20 Ocak 2018 Cumartesi

Gelin Hep Beraber Bu Tarikatın Müntesibi Olalım!

Cemaat ve tarikatlar alanı, netameli bir alandır. Yumuşak karnımızdır bizim. Konuyu ele almak bile riski beraberinde taşır. Sevsek de, sevmesek de tarikat ve cemaatler bu ülkenin ve İslam dünyasının bir realitesidir. Bu tür oluşumlar olumlu ya da olumsuz bir ihtiyacı deruhte ediyorlar. Tasvip edilecek ve edilemeyecek yönleri var. Kimi bu alanı olmazsa olmaz bir alan olarak görür ve “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” der, kimi de ‘Bu tür oluşumlar zararlıdır, tümüyle yok edilmelidir’ düşüncesine sahip.

İçinizden biri, “Ben bir tarikata girmek, nefsimi terbiye etmek, dinimi-diyanetimi yaşamak istiyorum, ama bu oluşum; uçup kaçmayacak/uçurup kaçırmayacak, ayakları yere basan, aklı kiraya vermeyen, vardır bir hikmeti dedirten bir oluşum olmayacak, işte ben böyle bir yer arıyorum…” derse 16.yüzyılda yaşamış alim bir zat olan İmam Birgivi’nin yazmış olduğu ‘Tarikat-ı Muhammediye’ isimli kitabından tarikatın ne olduğunu, ne olması gerektiğini anlatan bir alıntıyı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. ALI KÖSE paylaşmış. Faydalı olacağına inanıyorum:

“Bizim bir mürşidimiz var. Ama bizim mürşidimiz -diğer mürşitler gibi-
·         Olağanüstü özelliklere sahip değil. Tıpkı bizim gibi bir beşer. (18/110, 25/)
·         Bizim gibi yemek yer, bizim gibi çarşı pazar dolaşır. (25/7)
·         Gaybı bilmez. (6/50)
·         İnsanların kalbini okuyamaz. (9/101, 63/4)
·         Ahirette bize torpil yapamaz. Bizi azap meleklerinin elinden kurtaramaz. (7/188, 72/21-23) Hatta ahirette bize ve kendisine ne yapılacağını bile bilmez. (46/9)
·         Ölülere işittiremez, kabirdekilerle sohbet edemez. (30/92, 35/22) Eceli gelince ölümünü erteleyemez. (39/30) Yani Azrail’i geri gönderemez. Kimseyi çarpamaz. (72/21)
·         Allah’ın dilemesi dışında bize de kendisine de bir fayda sağlayamaz. (7/188) Değil bize geleni, kendisine gelen zararı bile savamaz. (72/21)
·         Havada uçamaz, denizde yürüyemez, aynı anda birkaç yerde görünemez, ölüleri diriltemez. Bizim mürşidimizin böyle mucizeleri ve kerametleri yoktur. (17/59, 29/50-51)
·         Silsilesi, İsa, Musa, İbrahim AS gibi Nebilerden Adem’e (as) kadar uzanır ama Allah’tan başka -gavs, kutub vs gibi- sığınacağı kimsesi yoktur. (72/22) Darda kalınca da normalde de yalnızca Allahtan yardım ister. (1/3, 72/20) Çünkü başka yardım isteyecek kimsesi yoktur.
·         Üstelik -diğer mürşitler gibi- günahsız değildir. Öyle ya da böyle bazı günahları olmuş ve bunlar için Allah’tan af dilenmiştir. (40/55, 47/19) Bu günahlarının affedilmesi için –araya koyabileceği– kimsesi de yoktur. Bu yüzden direkt ve yalnızca Allah’tan af dilenmiştir. (41/6) Yani bizim mürşidimiz diğerleri gibi değil. Oldukça mütevazidir(25/63).
·         Bize efendilik taslamaz. O, bizim sıkıntıya düşmemizi istemez. Bize karşı çok merhametli ve yumuşak huyludur. (3/159, 9/128)
·         Her sorunumuzu O’na götürebiliriz. Erkek veya kadın dileyen herkes Onunla görüşebilir. Ve hatta tartışabilir bile…(58/1, 12)
·         O, –Allah’ın hüküm koymadığı hususlarda– arkadaşlarıyla istişare eder ve de çoğunluğun kararına uyar. (3/159) Yani ‘Benim dediğimi yapmak zorundasınız’ demez. O’nun ‘Gassalin önündeki meyyit gibi ona teslim olacaksınız’ diye telkinlerde bulunan müritleri de yoktur.
·         Konuşmaları kapalı ve gizemli değildir. Herkesin anlayabileceği şekilde ve apaçıktır. (29/50, 67/26)
·         Arkadaşlarını evinde ağırlar. (33/53) Onlara ikramda bulunur. Rahatsız olduğu halde, ikramdan sonra koyu sohbete dalarak gereğinden fazla kalan arkadaşlarını ikaz edemeyecek kadar naiftir. Misafirlerine ‘efendi hazretleri artık istirahata çekilecek, buyurun’ diyerek kapıyı gösterecek ‘adamları’ da yoktur. Dolayısıyla bizler de bu olanları –o akşam mübarek evlerinde şöyle şöyle haller zuhur etti diyerek anlatan müritlerinden değil– Allah’tan öğreniriz. (33/53)
·         İşte bizim mürşidimiz böyle bir beşerdir. O’nun türlü türlü mucizeleri yoktur(17/53, 29/50). Ama O’nun öyle bir Kitabı vardır ki, o Kitabı; Onu âlemlere rahmet yapmıştır. (21/107) Kuran O’nun yegane ve en büyük mucizesidir. (29/50, 51;17/59) Mürşidimiz Muhammed AS’ da bu Kur’an’ı bize getiren Elçidir; Allah’ın kulu (17/1, 25/1) ve Nebi-Resul Muhammed. (23/40)
O, Kuranı Allah’tan alıp bize tebliğ edendir. (5/92, 24/54) Bizi Kuran ile uyaran, (6/19) Kuran ile hüküm veren, (4/105) aramızdaki ihtilafları Kuran ile çözen, (16/64) ve insanlığı Kuran ile karanlıklardan aydınlığa çıkarandır. (14/2)
      O, –başka bir şeye değil– yalnızca Kur’an’a uydu. (6/50, 7/203) Çünkü O, Kur’an’dan başka bir Kitap bilmiyordu. (42/52) O’nun bütün bilgi (ders) kaynağı Kur’an’dı. (6/105) O, bize öğrettiği her şeyi Kur’an ile öğretti. (2/151) Bize ders/vird/zikir olarak sadece Kuranı öğütledi. Çünkü kendisi için de bizim için de yegâne öğüt/zikir –ahirette hepimizin hesaba çekileceği tek kitap olan– Kurandı; Sen, sana vahyedilen (Kur’an’a) sımsıkı sarıl. Çünkü sen doğru yol (sırat-ı müstakim) üzerindesin. Ve şüphesiz ki o (sana vahyedilen Kur'an) hem senin için hem de kavmin için bir öğüttür. Ve hepiniz ileride ondan sorumlu tutulacaksınız. (Zuhruf 43, 44) İşte Rabbimizin ‘sırat-ı mustakim’ dediği ‘Tarikat-ı Muhammediye’ budur...“ (İmam Birgivi'nin Tarikat-ı Muhammediye adlı eserinden) 20/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya

“Zeytin Dalı Harekâtı" *

Türkiye, son günlerde ülkenin güneyinde yuvalanmış olan PKK/PYD/YPG/DAEŞ terör örgütlerine karşı bir operasyon yapılıp yapılmayacağına kilitlenmişti. Sayın Cumhurbaşkanı  “Bir gece ansızın gelebiliriz” dedi çoğu konuşmasında. Gece beklenmeden TSK, Cumartesi gündüz saatlerinde adına “Zeytin Dalı Harekâtı” vererek hava harekâtını başlattı. Amaç, bölgeye barış ve esenlik getirmek.

Türkiye, savaşın olmaması için elinden geleni yaptı. Sonunda girmek zorunda kaldı. Çünkü PKK, burnumuzun dibini ikinci Kandil yaptı. Savaş demek; kan ve gözyaşı demek, mal-maliyet ve can kaybı demek, göç ve dengelerin değişmesi demektir. Bu yüzden savaşı kimse istemez ve tasvip etmez. Zira savaş, sözün bittiği yer demektir. Türkiye, istemeyerek başlattığı bu savaşın adına “Zeytin Dalı Harekâtı” adını vererek amacının ne olduğunu da göstermiş oldu tüm dünyaya. Çünkü zeytin dalı uzatmak bizde barış isteğini gösteren bir davranış demektir.

Bu ülkenin bu savaştaki niyeti; ne Rusya gibi Akdeniz’e inmek, ne ABD gibi petrol kuyularının musluklarına sahip olmak, ne de PKK gibi uydu bir devlet kurmaktır. Bizim kendi ülkemiz bize yeter, kimsenin toprağında gözümüz yoktur. Zira sömürgeci değiliz. Tek isteğimiz ülkenin güneyinden gelen terörün kökünü kurutmaktır. Çünkü bu ülke terörden çok çekti. 40 yıldır terörle başa çıkmaya çalışıyor. Az şehit vermedi bu teröre. Irak ve Suriye toprakları üzerinde yuvalanmış bu terör odaklarına karşı Türkiye zaman zaman operasyonlar yapıyor. Çünkü tüm tehlikeler o taraftan geliyor. Yurt içinde sivrisinekle uğraşmaktan Türkiye, bataklığı kurutmaya vakit bulamamıştı. Nihayet güney sınırlarından gelen/gelebilecek tehlikelere karşı ülke, inisiyatif aldı.

Aslında Türkiye, PKK ile değil; ABD ile savaşıyor burada. Burada bir vekâlet savaşı var. ABD’nin Ortadoğu’daki menfaatleri bitmediği müddetçe Türkiye; kâh PKK, kâh PYD, kâh YPG, kâh DAEŞ ile vekâlet savaşları veriyor hep. 40 yıldır da bu ülke bu vekâlet savaşlarıyla terör adı altında uğraşıyor, yani oyalanıyor. Amerikalıların canı kıymetli olduğu için maşalarını sürüyor üzerimize sürekli. Üzücü olan, bizimle uğraşan maşalarla aynı inançtan oluşumuz. Sapı bizden yani. En azından biz öyle biliyoruz. ABD, içimizden ur bulamazsa bu bölgede tutunamaz. İçimizdeki bu beyinsizler ABD desteğiyle bir devlet kurduklarında huzur bulacaklar mı? Bu devlet kurulursa eğer, kimin devleti olacaklar? Allah, Müslümanlara akıl  versin.

Afrin bölgesi, zeytin ile kaplı. Başlattığımız harekâtın adı da ‘Zeytin Dalı’dır. Umarım şartların zorladığı bu harekât, bölgedeki zeytinler gibi bölgeye barış ve istikrar getirir. Canı gönülden istiyorum ki savaş uzamaz, kısa zamanda sona erer. Askerimiz inşallah nokta atışlar yapar, geçmişte olduğu gibi dağı-taşı bombalayarak geri gelmez, kayıp da vermez. Bölge PKK’dan iyice temizlenir. Bir daha bu bölge veya başka bir bölge, terörün üssü haline gelmez. İkinci operasyonlara ihtiyaç duymaz. Ülke ekonomik darboğaza girmez.

Ülkenin milli unsurları olarak gözümüz, gönlümüz Mehmetçiğin üzerindedir. Dualarımız onlarladır. Allah onların ve bu ülkenin yardımcısı olsun. ABD destekli terör yapan PKK/PYD/YPG’ye sempati duyan ve ‘Suriye’de bizim de bir devletimiz olsun’ diye göz kırpan içimizdeki unsurlara da Allah basiret ve feraset versin, birbirimize kenetlenmeyi nasip etsin. 20/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya

* 22/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Oluşumlarda ikinci lider niçin çıkmaz?

Bizdeki oluşumları lidere bağlı oluşumlar diye adlandırsak yanlış olmaz. Kolay kolay hiçbir hareket kurumsallaşmaz. O yüzden bizde hareketler lideriyle doğar, onunla gelişir, onunla mevta olur. Ölmese de can çekişir, marjinalleşir. 

Sebebi, bizde hareketlerin kurumsallaşmamasının önündeki en büyük engel, hareketi doğuran ve geliştiren liderlerdir. 

Etrafınıza bir bakın, Türkiye'nin yakın geçmişine bir göz atın. İster siyasi parti, ister STK, ister cemaat vb. olsun hiçbir oluşumda liderin yerine geçecek, onun makamını dolduracak, onun koltuğuna oturacak ikinci adam bulunmaz. Çünkü barındırılmaz ve yaşatılmaz.

Niçin mi? Harekette, bünyesinde liderlik potansiyeli taşıyan donanımlı insanlara yer verilmez. Kazara çıkarsa da yaşatılmaz. Hep bir gün yerime geçer endişesi taşınır. O yüzden hareketin başındaki liderler ilk önce kendi yerini sağlamlaştırır. Kendisini vazgeçilmez olarak lanse eder veya ettirir. Kendisinden sonra tufan olduğu imajını verir, sindirmeye çalışır, ötekileştirir, yalnızlaştırır. Fırsatını buldu mu etrafından uzaklaştırır. Çünkü bir gün ayağına dolanacağına kendini inandırır. Bunu yaparken de kendisini ölümüne savunan, kendisine bağlı kişilerden destek alır. Önce kapalı kapılar ardında nankör olduğu, ihanet edeceği, gözü yukarılarda olduğu, birilerine göz kırptığı, kendisine güvenilemeyeceği işlenir. Kol kırılır, yen içerisinde kalan bu şüphecilik, bir müddet sonra dışarıya sızmaya başlar. Aşırı fanatiklerine gün doğar. Düşman bellidir artık. Var güçleriyle lideri savunacağız, onun gözüne gireceğiz diye saldırırlar. "Lider olmasa bir hiçtir, karşısına bir çıksa da gününü görse, bugünkü edindiği itibar , lider sayesinde halbuki. Buna ancak nankörlük denir." gibi atışlar başlar. Her hareketi izlenir, her adımından lidere karşı bir tavır takınıyor anlamı çıkarırlar.

Türkiye'nin yakın geçmişi bunun örnekleriyle doludur. Menderes'i, Demirel'i, Ecevit'i, Baykal'ı, Özal'ı bunun örnekleridir. Zaten kendilerinden sonra hareketleri de bitmiştir. Bunların bir istisnası belki de Erbakan'dır. Erbakan, hareketinde birden fazla lider olabilecek potansiyel adaylara yer vermiştir. Hareketi de bu yüzden büyümüştür. Sonradan yolları ayrılsa da hareketi devam ettiren liderler ortaya çıkmış ve Türkiye'de söz sahibi olmuş ve olmaya devam ediyor.

Her ne kadar hareket devam etse de Doğu toplumlarının özelliğidir. Bu özellik, özellikle tarikat ve cemaatlerde, sağ partilerde ve STK'larda devam ediyor. Lidere bağlılık, içerisinde liderlik potansiyelini barındırmama  hız kesmeden devam ediyor. Liderin karşısına çıkan, kazanamazsa kopar gider. Bunun biraz istisnası sol partilerdir. Burada liderin karşısına rakip olunur, olağan veya olağanüstü kongreye gidilir, kıran kırana bir mücadele olur, kaybedilse de hareketin içinde bir nefer gibi çalışmasına devam eder. Sağ partilerde genelde tek aday çıkar, lider güven tazeler. Aday çıkmaz da, kazara çıkarsa partide yeri olmaz, kopar gider. 

Bu yüzden klasik sağda lidere rağmen lider çıkmaz. Hareketi küçülse de, büyüse de, yerinde saysa da ölünceye kadar hareketin başında olur. Kendisinden sonra hareket yok olmuş gibi olur. Şayet lider yaşıyor da hareketi birine bırakmışsa "Gördünüz mü, benden sonra kim geldiyse bu hareketi canlandıramadı. Bu iş ancak benimle yürürdü" dedirtir etrafındakilere. Zaten yerine geçen de onun gölgesinde kalır. Çünkü boynuzun kulağı geçmesi istenmez. Tek istenilen kendisine bağlı liderliktir.

Eğer bir hareket bu ülkeye lazımsa liderler enaniyeti bir tarafa bırakıp hareketini sadece kendine bağlı bir hareket olarak dizayn etmekten ziyade hareketi ileriye taşıyacak potansiyel lider adaylarına hareketinde yer vermeli, gerektiğinde hareketi ona bırakabilmeli. Bunun yolu da hareketin kurumsallaşmasından geçer. 20.01.2018 Ramazan Yüce, Konya

Hedef gösterme hastalığımız

Bu toplumun en belirgin özelliği, toptancı yaklaşımıdır. Ya süpürüp alır, ya da süpürüp atarız. Asla ortası olmaz. Ya nefret eder, ya da ölümüne severiz. Sevdiğimizin hatasını görmez, hayra yorarız. Nefret ettiğimizin durmadan hata ve kusurunu ararız. Köküne kadar fanatiğiz, bağnazız, ön yargılıyız.

Çoğumuzun demokrat görünümü bizi aldatmasın. Eline imkanı geçiren farklı bir fikre zerre kadar tahammül göstermez. Tüm çabamız yaptığımızı manipüle etmektir. Algılar oluşturmaktır. Algılar üzerine yaşarız. Durmadan düşmanla yaşarız. Düşmanımız yoksa düşman üretiriz. Yaşamamız, varlığımız düşmanımızın olmasına bağlıdır. Yaptığımızı, yapacağımızı anlatmak ve yaşamaktan ziyade düşman bellediklerimizi kötüleyerek kendi varlığımızı idame ettiririz. Bu yolla taraftar kazanırız. Taraftarlarımızı kendimize bağlamak için düşmanla korkuturuz onları. “Ey iman edenler! Siz kendinize bakınız. Şayet siz doğru yoldaysanız size zarar veremezler…” ayetini unutarak.

Futbol maçları gibidir bizim hayatımız. Nasıl ki futbolda iyi oynasın, kötü oynasın kendi takımımızı tutuyor, kanımız aksa takımımızın rengi akar diyorsak, kendi takımımızdan başka bir takım bilmezsek kendi fikrimiz ve zikrimizden başka bir fikri de kabul etmeyiz. 

Taraftarımızı  etrafımızda tutmak için rakip bildiklerimizi hedef gösteririz. Varsa yoksa rakibimizdir. Onunla yatar, onunla kalkarız. Yılanın başıdır zira rakip gördüklerimiz. Her kötülüğün müsebbibidir onlar. Bağlı ve sevenlerimizi kendi haline bırakmayız. Durmadan rakiplerin üzerine salarız. Bir hastalık, bir tutkudur bizde hedef göstermek. Hem de bu işi yapanlar cahil-okumamışlar değil, bizzat okumuş kişiler. Ya kariyer yapmıştır, ya da şöhret sahibidir.

Kamuoyu oluşturmaya çalışırız. Üstelik bunu basın, medya, TV ve sosyal medya üzerinden yapıyoruz. Bu işi yaparken hareketi, eylemi değil, kişileri hedef tahtasına koyarak yapıyoruz. Allah bize bir de öbür dünyada rakibimizi bize yargılama imkanı verse öbür dünyada da devam ettiririz bu husumetimizi. Orada da hayat hakkı tanımayız onlara.

İnsanlar niçin kendi fikirlerini yaymayı denemeyip rakiplerini hedef göstererek bağlılarını korkutmaya çalışırlar? Bunun kime ne faydası var, toplumu germekten, birbirine şüpheyle bakmadan başka. Kendine ve savunduğu fikre yürekten inanan kişi, rakibini kötülemez. Sadece kendi fikrini anlatır. Tarafların birbirini hedef göstermesi havada uçuştuğuna göre demek ki bunların kendi savunduğu fikirlerine güveni yok, ya da başka anlatacak sermayeleri yok.

Aslında kendi varlığını, başkasını kötüleme üzerine kuranların kişiliklerinde problem vardır. Bunu yaptıkça taraftarını tutmayı hedeflemekte. Onlar; yaşa, sağ ol, var ol, dedikçe doğru yoldayım diye kendini inandırıyor iyice. Ah bilse sadece çapsızlığını, kapasitesizliğini ortaya koyduğunu… 20/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya


17 Ocak 2018 Çarşamba

Okullar Yeniden Not Defterlerine Dönse Nasıl Olur? *

Eskiden not defterleri vardı her öğretmenin elinde. Öğretmen hangi sınıflara giriyorsa öğrencileri ad, soyad ve numarasını dolma kalemle tek tek yazar veya yazdırır, defterin her bir sayfasını okulun mührüyle mühürler, en son sayfasına da "İşbu defter ...sahifeden ibarettir" yazar. Altına da okul müdürünün ismini yazarak imzalattırır ve  mühürletirdi.

Öğrencilerin korkulu rüyasıydı bu not defterleri. Ders esnasında öğretmenin iç cebinde olurdu. Öğretmen eline aldı mı veya masanın üzerine koydu mu öğrencinin içi cız ederdi. Çünkü öğretmen ya sözlü yapacak, ya da notları okuyacaktı. Verdiği sözlüyü not defterine silinmez kalemle yazardı. Sonra değiştirmek istese de değiştiremez, yanlış yazsa da paraf yapamazdı. Çünkü silinti ve kazıntı olmazdı. İdam cezası veren hakimin kalemi gibiydi öğretmenin notu. Dünya bir araya gelse düzelttiremezdi.

Karne haftasında öğrenci, veli veya okuldan biri aracı olarak teşekkür veya takdir için bir puan istese öğretmen notları verdiği için hiçbir isteği yerine getiremezdi. Bundan dolayı kimse öğretmene gönül koymazdı. Not defterindeki notlar, hiçbir değişiklik yapılmadan not fişlerine geçirilir, farklılık olduğu takdirde not defterindeki not esas alınırdı.

Öğrenci ve veli dört gözle karne gününü bekler. Karnedeki notlar öğrenciyi sevinç ya da üzüntüye boğardı.

E okul sistemiyle beraber elle yazılan not defterlerine ve yazıya geçirilmiş not fişlerine ihtiyaç kalmadı. Öğretmenin verdiği her not e okul sisteminden veli ve öğrenci tarafından an be an takip edildiği için her dönem sonunda verilen karnenin de çok bir gizemliliği, heyecanı ve cazibesi kalmadı. Gizem kalkınca sihir bozuldu yani.

E okul sistemi vasıtasıyla hesaplanan notlardan öğrenci, teşekkür veya takdir alıp almadığını, kaç puana ihtiyacı olduğunu biliyor. Bundan dolayı okulların son haftasında not borsası oluşuyor. Öğrenci, öğretmen öğretmen dolaşarak notunu belge alacak seviyeye çıkartmaya çalışıyor. Kimi veriyor, kimi vermiyor. Performans notunu yükselten veya değiştiren öğretmen e okula istediği notu yazıp değiştirebiliyor. Notlar bu şekilde şişirilebiliyor.

E okul sistemi, öğretmenin işini kolaylaştırdı. Not defteri, not fişi hazırlama, ortalamayı hesaplama yükünden kurtuldu. Fakat not vermenin, ya da verilen notun değişkenliği not verme konusundaki hakkaniyeti yok etti diye düşünüyorum. Normal şartlarda takdir edilen notun değişmemesi gerekir. Fakat e okul, tüm geçmiş müktesebatı sildi, götürdü.

Niyetim geçmişe özlem değil. Zaten bu aşamadan sonra geriye dönüşün olması da mümkün değil. Karne haftasında teşekkür ve takdir borsasının açılmaması için verilen performans notlarının kaydedildikten sonra değiştirilme imkânının olmaması veya karneye bir ay kala e okulun öğrenci ve veliye kapatılması veya yazılı notu dışındaki performans ve proje notlarının kaldırılması düşünülebilir. Bu tedbirler aynı zamanda notların şişirilmesinin de önüne geçecektir. 17.01.2018 Ramazan Yüce, Konya

* 20/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

'Adli Kontrol Şartı' *

Toplumda infial yaratan menfur olaylar eksik olmuyor. Gün geçmiyor ki ekranlarda bu tür haberlere yer verilmemiş olsun. Televizyonların verdiği bu tür haberlerden sonra savcılık, olayla ilgili soruşturma açıyor, polis zanlıyı yakalamak için dört bir koldan operasyon üstüne operasyon yapıyor, güvenlik kameralarını ve mobese görüntülerini inceliyor, güç-bela zanlıyı yakalayıp adalete teslim ediyor. Zanlının yakalanma haberini duyar duymaz vatandaş seviniyor, suçluya en ağır cezası verilecek diye beklemeye koyuluyor.

Bin bir uğraşla, günlerce uğraşılarak yakalanan zanlı, bir bakmışsın ki 'Adli Kontrol Şartı'yla salıverilmiş. Mağdur daha mahkemedeyken zanlı elini-kolunu sallayarak mahkeme koridorlarından çıkıp gidiyor. Mağdur, “Bu nasıl iş” diyerek arkasından bakakalıyor. Suçlu veya zanlının serbest bırakılması kamuoyunda bir infiale sebep olunca veya mağdurun veya savcının itirazı üzerine salıverilen zanlı için tekrar yakalama kararı çıkarılıyor, şahsı yakalamak için güvenlik kuvvetleri tekrar harekete geçip yakalıyor, ardından tekrar serbest bırakılıyor. Serbest bırakılan şahısların çoğunu bir başka suç işleyerek tekrar adliye koridorlarında görebiliyoruz.

İşlenen suçun TCK'daki cezası, belli bir yıla kadar olan cezalarda genelde mahkemeler bu şekilde karar veriyor. Anlaşılan bu konularda mahkemelerin çok yapabileceği bir şey yok. Belki de bundandır ki işlenen suçlarda her geçen gün artış gözlemlenmektedir. Madem zanlı, yakalanır yakalanmaz salıverilecekti; ne diye onca polis, zanlının peşine düştü? Eğer suçlu veya zanlı hemen salıverilecekse o zaman yakalamadan hakkında vereceğimiz 'Adli Kontrol Şartı' uygulansın, iletişim araçları vasıtasıyla zanlıya duyurmuş olalım. Kanaatimce 'Adli Kontrol Şartı' insanları suça teşvik ettiği gibi halkın adalete güvenini de iyice zedelemektedir. Kimsenin adalete güveni kalmamaktadır. Suçlunun korunduğu imajı ortaya çıkmaktadır. 

Suçun küçüğü, büyüğü olmaz. İşlenen suç kesinlikle küçümsenmemelidir. Çünkü suç işlemeye meyilli kişiler, işe küçük suçları işleyerek adım atmaktadır. İşlediği suçun cezasını hemen almayınca veya şartlı salıverilince yapan, kendisine çekidüzen vermediği gibi başkasına da kötü örnek oluyor. Aslında zanlıyı yargılama sonucunda verilecek ceza, suçluyu cezalandırmaktan ziyade suça meyilli olanlara bir gözdağıdır. Suçluları cezalandırmada amaç caydırıcı olmasıdır. Zira caydırıcı olmayan cezalar suçu artırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Kimse kusura bakmasın ama ben hemen hemen herkese uygulanmakta olan bu ‘Adli Kontrol Şartı’ndan “Bu yaptığın suçlar arasında küçücük bir zerre. Böyle küçük suçlarla bizi uğraştırma. Şimdi salıyorum, ama senden daha büyük suçlar bekliyorum. Çünkü sende bu yeteneği ben görüyorum, haydi göreyim seni!” şeklinde bir teşvik görüyorum.

Kanun koyucunun 'Adli kontrol Şartı'nı yeniden gözden geçirmesinde fayda vardır. Çünkü 'Adli Kontrol Şartı' ile serbest bırakmak, suçu azaltmadığı gibi artırmakta ve teşvik etmektedir. Ayrıca vatandaşın adalete güveni her geçen gün yok olmaktadır. Yok, adli kontrol şartı bu şekilde devam edecek deniyorsa en azından bunun mantığı halka güzel bir şekilde anlatılmalıdır. 17.01.2018 Ramazan Yüce, Konya



* 31/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Siyasetçiler halkı kutuplaştırıyor

Siyasi partiler demokrasi ile yönetilen ülkeler için vazgeçilmezdir. Bir fikrin, bir düşüncenin iktidar olması için insanların bir araya geldiği organize hareketlerdir bunlar.

Hangi fikir ve düşüncede olurlarsa olsunlar siyaset, ülke yönetimine talip olanların kendilerini pazarladığı yer, siyasi arenadır. Kim kendini daha iyi anlatırsa bu ülkede söz sahibi olur. Önemli olan halkı ikna edebilmektir. Halktan kopuk yaşayanların, halka rağmen siyaset yapanların bu ülkede iktidara gelmesi, gelirse de tutunabilmesi mümkün değildir.

Her siyasi parti iktidara gelmek için kurulur. Vatandaş kimine iktidar, kimine de muhalefet veya ana muhalefet görevi verir. İktidar nasıl önemliyse muhalefet etmek de önemlidir. Hele ana muhalefet olmak demek, iktidar adayımsın demektir. 

Siyasi partiler iktidara gelmek için her yolu mubah görmemelidir. Siyasetin de, siyaset yapanların mutlaka siyasi etiği olmalıdır. Bir defa rakibini mat etmek için belden aşağı vurmamalı, rakibini küçümsememeli, mücadele edeceğim, alt edeceğim diye rakibinin kişiliğini zedeleyecek söz ve davranışlardan kaçınmalıdır. Yapmaları gereken ilk iş halkı kutuplaştırıcı söz ve fiillerden uzak durmayı prensip olarak benimsemelidir. Çünkü kutuplaştırıcı, ötekileştirici siyaset halkı birbirine düşman eder, toplumsal barışı yok eder. Buna da kimsenin hakkı yoktur. 

"Ben iktidar olacağım, iktidarda kalacağım" düşüncesiyle kutuplaştırıcı siyaset izlemek bu toplumda onulmaz yaralar açar. Halkın huzur ve mutluluğu iktidar olmaktan daha önemlidir. Bu yüzden siyaset yapanlar, siyasetleriyle ilgili politika belirlerken yoğurdu üfleyerek yemelidir. Eleştiri görevini usulüne uygun yapmalı, rakibi zor durumda bırakacağım diye yalan-yanlış bilgilerle algı operasyonu yapmamalı, çamur atıp iz bırakmamalı. 

Siyaset yapmak demek her şeyi her yerde konuşmak demek değildir. Çoğu mesele ve sorunları bir araya gelerek çözme yoluna gitmelidir. Meydanlarda sürekli rakibini eleştirmekten ziyade yapacakları anlatılmalıdır. Konuşmalarla halk kutuplaşmaya gidiyorsa tansiyonu düşürecek açıklamalara yer verilmelidir. 17.01.2018