusuna evet diye cevap verenlerin oranı % 15, ramazan ayında sürekli oruç tutanların oranı % 45, beş vakit namazı sürekli kılanların oranı % 22, gusül abdesti alanların oranı % 65, ara sıra alanların oranı ise % 17…” imiş.

Araştırma sorularının ve verilen cevaplarının bir kısmını burada paylaşmış oldum. Niyetim yazımızı istatistiklere boğmak değil. Merak edenler ilgili araştırmayı okuyabilir. İstatistiklere bakınca Allah’ın varlığına ve birliğine inanma en yüksek bir oran olarak görünmektedir. Yani tersinden bakarsak bu toplumun yüzde 14’ü, inancın temeli olan Allah’a inanmıyor. Araştırmaya göre bu toplumun yüzde 99’u falan Müslüman değil. Diğer inanç esaslarına gelince oran daha da düşmekte, inanmayanların oranı yüzde 25’lere yükselmektedir. İbadetleri yerine getirenlerin oranı ise daha aşağılarda. Araştırma sonuçlarına yüzeysel bakan bir insan, bu ülkede inanç sorunu yaşayanların oranının çok da azımsanmayacak bir seviyede olduğunu görecektir. Yani bu toplumda dinin temeli olan inanç sorunu var.

İnanç konusunda hal-i pürmelalimiz ortada iken Türkiye son günlerde dinin furuatı kabul edebileceğimiz görüşleriyle çalkalanıyor. İşin en başköşesine de Nurettin Yıldız oturtulmuş durumda. İşin garibi Hocayla ilgili paylaşılan videolar 8-10 yıl öncesine ait. Üstelik yapılan konuşmanın tamamı da yok paylaşılan videolarda, kırpıp kırpıp piyasaya sürülmüş. 10 yıl öncesinin videolarını piyasaya sürenlerin iyi niyetli olmadıkları, amaçlarının üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek oldukları ayan-beyan belli iken aşağıdan yukarıya gündemin içerisine hepimiz doluştuk. Şimdi herkes Sayın Yıldız’ı tu kaka yapmakla meşgul. 28 Şubat sürecinin mimarı olan Kartel Medyasının öncülüğünde ortaya dökülen eski fetvalara; muhalefet liderinden, Reisicumhur’una varıncaya kadar olaya müdahil olundu. Savcılarımız “Halkı kin ve intikama tahrik” suçuyla dava bile açtı. Nedense bu tartışmaları görünce yıllar önce okuduğum bir fıkra geldi aklıma: “Bir Hristiyan bir Yahudi’yi yakalar ve bir hışımla yakasından tutar. Yahudi, “Ne yapıyorsun, ben sana ne yaptım” diye sorar.  Hristiyan, “Seni öldüreceğim” der. Yahudi, “Niye ki, suçum ne benim” deyince Hristiyan, “Siz Yahudiler, İsa peygamberi öldürdünüz, işte ondan” der. “İyi de bu iş, asırlar önce olmuş, geçip gitti artık” demiş Yahudi olan Hristiyan, “Olsun, benim daha yeni haberim oldu, demiş.” Fıkra burada bitiyor. Hristiyan, Yahudi’yi öldürdü mü, bilmiyorum.


Konuyu dallanıp budaklama niyetim yok. Nurettin Yıldız’ın vermiş olduğu görüşlere katılmayabilir, yanlış bulabilirsiniz. Ki ben de katılmıyorum. Zaten fetva dediğimiz budur. Kendisini işin uzmanı bulan kişi, bir konu hakkında fetva verir. Fetvasında isabet de eder, yanılır da. Üstelik fetva, dinin olmazsa olmaz tek görüşü değildir, dînî bir görüştür. İsteyen uyar, isteyen uymaz. Hal bu iken önce görüşler, ardından kişi sorgulanmaya başlandı, sonra bu hocaların verdiği tüm fetvalar hep bu şekil sorun denmeye getirildi iş. Yani tümevarım metodu uygulandı.

Başkalarının başka niyetlerle “yerseniz” diyerek dayattığı bu gündem; ortamı gerdi, insanları “Hoca haklı, haksız” noktasına getirdi. Bence tansiyonu düşürmek lazım. Hele bu iş siyasetin işi asla değil. Dini tartışmayı da din alanında söz söyleyecek kişilere bırakmaları, Hocanın görüşüne katılmayan yetkili kişilerin de susmamaları gerekir. Eğer siyaset, Türkiye ve dünya gündemini oluşturan her şey bizim gündemimize girer diyorsa ilk önce bu kasetler niçin sıcağı sıcağına 8-10 yıl önce değil de şimdi piyasaya sürüldü, diyerek bunun üzerine yoğunlaşması gerekir. Bu işin içine giren savcılarımız da “Uydum kalabalığa!” diyerek soruşturma açmadan önce "Herkes düşünce, vicdan ve kanaat hürriyetine sahiptir. (2) Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce, vicdan ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz." Anayasa maddesini okumasını isterim. Siyaset ve yargı bir konuda baskı yaparsa o alanda sağlıklı tartışma olmaz. Beğensek de, beğenmesek de değerlerimizi tek tek yok etmiş oluruz. Sonra birkaç yanlışından dolayı eğer insanlar anasından doğduğuna pişman edilecekse “En iyisi hiç konuşmamak, bana dokunmayan yılan bin yaşasın” noktasına evriliriz.

Her olumsuz şeyden bir hayır çıkarmak lazım diyerek kendisini dini alanda görüş belirtmeye layık görenler hocalar da bir konuda görüş belirtmeden önce toplumun yapısını, dokusunu dikkate alarak görüş serdetmelerinde fayda vardır. Yani kendilerini güncellemeleri, bugüne gelmeleri, yani Kur’an ve sünneti baz alarak günümüz sorunlarını mukayese etmeleri ve ayakları yere basan, uygulanabilir görüş açıklamaları gerekiyor. Görüş açıklarken de izahı mümkün olan ve halkı ikna edecek bir temele dayandırmaları yerinde olur. Unutmayalım ki, izahı mümkün olmayan ve halkı ikna edemeyen hiçbir doğru, doğru değildir. Doğru da olsa kimse kullanmadığı için arşivlerdeki tozlu raflarda yerini alır. Yine hocalarımız, kendilerine sorulan her soruya cevap vermekten ziyade yazımın başında ifade ettiğim esas sorun olarak görünen inanç sorununa eğilseler, çok iyi olur diye düşünüyorum. Çünkü dini görüşün de başı inançtır. İnanç olmadan dini görüşün bir anlamı olmaz. Bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllı çıkarmaya uğraşmayalım. Sadede gelelim. 11/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 12/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.








10 Mart 2018 Cumartesi

İstikrar Abidesi Mübarek!

30 yıldır tanış olduğum biri var. Ne zaman kendisiyle görüşsem aynı soruları sorar, aynı cevapları veririm. Ne o sormaktan bıktı, ne de ben cevap vermekten. İstikrar abidesi desem yeridir. Laf olsun diye soran biri değil. Sorduğu her soruda samimi. İşin garibi sürekli aynı soruları sorduğunun farkında değil. Sorduğu soruları dert edinen o değil, maalesef benim.

Hal-hatır sormasından bahsetmiyorum. Ki bu doğaldır. İsterseniz bıkıp usanmadan sorduklarını soru-cevap şeklinde bahsedeyim.
-Senin evin şu köşesine bir kamelya olur, niye bir kamelya yapmıyorsun?
-Orada ağaç var, ağacı kesmek lazım.
-O zaman şuraya da olur?
-Kim oturacak? Gerek yok.
-Olsun iyi gider.
-Burası sadece bana ait değil, apartman sakinlerinin kararı gerekir. Sonra kimse razı olmaz.
On bir sene oturduğum eve her gelişinde girerken bu konuyu açtı, uğurlarken bu konuyu açtı. Konuşma hep bu minval üzere geçti.
*
-Senin çocuk kaça gidiyor bu sene, dokuz mu on mu?
-On.
-On, yani lise 2?
-Evet, lise 2
Bir başka görüşmemizde çocuğun sınıfını sorunca,
-Lise 2
-Lise 2. Yani 10.
-Evet.
*
-Her gün okula giden mi?
-Giderim.
-Sabah kaçta gidersin?
-07.30'da.
-Ben? 06.30'da otobüse biniyorum.
-Evden kaçta çıkarsın ya?
-07.20'de
-10 dakikada varabiliyor musun?
-Evet.
-O zaman çok hızlı yürüyorsun.
-Normal adım.
-Ara sokaklardan geçiyorum.
-Şimdi oldu. 10.03.2018