3 Ocak 2018 Çarşamba

Umudun Adı: Piyango ***


Her yılbaşı yaklaşırken satışa çıkan piyango biletini almak için her yerde uzun kuyruklar oluşur. İçlerinde kadını, erkeği, genci ve ihtiyarı var.

Kuyruğu, kuyruktakiler bilir de hiç o tarakta bezi olmayan bir kişi görünce ne düşünür? Ya da çok önce yaşayıp ölmüş biri dünyada ne var ne yok diye öbür dünyadan kalkıp gelse kuyruğu, kıtlık ve yokluk zamanlarındaki kuyruklara benzetir. "Biz gittik gideli, dünyada değişen bir şey olmamış, zira kuyruklar aynen devam ediyor" der. Veya daha reşit olmamış, halen okumakta olan bir öğrenci kuyruğu görse, "Bize derslerde çalışmanın öneminden bahsederler, hatta “herkes için ancak çalıştığının karşılığı var” derler. Okuldaki öğrendiklerimizle dışarıda gördüklerim taban tabana zıtmış. Baksana neredeyse yediden yetmişe küçüğü-büyüğü kuyruğa girmiş, ya çıkarsa deyip avanta peşine düşmüş. O zaman ben niye okuyayım ki; alayım bir bilet, bir de çıkarsa kısa yoldan köşe olur, yattığım yerden para kazanmış olurum. Bu kadar millet toplandığına göre vardır bir bildikleri..." dese kim ne cevap verebilir?

Maalesef görünen bu! Yani alın terletmeden kısa yoldan köşeyi dönme. Zengini, fakiri kuyrukta. Hepsi bir umut "Ya çıkarsa" peşinde. 

Geçmişi ta Osmanlı'ya kadar gitmekle beraber 1939 yılında adı konulan Milli Piyango her kesimden insana umut dağıtmaya devam ediyor. İşin garibi başında da milli ifadesi var ve devlet eliyle yürütülüyor. Bir nevi kumar! Hatta ta kendisi!  Bu işin devlet eliyle yürütülmesi bunu meşru kılmaz. Devlet kendi eliyle vatandaşa kumar oynatıyor. Kendisi yüklü paralar kazandığı gibi milyonlarca satılan biletlerden 4 kişiyi sevindiriyor. Diğer müşteriler, umutlarını önümüzdeki yılın yeni yıl biletlerine saklıyor.

Çoğunluk üzülürken bir anda milyonlara konan ve sevince gark olan 3-4 kişiye iyilik mi yapılıyor yoksa kötülük mü? Bence kötülük yapılıyor. Emek sarf etmeden aynı anda milyonlara kavuşan kişinin sağlığı bozulur, haydan gelen huya gider misali vur paylasın, çal oynasın diyerek harcıyor da harcıyor. Bakmayın televizyonların kuyrukta bekleyenlere "Talihli siz olursanız, bu parayı nasıl değerlendireceksiniz" diye sorduklarında "Efendim! Hacca-umreye gideceğim, Çocuk Esirgeme Kurumuna vereceğim, fakirlere dağıtacağım, cami-okul yaptıracağım, eğitime harcayacağım..." şeklinde cevap verdiklerine. Bekara avrat boşamak kolay dendiği gibi çıkmadan önce bol keseden atıp dağıtanlar eğer kendilerine çıkarsa ekseriyeti sözünde de durmuyor. Ki sözünde dursa bile bu şekilde gelen para hayra harcanmaz. Harcansa bile sevabı yoktur. Hayır da gelmez. 

Devletin, hayır getirmeyen bu işi kendi eliyle yürütmesinin yanında televizyonların  her gün yılbaşı biletlerini haber konusu yapması da vatandaşı teşvik etmektedir. 

Toplumsal tabanı oluşmuş olan bu şans oyunlarından devletin bir an evvel kurtulması, kurtulamıyorsa özelleştirmesi, bunu da yapamıyorsa başındaki 'Milli' kelimesinin kaldırılması yerinde olur kanaatini taşımaktayım. Yok bu iş, böyle geldi, böyle gidecek deniyorsa en azından televizyonlarda özendirilmemesi gerekir.

Allah herkese emeğinin karşılığını aldığı, emek sarf edilmeden para kazanmamayı, alın terletmeyi nasip etsin. Kimi kimseye muhtaç etmesin. Helalinden rızık versin. Bu topluma da emeksiz yemenin ayıp olduğu, asıl olanın çalışmak olduğu bilincini versin. Boğazından haram lokma geçirmesin. 03.01.2018 Ramazan Yüce 

*** 06/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


2 Ocak 2018 Salı

Gül ile Çok Oynamak

İnsanların çok sevdiği bir çiçek türüdür gül. Birçok rengi vardır. Her bir renge ayrı ayrı anlamlar yüklenmiştir. Adına nice şiirler yazılmıştır. Sevgiliye takdim edilen en güzel hediyedir. Hemen suyun içine konur solmasın, kurumasın diye.

Çiçek/gül dalında güzeldir. Hem göze hitap eder, hem de gönle. Buram buram tüter. İnsanın içini açar. Koparmaya kıyamaz insan. Seyrettikçe seyreder. Tasavvuf edebiyatında önemli bir yere sahiptir. Hz Muhammed'e gül Muhammed denir.

Herkesin yanında özel bir yeri olan gül, narindir, kibardır. Okşamasını, tutmasını bilmeyenlerden hıncını iğnesini batırarak alır. Çünkü dikeni vardır. Gül, dikeniyle beraber güldür. Aynı zamanda kırılgan ve alıngandır. Ne zaman küseceği, neye alınacağı belli olmaz. Belki de istediği; ilgi, alaka ve okşamadır. Çünkü gıdası budur. Yeterince gıdasını alamayınca hayatı zindan olur. Hayat kendisine zindan olunca içine kapanır, kolay kolay açmaz. Açsa da yüz güldürmez. Çünkü kendisi gülmeyince etrafına da zırnık koku vermez. Belki de iltifat bekler. Görmediği iltifat onu yalnızlığa iter. Kendisine tat vermeyen gül; açsa bir türlü, açmasa bir türlü.

Hayatın vazgeçilmezi gülün, günlük hayatımızda var olması, bize koku vermesi, bize enerji vermesi, bizden biri olması isteniyorsa güle gıdasını vermek, gerekirse okşamak gerek. Zira almadan vermek sadece Allah'a mahsustur.

İnsanlar da gül gibi değil midir? Ne zaman kırılıp alınacağı belli olmaz. Zira her insanın bir damarı vardır. Dün bizden biri olan bugün bize yabancılaşmışsa, ırak illere gidiyorsa, içimize girmiyorsa o zaman ortada bir sorun var. Önce bu sorunu bularak başlamalıyız işe. Bunun yolu iletişimdir. Diyalog ortamı olmayınca ortalık üçüncü şahıslara kalır. Var gücüyle nefret pompalarlar. Böyle durumlarda yetkili ve yetkisiz kişilerin ağzını tıkamak gerek. Yoksa iş, birbirine rakip olmaya, hatta kan davasına kadar gidebilir. Bu zeminin oluşmasına tarafların sessizliği, ulu orta meydanlarda birbiri hakkında konuşması tetikler.

Herkesin ağzını tıkamanın yolu, tarafların bir araya gelmesi, alındıklarını ortaya dökmesi, birbirinden bekledikleri hassasiyetleri ortaya koymaları, birbirini anladıktan sonra kamuoyunun karşısına birlikte çıkıp ortak açıklama yapmaları en akıllıca hareket olur kanaatindeyim. Böyle yapılmazsa gül, yüz güldürmez. Biz güle, gül de bize üzülür. Bir zaman sonra kılıçlar çekilir, testi kırılır. Kırılan tek taraf olmaz. İkisinden de alır, götürür. Bundan camia zarar görür.

Unutmayalım ki dostun attığı gül yaralar. Ama güle atılan gül de gülü yaralar. Gülü başkasına yar etmeyelim. Biz güle gülelim, gül de bize gülsün. Biliyorsunuz gülümsemek de bir sadakadır. Haydi var mısınız sadaka kazanmaya! 02.01.2017



1 Ocak 2018 Pazartesi

Eleştiri ve Öneriye Niçin Sert Tepki Gösteriyoruz?

Bizde hamama giren terler diye bir söz vardır. Kim bir yere girerse veya giderse, çıkarsa, bir iş yaparsa terlemeyi göze alıyor demektir. Hayatta kolay hiçbir iş yoktur. Her işte mutlaka risk vardır. Beklenmeyen durumlarla, sürprizlerle karşılaşması muhtemeldir insanın.

Toplum içerisine çıkıp iş yapacaksa ilk önce eleştiri ve öneriye açık olması gerekir. Kimi iyi niyetle, kimi de art niyetli olarak eleştirir. İlk önce eleştiri, tenkit ve önerilere tahammül etmeyi bilecektir. Aynı zamanda kimin iyi, kimin de kötü niyetle söz söylediğini de bilecektir. Sapla-samanı ayırt edecektir. Yaptığı bir işi eleştireni paylamayı bırakacaktır. Önüne geleni haşlamayacaktır. Soğukkanlı bir şekilde konuşulanı dinleyip kiminin eleştirilerini dikkate alacak, kimine cevap verecek, kimine teşekkür edecek, kimine hiç cevap vermeyip sessiz kalacak. Öyle her önüne gelene ayar vermeyecek. Ekip ruhuna önem verecektir. Her işi kendisi yapmaya kalkmayacaktır. 

Bazı cevapları birlikte çalıştığı kişilerin vermesini sağlamalıdır. Kendisine makul dinlenme ve tatil ayarlamalıdır. Çünkü her işe koşturan, uyku-durak bilmeyen, her eleştiriye cevap veren bir vücut yorgun ve bitkin düşer. Vücut yorgunluğu, zihin ve beyin yorgunluğunu beraberinde getirir. Yeterince dinlenmeyince makul düşünemez. Her işini sertlikle gidermeye çalışır.

Toplum içinde amme adına iş yapanlar kim olursa olsun eleştirilir. Eleştiri, vatandaşın hakkıdır. Hamama giren terlemeyi göze alması gerekir.  Çünkü çoğu zaman işler beklendiği gibi gitmez, evdeki hesap çarşıya uymaz. Terlemeyi kabul etmeyenin hamamda işi olmaz. Evinde oturmalı, başka da bir iş yapmamalı. Hatta bu tiplerin toplum içine bile çıkmaması gerekir. Gerekirse 3-5 koyun alıp meralarda çobanlık yapsa yeridir.

Kimse layüsel değildir. Vazgeçilmez hiç değildir. Devir, ikna devridir. Ben yaptım oldu dönemi geride kalmıştır. Dost-düşman ayrımı yapmadan, kimin iyi niyetli olup olmadığını test etmeden herkese ayar vermek hayra alamet değildir. Belki de kibir göstergesidir. Zirveden inişe işarettir. Zira bu yöntem çoğu kimseyi kırar, alınganlık ve kırgınlıklara sebebiyet verir.  İnsanlar, özellikle sevdikleri yavaş yavaş uzaklaşır.  Bir de bakmışsın ki etrafındaki yığınlar içinde yapayalnız kalıvermiştir. 01.01.2018 Ramazan Yüce




31 Aralık 2017 Pazar

Umut Fakirin Ekmeğidir

Yeni yıl mesajı yayımlayanların;  değişmeyen ortak yönü, huzur ve mutluluk dilemeleri. Bu temenni geçmiş tüm yeni yıllarda böyleydi. Şimdi gireceğimiz 2018 dilekleri de aynı. Demek ki her sene hep aynı şeyleri istiyoruz. İnsanlar ne kadar da hasret kalmış huzur ve mutluluğa. Zaten insan en fazla ihtiyacı olan ne ise onu ister. Yeni yıl için istedik, bir sonraki yıl yine isteyeceğiz. Hep isteyeceğiz umutla. Sonra bir bakmışız ki huzur görmeden dünya serüvenimiz sona ermiş.

2018’de gelir mi huzur ve mutluluğumuz? Zor gözüküyor. Nasıl ki perşembenin gelişi çarşambadan belli ise, yeni yılın gelişi de geçen yıldan belli zaten.  Bir defa dünyanın huzursuzluğu birilerinin özellikle dünyaya yöne verenlerin mutluluğudur. Dünya huzursuz olacak ki onlar mutluluklarına mutluluk katmaya devam edecekler. Çünkü kazançları dünyanın kaos içerisinde olmasına bağlı. Elinde gücü bulunduranlar ekmek teknesini yok ederler mi? Etmezler. Hatta her yeni yıl bir önceki yılı aratacak bize. Çünkü pastadan pay kapmaya çalışanlar anlaşamadıkları müddetçe dünyanın anası ağlamaya devam edecektir. Dua edelim ki paraya doymayanlar kendi aralarında anlaşsınlar. Yoksa asla yüzümüz gülmez.

Ümitsiz olmak istemem, ümidimi yitirmiş değilim. Zira ümitsizlik bize yakışmaz. Zaten başka da çaremiz yok. Ümit aynı zamanda fakirin ekmeğidir, züğürt tesellisidir. Eğer insanlar dilden değil, özden huzur ve mutluluk istiyorsa bunun yolu, iyi dilek ve temenniden ziyade elinde imkan ve güç olmayan sessiz iyilerin pasiflikten aktifliğe geçmeleri, bedel ödemeleri gerekiyor. Gücü elinde bulunduranlara karşı yekvücut olabilmeliler. Birimize yapılan haksızlığa topyekûn karşı çıkabilmeliyiz. Yoksa adamlar bizi teker teker haklarlar. Yıllardır yaptıkları da o zaten.

Çoğunluğun umutla beklediği bir başka dilek de "Ya çıkarsa" umuduyla girmesi her yıla. Uzun kuyruklar oluşuyor bilet almak için. Bedavadan kazanma duygusu, çabuk köşeyi dönme, çalışmadan kazanma hırsı piyango bileti almaya yöneltiyor. Her yıl birkaç kişiyi sevindiren bu macera, insanlardan umutlarını gelecek yıla saklamasını zerk ediyor. 31/12/2017 Ramazan YÜCE


"Yaşadım yaşayacağım kadar"

İş bulup çalışmak, çoluk ve çocuğunun iaşesini karşılamak amacıyla diyar illere, Suudi Arabistan'a gitti. Orada çalışırken genç yaşta hac ibadetini ifa etti. Fazla da durmadı orada. Biraz kazandıktan sonra tekrar memleketine döndü. Küçük kardeşlerinden biriyle sıhhi tesisat üzerine küçük bir işletme açtı. Şu iş, bu iş seçmedi. Ben evin büyüğüyüm demedi, kendisine ne dedilerse onu yaptı. Kah fayansçı oldu, kah çeşmeci. Nice uğraştan sonra emekli oldu. Kendi halinde sade bir hayatı vardı. 

Yanlış hatırlamıyorsam beş-altı ay önceydi. Duydum ki  kan değerlerinin düşüklüğünden dolayı tahlil yaptırmaya gelmiş. Doktor yatış vermiş. Ziyaretine gideceğim zaman istediğin bir şey var mı diye telefon açtım. Önce "Çay getir" dedi. Ardından 'Nöğrecen çayı? Bi şi istemez, burada hepsi var, yorulma buraya kadar' dedi. Telefonu kapattıktan sonra yanında refakatçı kalan dayım  aradı, sigarası bitmiş, bulabilirsen şu marka bir paket sigara getir dedi. 

Çay ve istediği sigarasını götürdüm. Hemen sigaranın bedelini uzattı bana. Olmaz dedimse de epey bir ısrar etti. Dinlenmiş çayı ardı arkasına birlikte içerken tahlil sonucunu öğrenmemi istedi. Bir tanıdığım doktor vasıtasıyla  çıkan tahlillerden bir tanesinin sonucunu öğrendim. Kendisine gelen raporu okudum. Daha diğeri çıkmamış dedim. (Bana ismimle pek hitap etmezdi; ya 'teyzemin kuzusu' veya 'teyzemin oğlu' ya da 'hafız' derdi. Ben de ona ya 'dayı' veya 'teyzeoğlu' derdim.) "Hafız! Sor bakalım, raporun sonucu iyi mi kötü mü?" dedi. Whatsapp aracılığıyla sordum. Doktorun yazdığını okurken moralimin bozulduğunu gören teyze oğlu, "Neymiş teyze oğlu? Doğruyu söylemezsen bobal boynuna! Başa gelen çekilir, yaşadım yaşayacağım kadar" dedi. Ağzımdan 'İyi değil, kötüymüş' çıkar çıkmaz, yüz hattı değişti. Baltayı taşa vurduğumu anlar anlamaz, "Dayı! Esas diğer raporun sonucu önemliymiş, gerçek hastalık ondan belli olurmuş, bu okuduğum tahlil sonucu yanıltırmış" diyerek gafımı telafi etmeye çalıştım.

Ertesi gün tekrar çay götürmek için hazırlandığımda 'Biz çıktık, boşuna yorulma, diğer tahlil sonucu çıkıncaya kadar doktor taburcu etti, biz hastaneden ayrıldık' dedi.

Bir hafta, on gün sonra kan değerlerinin niçin düştüğü anlaşıldı, hastalığının teşhisi kondu. Kötü hastalıktı halk arasındaki adı. Namı diğer lösemi. Yani kan kanseri. Kemoterapiyi kabul etmedi. Çekti gitti. Her geçen gün kan değerleri düştükçe hastaneye geldi gitti. Her gelişinde 3-5 ünite kan takviyesi yapıldı kendisine. 

Her kan aldığında biraz kendine geldi. Kanı azaldıkça bitkinleşti, az bir yürümeyle takatı kesilir oldu. Kemoterapi almaya razı olduğu zaman bu sefer kalbi el vermedi. Ayakları da şişmeye başladı.

29/12/2017 günü yine kan yüklemesi yaptırdı. Ama bu aldığı kan yaramadı kendisine. Doğru dürüst yürüyemedi, titremeye başladı. Sonunda "Yaşadım yaşayacağım kadar" dediği gibi 30/12/2017 günü  gözlerini yumdu.

Vefat haberini alır almaz cenazesine katılmak için hareket ettim. Kimler yoktu ki cenazesinde. Yediden yetmişe, engellisine varıncaya kadar saf tuttu onun salını omuzunda taşımak için. Çalışırken ve yaşarken dost edinmeyi de ihmal etmemiş.

Yan taraftaki fotoğraf bizim yöre insanının üzüntülü zamanlarda işini-gücünü bırakıp cenazeye el vermesinin de bir göstergesi. Kimi hatim okumak, kimi cenazeye katılmak, kimi cenazesini yıkamak, kimi mezarını kazmak, kimi üzerine toprak atmak, kimi Kur'an okumak, kimi yemek götürmek, kimi de taziyede bulunmak için koşturur.

Cenazeyi defnettikten sonra bir müddet daha kaldım taziye evinde. Yolcu yolunda gerek diyerek vedalaştım diğer teyze oğullarıyla. Evime girdikten sonra dolabımı açtım, bir hazine gibi sakladığım iki şeyi elime aldım.  Biri üzerinde 'Diplomat' yazılı james bond çanta, diğeri ise bir zamanların almaya güç yetirilemeyen, alınması ve takılması lüks kabul edilen saati: 'Selko 5'

Kullanmaya ve takmaya kıyamadığım iki hediyesiydi onun bana verdiği. Arabistan'da çalıştığı veya dönüş yaptığı 1986-1987 veya 1988 yılları olsa gerek. Üniversiteye yeni başladığım yıllardı. 'Hafız! Şu çantayı kullan, ben kullanamayacağım' dedi. Hatta beraberinde 'Getir üzerine ismini de yazalım' diyerek arkası yapışkanlı harfleri uzattı bana. Sonra tek tek adımın harflerini bularak çantanın ön yüzüne bir güzel kendi elleriyle ismimi yazdı.

Bir yıl arayla veya aynı yıl yanıma geldi, "Teyzeoğlu! Şu saati koluna tak" dedi. Olmaz dedimse de dünyalar benim olmuştu. Zamanın ve günümüzün  hala marka saati. Üstelik ne yer, ne içer. Masrafsız bir saat yani. Zira otomatik. Pile bile ihtiyacı yok. Yeter ki kolunda takılı dursun. Hareketinden ve nabzından etkilenerek geri kalmadan çalışmasına devam eder. Gece ışığında lamba yakmaya gerek kalmadan saatin kaç olduğunu okuyabiliyorsin. 

62 yıllık ömrüne neler sığdırdı, ne çile ve sıkıntılar çekti bilinmez. Kendi halinde bir adamdı. Elinin emeğiyle geçindi. Pek parada gözü yoktu. Evim olsun, barkım olsun, atım-arabam olsun demedi. Kimseye de muhtaç ve yük olmadı. Gönlü zengindi. Büyükle büyük, küçükle küçüktü. Herkesle iletişimi vardı. Hayatta en büyük azığı, çay ve sigara idi. Bu ikisi varsa dünya onundu. 

Dobra bir insandı. Rol yapmayı beceremezdi. Neyse o idi. Asla olduğundan farklı görünmedi. Almayı değil, vermeyi severdi. 

Hasılı, Adaşım Ramazan COŞKUN vefat etti, ömrü bu kadarmış. Zira pili bitti. Kendisi gitti ama öğrenciliğimde bana verdiği çanta ve saati, hayatım boyunca saklayacağım iki değerli hatırası olarak kalacaktır. Üstelik saati hala tik-tak diye çalışıyor. Hala da arkası açılmadı, orijinalliği bozulmadı.

Umarım genç yaşta yaptığı haccı -varsa- günahlarına keffâret olur. Zira peygamberimiz, "Kim Allah için hac eder, ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsa annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından arınmış bir şekilde hacdan döner." buyuruyor. Mekanı cennet olsun, yakınlarına sabırlar versin. 30/12/2017 Ramazan YÜCE









Bugün Çalışmıyorum *

Amerika'da yaşayan Dursun, arkadaşı Temel'e, "ABD'nin taşı toprağı altın, her yerden dolar fışkırıyor. Buraya gel çalışmaya" diye mektup yazar. İşsizlikten bunalan Temel, uçağa atladığı gibi soluğu ABD'de alır. Uçaktan iner inmez yerde 100 dolar bulur. Tam eğilip alacak iken "Bugün ilk günüm çalışmıyorum" diyerek parayı almaktan vazgeçer."

Malum bugün 01 Ocak 2018. Yani miladi yılın ilk günü ve haftanın ilk iş günü. Dinleniyoruz evimizde, çalışmıyoruz. Tıpkı Temel gibi. Zira resmi tatil bugün. Yılın son iş gününü sabaha kadar eğlenerek geçiriyoruz. Ertesi gün, gün boyu uyuyoruz.

Size mantıklı ve makul geliyor mu yılın ilk gününün tatil yapılması? Diyelim ki bir yılın yorgunluğu giderildi. Tamam dinlenelim de niçin yılın son iş gününü dinlenerek değil de yeni yılın ilk gününü dinlenerek geçiriyoruz? Bir yılın yorgunluğunu niçin yeni yılın ilk günü çekiyor?

Âcizane yılın ilk gününün tatil olması, "Benim çalışmada gözüm yok; yatmayı, gezip tozmayı seviyorum. Mecbur kalmasam aslında hiç çalışmam." demektir bana göre. Rahatımıza düşkünlüğümüzün bir göstergesidir.

Başka ülke insanını bilmem ama bizim ülke insanımız tatili çok sever. Üstelik tatil cenneti ülkemiz. Her gün tatil olsa pek seviniriz. Ama hayatın bir realitesi vardır, emeksiz yemek olmaz.

Yeni yıla daha önceden plan, program yaparak gireceğimiz yerde yatarak giriyoruz. Maalesef bu anlayış, sağlıklı bir bakış açıcı değildir, arızi ve sakat bir durumdur. Bir insan bir işe nasıl başlarsa öyle gider. Çünkü düğme daha ilk günden yanlış iliklenmiştir.

İçinizden keşke tüm yanlış işimiz yeni yılın ilk gününün tatil olması gibi olsa, zira neremiz doğru diyebilirsiniz. El-hak doğru. Yılın ilk gününün tatil olmasına gelinceye kadar o kadar çok yanlışımız var ki! Say say bitmez. Tüm dünya böyle yapıyor. Günümüz dünyasında işimize gelse de gelmese de dünyaya uyuyoruz. Genel kabul görmüş. Mecburen biz de uyuyoruz bu tatile.

Yılın ilk gününün tatil olmasına kızsam da nefsimin hoşuna gidiyor. Bir taraftan istemem yan cebime koy dediğim tatilimi yaparken her bir gün ve her bir yıl bir umuttur insanlık için. İlk günden fazla da karamsar olmayayım. Zira karamsarlık yakışmaz bize.

Ümit ediyorum ki 2018 yılı insanlık yılı olsun, her ne sebeple olursa olsun kan akmasın, kimse ölmesin; evsiz-barksız kalmasın, savaşlar olmasın. Allah kimseyi namerde muhtaç etmesin, kimse kendi ülkesini kaybetmek durumunda kalmasın, kimse işini-aşını kaybetmesin. Allah herkese huzur ve dirlik versin.

Ülkemizdeki kara bulutlar dağılsın, insanlar birbirine güvensin. Herkese emeğinin karşılığını almayı nasip etsin; toto, loto, piyango gibi kolay yoldan para kazanmayı kimseye nasip etmesin.

Yeni yılın herkese barış ve esenlik getirmesini temenni ediyorum.  31/12/2017 Ramazan YÜCE

* 01/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



28 Aralık 2017 Perşembe

FETÖ Bizi Morarttı *

Ülkenin birinde bir tiyatroda bir oyun sergileniyor. Seyirci tıklım tıklım. Oyunda rol gereği oyunculardan biri arkadaşını vuracak. Tiyatroda  rol icabı kuru sıkı tabanca kullanılması gerekiyor. Arkadaşı, gerçek mermi kullanır. Oyuncu yaralanır. Var gücüyle “Yandım, vuruldum, ölüyorum, yardım edin” diye bağırır. Sahnede kanlar içerisinde kıvranan oyuncu; kimseden yardım gelmeyince,  seyirciye dönerek onlardan yardım ister. Adam ‘yandım’ dedikçe seyirci alkışlıyor, ‘yardım edin’ dedikçe seyirci alkışa devam ediyor, ‘ölüyorum’ dedikçe seyirci, “Ne güzel rol yapıyor” diye ardı arkasına alkış tutuyor ve sonunda sahnedeki adam,  kan kaybından ölür. Bu hikâyeyi küçüklüğümde bir gazete sayfasında okumuştum. Olmuş bir olay diyordu. Oldu mu olmadı mı bilmiyorum. Şimdi gelelim sadede. Zira hikâye durduk yere anlatılmaz.


Malumunuz ülke nice zamandır FETÖ denilen terör örgütü ve ihanet şebekesiyle uğraşıyor ve mücadele ediyor. Bu mücadelenin daha ne kadar da devam edeceği belli değil. Daha doğrusu mücadele ediliyor mu, edilmiyor mu? Ya da FETÖ bizimle oynuyor mu diye aklıma gelmiyor değil. Zira FETÖ, devletten birkaç adım önde gidiyor her defasında. Devletin hangi aşamada, hangi adımı atacağını da biliyor. Bundan dolayı işler sarpa sarsın, sapla-saman karışsın diye tuzak üzerine tuzak kuruyor. Çünkü karşımızda şeytana pabucunu ters giydirecek özel yetiştirilmiş bir şer örgütü var. Dini görünümlü bu örgüt teknolojiyi iyi kullanıyor, en iyi yazılımları yapabiliyor, devletin kilit noktalarına hatta kılcal damarlarına kadar kendi adamlarını yerleştirmiş, takiye yapmayı mubah, hedefine ulaşmak için her yolu denemeyi meşru görüyor, her kabuğa girecek yapıda bir örgüt var karşımızda.


Örnek mi istersiniz? Çok öteye gitmeye gerek yok. Ankara Cumhuriyet Başsavcısının 27/12/2017 günkü basın toplantısına bir göz atarsak işin vahameti ortaya çıkar. “Eski bir Tübitak çalışanı tarafından mor beyin yazılımı aracılığıyla 11 bin 480 GSM numarasının, kullanıcı iradesi dışında ByLock'a yönlendirildiği tespit edildi.”  Bu şer örgütünün bu yaptığı, suç mahalline masumun kimliğini bırakmaktır. Polis, bulduğu kimliğin sahibini yakalardı bir zamanlar hırsız sensin diye. Kimliğini çaldıran, hırsız olmadığını ispatlayıncaya kadar epey bir yatardı içeride. Esas fail ise dışarıda gezerdi. Bylock’u masumlara bulaştıran ise darbeden 4 gün sonra yurt dışına çıkmış.

FETÖ, bylock kullanmayanları da örgüt üyesiymiş gibi bylock'a yönlendirmiş. Biz de ‘bu da bylockcu, şu da bylockcu’ diye peşine düştük. Kiminin görevine son verdik, kimini içeriye aldık, kimini de açığa aldık. Kendisine bylock isnat edilene "Bu da mı kullanmış, hiç beklemiyordum, demek ki bu da kripto imiş, suçu olmasa devlet içeri almazdı" dedik. Adam, "Beni tanıyorsunuz, benim ömrüm onlarla mücadeleyle geçti, bana iftira atıldı, ben masumum" dese de kimse inanmadı. Hangi kapıyı çalmaya kalkarsa kimse kapısını açmadı, yol da göstermedi. Hatta aynı ortamda bulunmak istemedi. Çünkü masum olduğuna biz inansak bile yetkililer inanmadı. Çünkü ellerinde bylock kullandığına dair belge vardı. Destek verse ‘FETÖ'cüleri destekliyor diye itham edilme korkusu sardı. "FETÖ'cü diye tutuklananların içinde masumlar var" diyene "Masum falan yok, işi sulandırmayın" dendi. Avukatlar savunmaya yanaşmadı. FETÖ'yle mücadele edilirken ‘içlerinde masum olanlar da var’ sözünü dillendirenlere çoğunluk inanmadı. Hatta bunlara acımamak lazım,  bunların eline fırsat geçseydi bizi kıtır kıtır keserlerdi dedi. 

Başsavcının açıkladığı gibi 11.480 kişi hakkında  bu mor beyin yazılımı vasıtasıyla FETÖ'cü olarak işlem yapıldıysa orta yerde düz hesap 11.480 masumun mağduriyeti var. Bu şekilde mağdur olanlara bizim kulak vermeyişimiz, tiyatroda gerçek silahla öldürülen tiyatrocunun durumuna benziyor. Adamlar bağırıp çağırdılarsa da biz onları samimi görmedik, ölüme terk ettik.

Hasılı, FETÖ oynadı bizimle. Hala da oynamaya devam ediyor, tıpkı kedinin fareyle oynadığı gibi. Biz farkına vardığımız zaman FETÖ, oyunun bir başka aşamasına geçiyor. Olan da bizim insanımıza oldu. Darbeden bu yana bir buçuk yıl geçmiş, oyuna geldiğimizi yeni anlayabildik. Morarttı hepimizi. Bu aşamadan sonra mağdur ettiklerimize haklarını vererek onları memnun edebilecek miyiz? Bundan sonra buna benzer başka hatalara karşı tedbir alabilecek miyiz? Öyle zannediyorum mağdurlar beraat ettikten sonra maddi ve manevi tazminatlar da başlayacak.

FETÖ’yle mücadele konseptimizi yeniden gözden geçirmemizde fayda var. FETÖ’yle mücadele ederken FETÖ kadar sinsi düşünmek gerekiyor galiba. Yoksa daha çok morarırız. 27/12/2017 Ramazan YÜCE

* 30/12/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.