31 Aralık 2017 Pazar

Umut Fakirin Ekmeğidir

Yeni yıl mesajı yayımlayanların;  değişmeyen ortak yönü, huzur ve mutluluk dilemeleri. Bu temenni geçmiş tüm yeni yıllarda böyleydi. Şimdi gireceğimiz 2018 dilekleri de aynı. Demek ki her sene hep aynı şeyleri istiyoruz. İnsanlar ne kadar da hasret kalmış huzur ve mutluluğa. Zaten insan en fazla ihtiyacı olan ne ise onu ister. Yeni yıl için istedik, bir sonraki yıl yine isteyeceğiz. Hep isteyeceğiz umutla. Sonra bir bakmışız ki huzur görmeden dünya serüvenimiz sona ermiş.

2018’de gelir mi huzur ve mutluluğumuz? Zor gözüküyor. Nasıl ki perşembenin gelişi çarşambadan belli ise, yeni yılın gelişi de geçen yıldan belli zaten.  Bir defa dünyanın huzursuzluğu birilerinin özellikle dünyaya yöne verenlerin mutluluğudur. Dünya huzursuz olacak ki onlar mutluluklarına mutluluk katmaya devam edecekler. Çünkü kazançları dünyanın kaos içerisinde olmasına bağlı. Elinde gücü bulunduranlar ekmek teknesini yok ederler mi? Etmezler. Hatta her yeni yıl bir önceki yılı aratacak bize. Çünkü pastadan pay kapmaya çalışanlar anlaşamadıkları müddetçe dünyanın anası ağlamaya devam edecektir. Dua edelim ki paraya doymayanlar kendi aralarında anlaşsınlar. Yoksa asla yüzümüz gülmez.

Ümitsiz olmak istemem, ümidimi yitirmiş değilim. Zira ümitsizlik bize yakışmaz. Zaten başka da çaremiz yok. Ümit aynı zamanda fakirin ekmeğidir, züğürt tesellisidir. Eğer insanlar dilden değil, özden huzur ve mutluluk istiyorsa bunun yolu, iyi dilek ve temenniden ziyade elinde imkan ve güç olmayan sessiz iyilerin pasiflikten aktifliğe geçmeleri, bedel ödemeleri gerekiyor. Gücü elinde bulunduranlara karşı yekvücut olabilmeliler. Birimize yapılan haksızlığa topyekûn karşı çıkabilmeliyiz. Yoksa adamlar bizi teker teker haklarlar. Yıllardır yaptıkları da o zaten.

Çoğunluğun umutla beklediği bir başka dilek de "Ya çıkarsa" umuduyla girmesi her yıla. Uzun kuyruklar oluşuyor bilet almak için. Bedavadan kazanma duygusu, çabuk köşeyi dönme, çalışmadan kazanma hırsı piyango bileti almaya yöneltiyor. Her yıl birkaç kişiyi sevindiren bu macera, insanlardan umutlarını gelecek yıla saklamasını zerk ediyor. 31/12/2017 Ramazan YÜCE


"Yaşadım yaşayacağım kadar"

İş bulup çalışmak, çoluk ve çocuğunun iaşesini karşılamak amacıyla diyar illere, Suudi Arabistan'a gitti. Orada çalışırken genç yaşta hac ibadetini ifa etti. Fazla da durmadı orada. Biraz kazandıktan sonra tekrar memleketine döndü. Küçük kardeşlerinden biriyle sıhhi tesisat üzerine küçük bir işletme açtı. Şu iş, bu iş seçmedi. Ben evin büyüğüyüm demedi, kendisine ne dedilerse onu yaptı. Kah fayansçı oldu, kah çeşmeci. Nice uğraştan sonra emekli oldu. Kendi halinde sade bir hayatı vardı. 

Yanlış hatırlamıyorsam beş-altı ay önceydi. Duydum ki  kan değerlerinin düşüklüğünden dolayı tahlil yaptırmaya gelmiş. Doktor yatış vermiş. Ziyaretine gideceğim zaman istediğin bir şey var mı diye telefon açtım. Önce "Çay getir" dedi. Ardından 'Nöğrecen çayı? Bi şi istemez, burada hepsi var, yorulma buraya kadar' dedi. Telefonu kapattıktan sonra yanında refakatçı kalan dayım  aradı, sigarası bitmiş, bulabilirsen şu marka bir paket sigara getir dedi. 

Çay ve istediği sigarasını götürdüm. Hemen sigaranın bedelini uzattı bana. Olmaz dedimse de epey bir ısrar etti. Dinlenmiş çayı ardı arkasına birlikte içerken tahlil sonucunu öğrenmemi istedi. Bir tanıdığım doktor vasıtasıyla  çıkan tahlillerden bir tanesinin sonucunu öğrendim. Kendisine gelen raporu okudum. Daha diğeri çıkmamış dedim. (Bana ismimle pek hitap etmezdi; ya 'teyzemin kuzusu' veya 'teyzemin oğlu' ya da 'hafız' derdi. Ben de ona ya 'dayı' veya 'teyzeoğlu' derdim.) "Hafız! Sor bakalım, raporun sonucu iyi mi kötü mü?" dedi. Whatsapp aracılığıyla sordum. Doktorun yazdığını okurken moralimin bozulduğunu gören teyze oğlu, "Neymiş teyze oğlu? Doğruyu söylemezsen bobal boynuna! Başa gelen çekilir, yaşadım yaşayacağım kadar" dedi. Ağzımdan 'İyi değil, kötüymüş' çıkar çıkmaz, yüz hattı değişti. Baltayı taşa vurduğumu anlar anlamaz, "Dayı! Esas diğer raporun sonucu önemliymiş, gerçek hastalık ondan belli olurmuş, bu okuduğum tahlil sonucu yanıltırmış" diyerek gafımı telafi etmeye çalıştım.

Ertesi gün tekrar çay götürmek için hazırlandığımda 'Biz çıktık, boşuna yorulma, diğer tahlil sonucu çıkıncaya kadar doktor taburcu etti, biz hastaneden ayrıldık' dedi.

Bir hafta, on gün sonra kan değerlerinin niçin düştüğü anlaşıldı, hastalığının teşhisi kondu. Kötü hastalıktı halk arasındaki adı. Namı diğer lösemi. Yani kan kanseri. Kemoterapiyi kabul etmedi. Çekti gitti. Her geçen gün kan değerleri düştükçe hastaneye geldi gitti. Her gelişinde 3-5 ünite kan takviyesi yapıldı kendisine. 

Her kan aldığında biraz kendine geldi. Kanı azaldıkça bitkinleşti, az bir yürümeyle takatı kesilir oldu. Kemoterapi almaya razı olduğu zaman bu sefer kalbi el vermedi. Ayakları da şişmeye başladı.

29/12/2017 günü yine kan yüklemesi yaptırdı. Ama bu aldığı kan yaramadı kendisine. Doğru dürüst yürüyemedi, titremeye başladı. Sonunda "Yaşadım yaşayacağım kadar" dediği gibi 30/12/2017 günü  gözlerini yumdu.

Vefat haberini alır almaz cenazesine katılmak için hareket ettim. Kimler yoktu ki cenazesinde. Yediden yetmişe, engellisine varıncaya kadar saf tuttu onun salını omuzunda taşımak için. Çalışırken ve yaşarken dost edinmeyi de ihmal etmemiş.

Yan taraftaki fotoğraf bizim yöre insanının üzüntülü zamanlarda işini-gücünü bırakıp cenazeye el vermesinin de bir göstergesi. Kimi hatim okumak, kimi cenazeye katılmak, kimi cenazesini yıkamak, kimi mezarını kazmak, kimi üzerine toprak atmak, kimi Kur'an okumak, kimi yemek götürmek, kimi de taziyede bulunmak için koşturur.

Cenazeyi defnettikten sonra bir müddet daha kaldım taziye evinde. Yolcu yolunda gerek diyerek vedalaştım diğer teyze oğullarıyla. Evime girdikten sonra dolabımı açtım, bir hazine gibi sakladığım iki şeyi elime aldım.  Biri üzerinde 'Diplomat' yazılı james bond çanta, diğeri ise bir zamanların almaya güç yetirilemeyen, alınması ve takılması lüks kabul edilen saati: 'Selko 5'

Kullanmaya ve takmaya kıyamadığım iki hediyesiydi onun bana verdiği. Arabistan'da çalıştığı veya dönüş yaptığı 1986-1987 veya 1988 yılları olsa gerek. Üniversiteye yeni başladığım yıllardı. 'Hafız! Şu çantayı kullan, ben kullanamayacağım' dedi. Hatta beraberinde 'Getir üzerine ismini de yazalım' diyerek arkası yapışkanlı harfleri uzattı bana. Sonra tek tek adımın harflerini bularak çantanın ön yüzüne bir güzel kendi elleriyle ismimi yazdı.

Bir yıl arayla veya aynı yıl yanıma geldi, "Teyzeoğlu! Şu saati koluna tak" dedi. Olmaz dedimse de dünyalar benim olmuştu. Zamanın ve günümüzün  hala marka saati. Üstelik ne yer, ne içer. Masrafsız bir saat yani. Zira otomatik. Pile bile ihtiyacı yok. Yeter ki kolunda takılı dursun. Hareketinden ve nabzından etkilenerek geri kalmadan çalışmasına devam eder. Gece ışığında lamba yakmaya gerek kalmadan saatin kaç olduğunu okuyabiliyorsin. 

62 yıllık ömrüne neler sığdırdı, ne çile ve sıkıntılar çekti bilinmez. Kendi halinde bir adamdı. Elinin emeğiyle geçindi. Pek parada gözü yoktu. Evim olsun, barkım olsun, atım-arabam olsun demedi. Kimseye de muhtaç ve yük olmadı. Gönlü zengindi. Büyükle büyük, küçükle küçüktü. Herkesle iletişimi vardı. Hayatta en büyük azığı, çay ve sigara idi. Bu ikisi varsa dünya onundu. 

Dobra bir insandı. Rol yapmayı beceremezdi. Neyse o idi. Asla olduğundan farklı görünmedi. Almayı değil, vermeyi severdi. 

Hasılı, Adaşım Ramazan COŞKUN vefat etti, ömrü bu kadarmış. Zira pili bitti. Kendisi gitti ama öğrenciliğimde bana verdiği çanta ve saati, hayatım boyunca saklayacağım iki değerli hatırası olarak kalacaktır. Üstelik saati hala tik-tak diye çalışıyor. Hala da arkası açılmadı, orijinalliği bozulmadı.

Umarım genç yaşta yaptığı haccı -varsa- günahlarına keffâret olur. Zira peygamberimiz, "Kim Allah için hac eder, ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsa annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından arınmış bir şekilde hacdan döner." buyuruyor. Mekanı cennet olsun, yakınlarına sabırlar versin. 30/12/2017 Ramazan YÜCE









Bugün Çalışmıyorum *

Amerika'da yaşayan Dursun, arkadaşı Temel'e, "ABD'nin taşı toprağı altın, her yerden dolar fışkırıyor. Buraya gel çalışmaya" diye mektup yazar. İşsizlikten bunalan Temel, uçağa atladığı gibi soluğu ABD'de alır. Uçaktan iner inmez yerde 100 dolar bulur. Tam eğilip alacak iken "Bugün ilk günüm çalışmıyorum" diyerek parayı almaktan vazgeçer."

Malum bugün 01 Ocak 2018. Yani miladi yılın ilk günü ve haftanın ilk iş günü. Dinleniyoruz evimizde, çalışmıyoruz. Tıpkı Temel gibi. Zira resmi tatil bugün. Yılın son iş gününü sabaha kadar eğlenerek geçiriyoruz. Ertesi gün, gün boyu uyuyoruz.

Size mantıklı ve makul geliyor mu yılın ilk gününün tatil yapılması? Diyelim ki bir yılın yorgunluğu giderildi. Tamam dinlenelim de niçin yılın son iş gününü dinlenerek değil de yeni yılın ilk gününü dinlenerek geçiriyoruz? Bir yılın yorgunluğunu niçin yeni yılın ilk günü çekiyor?

Âcizane yılın ilk gününün tatil olması, "Benim çalışmada gözüm yok; yatmayı, gezip tozmayı seviyorum. Mecbur kalmasam aslında hiç çalışmam." demektir bana göre. Rahatımıza düşkünlüğümüzün bir göstergesidir.

Başka ülke insanını bilmem ama bizim ülke insanımız tatili çok sever. Üstelik tatil cenneti ülkemiz. Her gün tatil olsa pek seviniriz. Ama hayatın bir realitesi vardır, emeksiz yemek olmaz.

Yeni yıla daha önceden plan, program yaparak gireceğimiz yerde yatarak giriyoruz. Maalesef bu anlayış, sağlıklı bir bakış açıcı değildir, arızi ve sakat bir durumdur. Bir insan bir işe nasıl başlarsa öyle gider. Çünkü düğme daha ilk günden yanlış iliklenmiştir.

İçinizden keşke tüm yanlış işimiz yeni yılın ilk gününün tatil olması gibi olsa, zira neremiz doğru diyebilirsiniz. El-hak doğru. Yılın ilk gününün tatil olmasına gelinceye kadar o kadar çok yanlışımız var ki! Say say bitmez. Tüm dünya böyle yapıyor. Günümüz dünyasında işimize gelse de gelmese de dünyaya uyuyoruz. Genel kabul görmüş. Mecburen biz de uyuyoruz bu tatile.

Yılın ilk gününün tatil olmasına kızsam da nefsimin hoşuna gidiyor. Bir taraftan istemem yan cebime koy dediğim tatilimi yaparken her bir gün ve her bir yıl bir umuttur insanlık için. İlk günden fazla da karamsar olmayayım. Zira karamsarlık yakışmaz bize.

Ümit ediyorum ki 2018 yılı insanlık yılı olsun, her ne sebeple olursa olsun kan akmasın, kimse ölmesin; evsiz-barksız kalmasın, savaşlar olmasın. Allah kimseyi namerde muhtaç etmesin, kimse kendi ülkesini kaybetmek durumunda kalmasın, kimse işini-aşını kaybetmesin. Allah herkese huzur ve dirlik versin.

Ülkemizdeki kara bulutlar dağılsın, insanlar birbirine güvensin. Herkese emeğinin karşılığını almayı nasip etsin; toto, loto, piyango gibi kolay yoldan para kazanmayı kimseye nasip etmesin.

Yeni yılın herkese barış ve esenlik getirmesini temenni ediyorum.  31/12/2017 Ramazan YÜCE

* 01/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



28 Aralık 2017 Perşembe

FETÖ Bizi Morarttı *

Ülkenin birinde bir tiyatroda bir oyun sergileniyor. Seyirci tıklım tıklım. Oyunda rol gereği oyunculardan biri arkadaşını vuracak. Tiyatroda  rol icabı kuru sıkı tabanca kullanılması gerekiyor. Arkadaşı, gerçek mermi kullanır. Oyuncu yaralanır. Var gücüyle “Yandım, vuruldum, ölüyorum, yardım edin” diye bağırır. Sahnede kanlar içerisinde kıvranan oyuncu; kimseden yardım gelmeyince,  seyirciye dönerek onlardan yardım ister. Adam ‘yandım’ dedikçe seyirci alkışlıyor, ‘yardım edin’ dedikçe seyirci alkışa devam ediyor, ‘ölüyorum’ dedikçe seyirci, “Ne güzel rol yapıyor” diye ardı arkasına alkış tutuyor ve sonunda sahnedeki adam,  kan kaybından ölür. Bu hikâyeyi küçüklüğümde bir gazete sayfasında okumuştum. Olmuş bir olay diyordu. Oldu mu olmadı mı bilmiyorum. Şimdi gelelim sadede. Zira hikâye durduk yere anlatılmaz.


Malumunuz ülke nice zamandır FETÖ denilen terör örgütü ve ihanet şebekesiyle uğraşıyor ve mücadele ediyor. Bu mücadelenin daha ne kadar da devam edeceği belli değil. Daha doğrusu mücadele ediliyor mu, edilmiyor mu? Ya da FETÖ bizimle oynuyor mu diye aklıma gelmiyor değil. Zira FETÖ, devletten birkaç adım önde gidiyor her defasında. Devletin hangi aşamada, hangi adımı atacağını da biliyor. Bundan dolayı işler sarpa sarsın, sapla-saman karışsın diye tuzak üzerine tuzak kuruyor. Çünkü karşımızda şeytana pabucunu ters giydirecek özel yetiştirilmiş bir şer örgütü var. Dini görünümlü bu örgüt teknolojiyi iyi kullanıyor, en iyi yazılımları yapabiliyor, devletin kilit noktalarına hatta kılcal damarlarına kadar kendi adamlarını yerleştirmiş, takiye yapmayı mubah, hedefine ulaşmak için her yolu denemeyi meşru görüyor, her kabuğa girecek yapıda bir örgüt var karşımızda.


Örnek mi istersiniz? Çok öteye gitmeye gerek yok. Ankara Cumhuriyet Başsavcısının 27/12/2017 günkü basın toplantısına bir göz atarsak işin vahameti ortaya çıkar. “Eski bir Tübitak çalışanı tarafından mor beyin yazılımı aracılığıyla 11 bin 480 GSM numarasının, kullanıcı iradesi dışında ByLock'a yönlendirildiği tespit edildi.”  Bu şer örgütünün bu yaptığı, suç mahalline masumun kimliğini bırakmaktır. Polis, bulduğu kimliğin sahibini yakalardı bir zamanlar hırsız sensin diye. Kimliğini çaldıran, hırsız olmadığını ispatlayıncaya kadar epey bir yatardı içeride. Esas fail ise dışarıda gezerdi. Bylock’u masumlara bulaştıran ise darbeden 4 gün sonra yurt dışına çıkmış.

FETÖ, bylock kullanmayanları da örgüt üyesiymiş gibi bylock'a yönlendirmiş. Biz de ‘bu da bylockcu, şu da bylockcu’ diye peşine düştük. Kiminin görevine son verdik, kimini içeriye aldık, kimini de açığa aldık. Kendisine bylock isnat edilene "Bu da mı kullanmış, hiç beklemiyordum, demek ki bu da kripto imiş, suçu olmasa devlet içeri almazdı" dedik. Adam, "Beni tanıyorsunuz, benim ömrüm onlarla mücadeleyle geçti, bana iftira atıldı, ben masumum" dese de kimse inanmadı. Hangi kapıyı çalmaya kalkarsa kimse kapısını açmadı, yol da göstermedi. Hatta aynı ortamda bulunmak istemedi. Çünkü masum olduğuna biz inansak bile yetkililer inanmadı. Çünkü ellerinde bylock kullandığına dair belge vardı. Destek verse ‘FETÖ'cüleri destekliyor diye itham edilme korkusu sardı. "FETÖ'cü diye tutuklananların içinde masumlar var" diyene "Masum falan yok, işi sulandırmayın" dendi. Avukatlar savunmaya yanaşmadı. FETÖ'yle mücadele edilirken ‘içlerinde masum olanlar da var’ sözünü dillendirenlere çoğunluk inanmadı. Hatta bunlara acımamak lazım,  bunların eline fırsat geçseydi bizi kıtır kıtır keserlerdi dedi. 

Başsavcının açıkladığı gibi 11.480 kişi hakkında  bu mor beyin yazılımı vasıtasıyla FETÖ'cü olarak işlem yapıldıysa orta yerde düz hesap 11.480 masumun mağduriyeti var. Bu şekilde mağdur olanlara bizim kulak vermeyişimiz, tiyatroda gerçek silahla öldürülen tiyatrocunun durumuna benziyor. Adamlar bağırıp çağırdılarsa da biz onları samimi görmedik, ölüme terk ettik.

Hasılı, FETÖ oynadı bizimle. Hala da oynamaya devam ediyor, tıpkı kedinin fareyle oynadığı gibi. Biz farkına vardığımız zaman FETÖ, oyunun bir başka aşamasına geçiyor. Olan da bizim insanımıza oldu. Darbeden bu yana bir buçuk yıl geçmiş, oyuna geldiğimizi yeni anlayabildik. Morarttı hepimizi. Bu aşamadan sonra mağdur ettiklerimize haklarını vererek onları memnun edebilecek miyiz? Bundan sonra buna benzer başka hatalara karşı tedbir alabilecek miyiz? Öyle zannediyorum mağdurlar beraat ettikten sonra maddi ve manevi tazminatlar da başlayacak.

FETÖ’yle mücadele konseptimizi yeniden gözden geçirmemizde fayda var. FETÖ’yle mücadele ederken FETÖ kadar sinsi düşünmek gerekiyor galiba. Yoksa daha çok morarırız. 27/12/2017 Ramazan YÜCE

* 30/12/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


27 Aralık 2017 Çarşamba

Günaydın Türkiye! Günaydın yetkililer!


Çoğu konuşmamda "FETÖ, devletten kaç adım önde gittiğini, FETÖ'yle mücadele ederken çok dikkatli olmak gerektiğini, FETÖ'yle mücadeleyi sulandırmak için her yolu denediğini, gerçek FETÖ'cülerin içine masumları da karıştırabileceğini...bunun için soğukkanlı bir şekilde mücadele edilmesi gerektiğini, ortalıkta masum olduğunu söyleyen insanların olduğunu..." ifade ettim. "Masum falan yok, bunlar mağduriyet edebiyatı yapıyor. Bu tür konuşmalar FETÖ'yle mücadeleyi sulandırır" dendi.

Bugün Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman'ın açıklaması, FETÖ'nün bir oyununu daha ortaya çıkardı. Günaydın Türkiye dedirtti. Başsavcı, "FETÖ’nün gerçek ByLock kullanıcılarının tespitini engellemek için 11 bin 480 kişinin GSM numarasının kullanıcılarının iradeleri dışında ByLock IP’lerine yönlendirildiğinin tespit edildiğini" söyledi.

Sayı, bir veya iki kişi değil. Tamı tamına 11480 kişi. İçlerinde içeride yatanlar da varmış.

Bu olay, FETÖ'yle mücadele ederken yoğurdu üfleyerek yememiz gerektiğini gösteriyor. Bundan sonra her adım atacağımızda bin düşünmemiz gerekiyor. Toptancı yaklaşımdan uzak durulmalıdır. Zira karşımızda teknolojiyi iyi kullanan, devletin kılcal damarlarına girmiş, ihanet hedeflerine hizmet etmek için her yolu mübah gören, takiyyeyi meşru gören sinsi bir yapı var.

Umarım masumluğu ortaya çıkan  bu tür mağdurların acilen mağduriyetleri giderildiği gibi gönülleri de alınır. Allah devlete zeval vermesin, yetkililere de yardım etsin, FETÖ'nün oyunlarına düşürmesin. Ülkemizde en yakın zamanda suçlu-suçsuz ayrımı yapılsın. Aramızda güven ortamı oluşsun, barış havası essin. 27.12.2017 Ramazan Yüce

25 Aralık 2017 Pazartesi

Yurtlarda Görülen Tecavüz Vakaları *

İnsanlık tarihi kadar eskidir tecavüz ve istismar olayları. Günümüzde mi çok artış gösteriyor, yoksa eskiden vardı da üstü mü kapatılıyordu? Öyle zannediyorum eskiden üstü kapatılan bu tür istismar vakaları günümüz iletişim araçlarıyla gün yüzüne çıkıyor/çıkarılıyor.

Gün geçmiyor ki bir ilimizden tecavüz ve istismar vakaları gelmemiş olsun. Sanki sıraya binmiş gibi. Toplumda büyük bir infiale sebebiyet veren bu tür menfur olaylar pek kesileceğe de benzemiyor. Fırsatını bulan uçkurunu düşkünler insanımızın hayatını karartıyor, toplumu lekeliyor. Bu kadar tepkinin olduğu bir ortamda bu tür olayların azalacağı yerde artarak devam ediyor olması pek hayra alamet değil. Allah’tan korkuları olmayan bu sapıkların -gördüğüm kadarıyla- toplumdan utanması da yok.

Günümüzde çocuğa yapılan istismar ve taciz olayları daha bir ön planda. Nerede bir öğrenci yurdu var, buralarda bu tür vakalar meydana gelebiliyor. Çoğunluğu da ilköğretim ikinci kademe dediğimiz ortaokul talebelerinin başına geliyor. Anladığım kadarıyla sapıklara ekmek, küçük çocukların yoğun yaşadığı yurt ortamlarında çıkıyor. Çünkü çocuklar korumasız ve başına ne geleceğini bilmiyor. Öyle zannediyorum sapıklar bu ortamı iyi değerlendiriyor. Pekiyi bu sapıkça hareketler böyle devam edip gidecek mi? Devletin, yurt yetkililerini, anne ve babaların bu konuda ne tür bir tedbir düşündüklerini merak ediyorum. Yoksa başa gelen çekilir diye köşemizde veya koltuğumuzda oturmaya mı devam edeceğiz?

İşe yurt hayatı ve ortamından başlamak lazım diye düşünüyorum. Yurtlar mercek altına alınmalıdır. Günümüzde yurt hayatı bir zorunluluk mu? Olmazsa olmazlardan mıdır? Haydi diyelim ki yurtlar barınma ihtiyacını gidermektedir. Üniversite öğrencisini anladım. Haydi her yerde lise yoktur,  liseli öğrenciler için de yurt düşünülebilir diyelim. Ortaokul çocuklarının anne ve babasından ayrı ve uzak bir şekilde yurt ortamlarında kalması hiç pedagojik değildir. Ki bugünkü ortaokula başlayan çocuklar geçmişin ortaokul öğrencisi değildir. Çocukların fiziki gelişimine bakarak bunları ortaokul öğrencisi olarak görmek yanlıştır. Fizîken boy-pos atan bu çocuklar zihin ve beyin yönünden tam gelişmiş değildir. Daha hayatın ne olduğunu dahi bilmezler. Ne işi var ortaokul talebesinin yurtta? Bugün en ücra köylerde bile ortaokul var.

Hiç lafı, sağa-sola eğip-bükmeden ortaokul çağındaki çocuklara ait ne kadar yurt varsa kapatılmalıdır. Bu yaştaki çocuğun yeri, anne ve babasının yanıdır. Ya yaşadığı yerdeki okulda çocuğunu okutur, ya da çocuğunun geleceğini düşünüyorsa imkanı olan yere evini taşır. Çünkü adı ister yurt, ister kurs ne olursa olsun ortaokul öğrencilerinin barındığı yurtlar sapıklar için iyi bir potansiyeldir. Bu yurt ortamı ister devletin olsun, ister özel sektöre, veya herhangi bir cemaate ait olsun, acilen kapatılmalıdır.  Çocuğumuzu kurtaracağız derken kendimizin ve çocuğumuzun ömrünü, hayatını ve geleceğini karartmayalım. Unutmayalım ki bugün başkasının çocuğunun başına gelen, yarın benim çocuğumun başına gelecek demektir.

Değinmek istediğim ikinci bir yön ise cinsel istismar ve taciz olaylarının meydana geldiği yurdun isminin basın yoluyla zikredilmesi, fotoğrafının çekilip yayımlanması. Bu tür olaylar önce basına veriliyor, birkaç gün yazılıp çiziliyor. Etraf yeterince koktuktan sonra ardından yayın yasağı konuyor. Yurdun adının zikredilmesini, basına çıkarılmasını uygun görmüyorum. Farz edin ki sizin çocuğunuz o yurtta bir öğrenci. Çocuğunuz tacize uğramadı. Yurdun adı basına çıkınca senin çocuğunun o yurtta kaldığını bilenler sizin çocuğunuza ne gözle bakacaklar? Çocuğunuzun yüzüne bakıp acaba demeyecekler mi?   Bu tür olayların üstü kapatılsın demiyorum. Sapığa ve ihmali olanlara en ağır ceza verilsin, hatta tacizciye ilave olarak hadım cezası uygulansın.

Değinmek istediğim bir başka husus, taciz olayı çıktığında bir kesimin susması, savunmaya geçmesi veya görmezlikten gelmesi, diğer kesimin “Bak bak! Yine bir cemaat yurdunda bir taciz skandalı” diyerek olayın üzerine atlaması var. Bir başka zaman da diğerlerine ait bir yurt veya benzeri yerlerde taciz olayı vuku bulunca diğer taraf sessiz kalırken bu tarafın saldırıya geçmesi. Bu, senin tacizcin benimkini yener…Bak, bizi ayıplama! Bu tip olaylar sizde de oluyor” demeye getiriyor.

Herkes şunu bilsin ki tacizcinin insafı yoktur. Şu kesim yapar, bu kesim yapmaz demeye gelmez. Onların dinleri-imanları, uçkuruna çalışmaktır; ceza falan vız gelir. Birinin hayatı kararacakmış, yarın bu iş ortaya çıkınca herkese karşı mahcup olacağım diye bir dertleri yoktur. Zira onların beyinleri uçkurlarına bağlıdır. Tilki gibidir onlar. Nasıl ki tilkinin yüz planından 99’u horozu haklamak üzerine ise bunların da gecesi-gündüzü kimi istismar edeyim diye düşünmekle geçer. 25/12/2017 Ramazan YÜCE

* 10/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


24 Aralık 2017 Pazar

"Müslümansan bunu paylaş"

Öyle zannediyorum, başlık garibinize gitmiştir. Gitmesi de lazım. Zaman zaman bu şekilde mesajlar gelir. Bazen özelden, bazen de genel bir paylaşım olarak ekranıma düşer. Size de gelirdir mutlaka böyle mesajlar. Sahi size böyle bir mesaj gelince siz ne yaparsınız? Burada mevzubahis olan benim Müslümanlığım deyip paylaşıyor musunuz? Yoksa benim gibi inadım inat deyip kulak ardı mı edersiniz?

Kimse kusura bakmasın ama kimsenin bir başkasının Müslümanlığını sorgulaması söz konusu bile olamaz. Hele bir paylaşımı yapmadığım takdirde asla ve kat'a kâfir olmam. Üstelik eksik de olsa din konusunda biraz mürekkep yalamış birisiyim. Kendimi bildim bileli bildiğim İslam'ın esasları da bellidir. Bu esaslar içerisinde böyle bir şart da yok. Hal böyleyken ne diye baskı uygulama yoluna gider bazıları? Tamam gönderdiğin şey ne ise senin için bir anlam ve önem arzedebilir, acilen paylaşılmasını gönlünüzden geçirebilirsiniz. Bunun yolu kendi sayfanızda paylaşıp herkesin okumasını veya izlemesini sağlamak olmalıdır. Benim arkadaş grubum fazla değil denirse paylaşımını herkes görebilir şeklinde değiştirebilirsin. Marifet, iltifata tabidir. İsteyen beğenir, dileyen yorum yazar, hatta sayfasında paylaşır. Kimsenin vatandaşın değer verdiği değerlerini bu şekilde baskı altına almaya kalkması doğru değildir. Sonra etin ne, budun ne ki "Paylaşmazsan Müslüman değilsin" diye fetva vermeye kalkıyorsun. Bu ne cesaret! Unutma ki yarım hoca kişiyi dinden çıkarır. 

Sosyal medyadaki paylaşımlar sadece bununla sınırlı değil: "Türk'sen paylaş...Türk'sen zaten paylaşırsın. Beğendiysen bir kez paylaşır mısın? Nokta dahi olsa yorum yaz. Kaç kişi beğenecek bakalım..." gibi neler görürsünüz neler. Bu ve benzeri yollarla herkese baskı yaparak ne yapılmak isteniyor? Anlamış değilim. Açıkçası kaba veya nazik paylaştırma baskısı hissedersem ne beğendiğimi beğeniyor, ne yorum yazıyor, ne de paylaşıyorum. İnadım inattır. Paylaşmadığım için ne Müslümanlığıma halel gelir, ne de Türklüğüme.

Bir de açık veya gizli gruba ekleyenler var. Bunların niyeti de ne çok üyeye sahip olduklarıyla caka satmak ve kendi yazıp paylaştığını gruptakilere dayatmak. Başka da bir şey düşünemiyorum. Ne diyeyim Allah ıslah etsin. Allah'a yakın, bana uzak olsunlar... 24.12.2017 Ramazan Yüce