24 Mart 2017 Cuma

Bir başka ülkeye sığınan asker müsveddeleri! *

Öncesini bilmem ama 15 Temmuz'dan sonra bir başka ülkeye özellikle AB ülkelerine sığınma talebinde bulunan sözüm ona askerlerimiz var. Sayıları az olsa da bu durum beni üzüyor. Üzülmekle de kalmıyor, anlayamıyorum.

Hangimizi üzmez ki… Bir ülke ki bunları binlerce öğrenci adayı içerisinden seçip ücretsiz bir şekilde okutsun; yeme, içme, barınma ve harçlığını karşılasın. Her türlü imkanı ayaklarının altına sersin. Okul bitince de iş bulma kaygısı taşımadan bunlara iş versin. Normal memurun aldığı maaştan daha yüksek bir maaş bağlasın, lojman versin. Milletin evladı yirmi yaşına gelince vatani görev diyerek işini, gücünü bırakıp askere gitsin. 12 ay boyunca evinden, barkından, çoluk ve çocuğundan uzakta kalsın. Askerlik yaptığı müddetçe maaşı çalışmasın. Bunlar ise askeriyenin içerisinde bizim çocuğumuza emir vererek askerliğini maaşlı bir şekilde yapsın. Çoluğu-çocuğu iş ve okuluna giderken sadece asker çocuklarına tahsis edilen okul servisiyle gidip gelsin, kendisine de altında devletin aracı, emrinde ise bu milletin çocuğu meccanen şoförlük yapsın. Tüm hayatı askeriyede emir vermek, oradan lojmanına geçmek, ardından ordu evine gitmek, alışverişini ordu pazarında yapmak suretiyle halktan uzak bir şekilde yaşasın. Kaldıkları her yer yine bizim çocuklarımız tarafından korumaya alınsın. Hayatları boyunca bir eli yağda, diğeri balda olmak suretiyle yaşamaya devam etsinler. Kimse bunlara ne yapıyorsunuz demesin. Vatandaş elinden, emeğinden kısmak suretiyle güçlü bir ordumuz olsun diye bunlara silah, tank, tüfek, uçak, helikopter vb araçları versin. Yaptıkları iş vatan görevidir, görevleri kutsaldır. Bunlar Mehmetçik’tir, burası peygamber ocağıdır desin…

Bu milletin askere bakış açısı bu şekildedir. Ama bunlar ne yaptılar? Giydikleri elbisenin ve kendilerine tanınan her türlü imkanın karşılığını ihanet ederek verdiler. Milletin kendilerine emanet ettiği elbiseye, silaha ihanet ettiler. Türk askerinin elbisesini giymiş yabancının uşağı olduklarını gösterdiler. Çünkü bu milletin üzerine bomba yağdırdılar, ülkeyi iç savaşa sürüklemeye, başkasının emrine kul-köle yapmak için başaramayacakları bir darbeye kalkıştılar. Bu tiplere “Besle kargayı oysun gözünü” denir, nankör denir, çiğ süt emmiş denir, yediği çanağa pisleyen denir.

Haydi! Darbeye kalkıştılar, beceremediler. Olması gereken ya vuruşarak geberir giderler, ya izzet ve şereflerinden intihar ederler, ya da  pes edip teslim olur, gider içeride paşa paşa yatarlar. Ama bunlar öyle yapmadılar. Gittiler kendilerine emir veren efendilerinin ülkelerine sığındılar. Kimden kaçtı bunlar? Kendilerini hep el üstünde tutan bir milletten. Yazık ki ne yazık! Ben askerin böylesini görmedim. Askerin darbecisi olur. Bunu anlarım. Ama başka bir ülkeye sığınanı olmaz. Son zamanlarda sığınanlarını görünce bunlarda hiç arlanma, utanma, şeref ve haysiyet yok dedim kendi kendime. Nasıl mide varmış bunlarda?


Başka bir ülkenin bayrağı altında kişiliksiz ve onursuz bir şekilde yaşayacaklar, eğer buna yaşama denirse. Lanet olsun bunlar gibi olan askerlere! Bu mazlum milletin yedirdikleri burunlarından fitil fitil gelsin. Hep bir korku içerisinde yaşasınlar. Geberip gitmesinler, sürünüp dursunlar. Bu ülkede el üstünde tutulan bir beyefendi gibi yaşamaya zaten bu tipler layık değildir. Efendilerinin emrinde emir almaya devam etsinler. Bunları asker diye alan, bunları koruyan kişileri de Rabbim bildiği gibi yapsın. Ordumuzun içindeki bu tür cibilliyetsizlerin kökü kurusun. Milletin emrinde olan askerlerimizin sayısını çoğaltsın.   24/03/2017  


* 01/04/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir labirent mi arıyorsun? Meram Tıp Fakültesine git

  1. Hayatımda hiç labirent görmedim, nasıl bir şey acaba diye merak eden olursa ona Meram Tıp Fakültesine gidip görmesini isterim. Labirentin tüm özelliklerini fazlasıyla bünyesinde barındıran bir eğitim ve araştırma hastanesidir.

    "Çıkış yeri çok zor bulunabilecek biçimde karışık geçenekleri olan yapı...İçinden çıkılması çok güç ya da olanaksız durum, çözümü zor sorun" anlamına geliyormuş labirent. Daha önce bildiğim bu kurumu bir vesileyle geçen gün yeniden görmüş oldum. Normalde isim vermede zorlanırım. Birkaç bloğuna girip çıktım. Ağzımdan gayri ihtiyari olarak hastane değil, bir labirent dedim. Tanımına baktığım labirent kelimesine "Çıkış yeri zor bulunabilecek...yapı" denmektedir. Labirent kelimesi MTF'ni anlatmada kifayetsiz kalır. Çünkü bu hastanenin sadece çıkışı değil, girişi de zor. Önce aradığın bloğu bulacaksın, sonra kapısını. Çünkü bloklara verilen harflerde de bir sıra, düzen ve insicam yok. Zamanında "Göğüs hastanesi” olarak tek binada hizmet veren bu kurum şimdilerde birbirine biçimsiz bir şekilde ulanmış bir vaziyette Tıp Fakültesi olarak işlev görüyor. Kimi binalara birbirinden geçiş var, kiminde yok. Ben en son 'S' bloku gördüm. Sanırım hedef alfabenin tüm harflerinin olduğu bir binalar topluluğu.

    Yamacın sırtında yürümek zaten bir dert, binalardan geçiş ise ayrı bir dert. Uzun ince dehlizlerden geçmek ve aradığın yeri kimseye sormadan bulmak her kişinin marifeti değildir. Kaybolsan kimse bulamaz. Burada çalışan olsan arazi olmaya tam müsait. Saklambaç oynasan ebe daima ebe olarak kalır. Toplam kaç kapısı olduğunu yetkililerin de bildiğini sanmıyorum. Savaş olsa düşmandan saklanmak için birebir. Eşsiz labirent örneğinin yanında aynı zamanda iç işlerinde serbest, dış işlerinde bağımlı eyalet sistemine de bir örnektir. Konya, gezip görülmesi gereken yerler arasına mutlaka burayı da almalıdır. Her Konya'ya gelen 'Celalettin Rumi Türbesi'nden sonra mutlaka burayı da ziyaret etmelidir. Geceleri uyuyamıyorum, çünkü uyku tutmuyor diyenleri buraya getirip aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya dolaştırmak suretiyle mışıl mışıl uyku çekmesinin önü açılabilir. Çünkü yürümek, dolaşmak ve aramaktan ayaklarına kara sular iner, evine kendini gücün atar. Hem adamın hayır duası da alınmış olur böylece. "Yıllar sonra ilk defa bu şekil bir deliksiz uyku uyudum. Yoruldum ama yorulduğuma değdi. Sebep olanlardan Allah razı olsun," diyecektir. Aynı zamanda hastaların da hayır duasını alır. Muayene, tahlil ve tetkikle uğraşıp ayaklarına kara sular inen hastamız bir daha hasta olmamak için daha bir özen gösterecektir. Bu da aynı zamanda bir koruyucu hekimliktir. Bu binanın ısınmasını sağlayan firma hep bu kuruma minnettar kalacaktır. Çünkü bu birbirine eklemeli, birbirinden bağımsız devasa binaları ısıtmak kolay değildir. Tüm Konya doğalgaz yakmasa, sadece bu kurumun sarfiyatı, firmayı ihya eder.

    Niyetim binayı birbirine gelişi güzel ekleyenleri eleştirmek değil. İhtiyaçtan dolayı şartlar zorlamıştır. Zamanında köklü çözüm bulamayan siyasilerin pansuman tedbirinden başka bir şey değildir bu şekil bir yapı yığını.

    Ne eksik etsin Rabbim, ne de muhtaç... 24.03.2017

  2. .

23 Mart 2017 Perşembe

Bir İngiliz oyunu -olmasın- *

Çarşamba günü İngiltere’nin başkenti Londra’da parlamento binasının önünde -adına terör saldırısı dedikleri-  bir saldırı oldu. Olayın ilk anında sıcağı sıcağına ölen, yaralanan, saldırgan hakkında net bilgi verilmedi. Sadece yorumları dinledik ajanslardan.

İngiltere‘nin başkenti Londra‘da bugün bir terör saldırısı gerçekleşti. Bir saldırgan önce Westminster Köprüsü’nde insanları aracıyla ezdi. Parlamento binası duvarına çarparak duran saldırgan, bir polisi bıçakla yaraladıktan sonra parlamento bahçesinde vurularak etkisiz hale getirildi.

Olayın üzerinden 24 saat geçtikten sonra nihayet saldırganın kimliği, ölü ve yaralı sayısı açıklandı İngiliz  polisi tarafından. Yaşanan saldırıda saldırganın kendisi dahil toplan 4 kişi hayatını kaybetti. 40 kişi de yaralandı. Saldırgan 52 yaşında İngiltere doğumlu biri. Saldırıda kullanılan suç aleti ise bir araç ve bir bıçak. Saldırıyı malumunuz günümüzün marka(!) örgütü DAEŞ üstlendi. Ertesi günü Belçika’da yine aracıyla alışveriş merkezine dalmak isteyen bir kişi yakalandı. Anlaşılan DAEŞ Türkiye’de başka Avrupa’da başka türlü bir eyleme imza atıyor. Bu da, DAEŞ’in Avrupa’ya karşı merhametini gösteriyor. Yani gerçek dostlarına gül atmış durumda. Bize top-tüfek, bomba, canlı bomba ile gelen DAEŞ nedense efendilerine karşı sadece bıçak ile gidiyor.  

İngiltere’de meydana gelen terör saldırısı bizde olsa yapan kimse cinnet geçirmiş, akli melekesini kaybetmiş biri olarak açıklanır ve kapatılır. Olayın ardından yetkililerin birden açıklama yapmaması da soğukkanlı olduklarına  yormak gerek. Bizde olsa “Olaydan kaç saat geçti hala kaç kişi öldü bilemiyoruz. Hemen yasak konuyor, haber alma özgürlüğü kısıtlanıyor, olay yerine yetkililer kaç saat sonra intikal etti vs.  açıklamaları yapılır.

Olayla birlikte parlamenterlerin binadan çıkartılmaması, başbakanın güvenli bir yere götürülmesi, her yerin didik didik aranıp incelenmesi ya işi ciddiye aldıklarının ya da çok korktuklarının işareti olsa gerek. Ölen dört kişiyi küçümsemiyorum. Can candır. Bir kişi bile olsa önemlidir. Fakat yıllar sonra İngiltere’de meydana gelen bu terör saldırısında ölen insanların sayısı bizde aşağı yukarı günlük olur. Kanıksadık. Vakayı adiyeden oldu artık. Eğer bu olay kamuoyu oluşturmak, yapacağı yeni şeylere gerekçe olsun diye kendi icat ettikleri bir terör değilse İngiltere ve Avrupa ülkelerinin korkmalarında fayda vardır. Çünkü yıllardır kendi elleriyle kurdurup büyüttükleri, üzerimize saldıkları terör örgütleri silahı kendilerine doğrultmuş olabilir. Bu durumda korkmakta haklılar. Çünkü yaptıkları bir bumerang gibi er veya geç kendilerini mutlaka bulacaktır.

Bu küçük terör saldırısının dünyanın en güvenilir ülkesi olarak bilinen İngiltere’de yapılmış olması bana düzmece gibi geldi. Çünkü iş sanki bir İngiliz işine benziyor. Sanırım bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. Bu işte bir hin oğlu hinlik var. Sanki bir İngiliz oyunu var gibi geliyor bana. İngiliz oyunu deyince basite indirgemeyelim. Sözlüklere bakıyorum, İngiliz oyunu demek: "Çok karmaşık hile, düzen" anlamına geliyor. Tarihte İngiliz oyunu, İngiliz siyaseti deyimleri meşhurdur. Yetmişine gelmiş İngiltere'nin, bu dünya yedisini de bilir. Yedisi ne ise bir ülkenin, yetmişi de aynı olur. Değişmez yani. Tüm oyunları tereyağından kıl çeker gibi yapar. Kimseyi kendine düşman etmeden dünyayı sömürmeyi iyi becerir. Hiç ön plana çıkmaz ama her taşın altında mutlaka İngiltere vardır.

Hiç olmadığı kadar dar ve zorda İngiltere. Bir çıkış noktası arıyor. AB'den çıkmasında da bir bit yeniği aramak lazım. Dünyayı dizayn edecekse, bir yere girecekse, bir yerden tavizler koparacaksa, kaymak yiyecekse İngiltere mutlaka bunun hesabını yapar. Yaptığı plan da tıkır tıkır işler. Bugüne kadar yaptığı planlarda hiç kaybetmemiş dense yeridir. Yapacağı işlere kılıf bulmak için önce kendi canı yanmalıdır. Bunun için de birkaç insanını heba etmiştir. Az sayıda da yaralı oldu mu al sana bir terör. Yakın zamanda göreceğiz verdiği bu canlara karşılık kaç can alacak? Hangi ülkelere girecek? Hep beraber göreceğiz. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgememiştir. Şu anda İngiltere kamuoyu oluşturuyor, yapacağı saldırılar için bahane ve gerekçe buluyor. Hem öyle bir oyun ve tuzak kurar ki olayların arkasında olduğu bile anlaşılmaz.

AB Komisyonu’nu Türkiye’nin AB daimi temsilcisinden Cumhurbaşkanı’nın: “…Siz böyle davranmaya devam ederseniz, yarın dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Avrupalı, Batılı, güvenle, huzurla sokağa adım atamaz. Bu tehlikeli yolu açarsanız en büyük zararı siz görürsünüz şeklindeki sözlerine açıklık getirmesini istemiş. Avrupa oldu  olacak bu terörün arkasında Türkiye var, şeklinde bir yargıya da varırsa hiç şaşırmayalım. Zaten tüm Avrupa Türkiye’ye karşı bir ve beraber olmuş durumda. Darbeye katılan tüm FETÖ’cü darbecilere kucak açan Almanya şimdi de Türkiye’nin istediği ‘Tank savunma sisteminin satışına’ izin vermedi. Norveç ise kendilerine iltica eden dört subay ve bir askeri ataşenin sığınma talebini kabul etti.

Her biri Türkiye’ye karşı yıllardır geri planda çevirdikleri dolapları bir tarafa bırakarak içlerinde tuttukları  kin ve intikam duygusunu açık etmeye başladılar. Maliyetten kaçınmasalar inanın utanmayıp yeni bir ‘Haçlı Seferi’ başlatacaklar. Nede olsa ‘Onlar tek millettir.’ Gözünü sevdiğimin 15 Temmuz’u Batı’nın dengesini bozdu. Kin, intikam ve gayzları yüzlerinden okunuyor. 23/03/2017

* 25/03/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.






22 Mart 2017 Çarşamba

Pet şişelerin çilesi



Size bir soru sormak istiyorum ama soruyu duyar duymaz aklından zorun mu var be adam! Böyle soru mu olur diyeceksiniz? Olsun! Ne derseniz deyin. Ben yine de soracağım:

Günlük hayatımızda kullandığımız yan tarafta görünen 0,5 ml'lik pet şişeler ne işe yarar? Sorum bu. Hemen ne için olacak? Su içmek için kullanılır, bir defa içilir, bitince çöpe atılır diyeceksiniz. Doğrudur. Aklın yolu birdir. Ben de aynı şekilde kullanılır cevabı verirdim.

Susadığımız zaman hemen sağımıza solumuza bakarız. Gıda ürünleri satılan herhangi bir yere girer, soğuğundan bir tane alır, ağzını açar, ağzımıza dayarız. Çoğu zaman da bir dikişte bitirir, susuzluğumuzu giderir, sonra çöpe atarız pet şişeyi. Ya da elimizde tutar, herhangi bir yerde çeşme görürsek yeniden doldururuz susadığımız zaman içmek için. Bu şekil su şişesini ÖSYM'nin yaptığı merkezi sınavlarda öğrencilerin elinde, üzerinde firma adı yazılı ambalajı yırtılmış bir şekilde görürüz. Zaten üzerinde başka bir şey ile girmeleri de mümkün değildir. Bir içimlik pet şişelerin böyle bir amaç için kullanıldığını biliyordum. Ama bu konudaki bilgim, fikrim ve görgüm son 6 ay öncesinde değişti.

Benim için pet şişeler 10-15 yaş arası çocukların oyuncağı. Çocuk elindeki  suyun yarısına kadarını içiyor. Geriye kalan suyu ise sıra, masa...nerede bir düz ve yüksek yer bulmuşsa şişeyi havaya atıp düz durdurmaya çalışıyor. Düz durduruncaya kadar uğraşıyor. Çoğu öğrencinin elinde bu şekil  şişe. Birbirleriyle yarış yapıyor. Şişenin ne kafası, ne gözü kalıyor. Durmadan atılıyor. Şişe dile gelip, başına geleni bir anlatsa, şişenin çektiği işkenceyi duyunca kendi derdinizi unutur, şişeye ağlar, kendi halinize şükredersiniz.

Teneffüs saatini bu şekil bitiren öğrenci hızını alamayıp derste de denemek ister şişeyi düz durdurma işini. Öğretmenin derse başlamasıyla birlikte nihayet şişeler sıralardaki yerini alır. Fakat şişe yine dinlenemez. Çünkü derste gözü olmayan öğrenci yine şişe ile uğraşır. Ya yere düşürür, ya sıkıştırır. Ortalığı kulakları rahatsız eden bir ses kaplar. Ya da üzerindeki ambalajı soyacağım diye çabalar. Ardından kağıdını çöpe atmak için kalkar. Hiçbir şey yapamazsa can sıkıntısından suyu içmeye çalışır. Ağzını havaya doğru kaldırır, şişenin kapağını açar. Ağzı ile şişenin arasında üç-beş cm mesafe bırakır, lıkır lıkır içmeye çalışır. Üzerine dökünce de ayağa kalkar: "Selpak mendili olan var mı" diye seslenir. Öğretmen de bu arada ders işlemeye çalışır, eğer becerebilirse.

Bir kişinin susadığı zaman içmesi için üretilen ve satışa sürülen pet şişenin bu şekil amacı dışında kullanıldığını sanırım bir çoğunuz görmemişti. Çocukların elinde oyuncak olan bu şişelerin durumunu görünce onlar adına üzüldüm. Onların başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Allah kimseyi şişeler gibi yapmasın,  çocukların maskarası kılmasın, amacı dışında ayak altına düşürmesin. İyi ki pet şişe olmamışız. 22.03.2017

En güzel planımız plansızlığımızdır

Plansızlık bazı insanların paçasından akar. İşin garibi plansız olduğunun farkında değildir. Bu durumunu söylemeye kalksan -kan akmaz akmaya ama- her an için Filistin-İsrail gibi olmakla karşı karşıya kalabilirsin.  Çünkü yüzünden okunan plansızlığını kabul etmez.

Plânsız olanların kendisine bir şey olmaz. Sadece etrafınadır zararları. Onlara saç-baş yoldurur, dişlerini kırdırır, boğazına döktürür. Yutkunur, içine atarsın, kendi kendine buğzedersin. Kendileri ise etrafına gülücükler dağıtarak hiçbir şeye sebep olmamış gibi hayatlarını yaşamaya devam eder. Nice nesilleri gönderirler öbür dünyaya. Çünkü uzun ömürlü olurlar. Çoğu kimsenin salına yapışırlar diyeceğim ama plansız olduklarından zaten cenazene gelemezler. Hasılı işin bunlara kalırsa dona kalırsın. Cenazen de orta yerde kalır. En iyisi yok kabul edip yoluna devam etmek dersin ama ne mümkün. Çünkü hayatın her alanında bunlarla beraber yaşıyorsun. Hele bir de hiçbir şey olmamış gibi dürüstlük abidesi olarak konuşmaları yok mu? İşte kişiyi kahreden de bu.

Ortak sınav yapacaktır öğretmenimiz. Sınavına gelmez. Sınavını bir başkası yapar. Sınavını da adam gibi hazırlamaz. Yapacağı sınavı önceden haber vermez. Tam derse girerken eline tutuşturulur, sınavı yapıver diye. Halbuki daha önce haber vermiş olsa dersinle ilgili daha önceden tedbir alırsın. Çünkü dersini işleyemediğin zaman bir hafta boyunca o sınıfa bir daha derse girmeyeceksin. O sınıfı diğer sınıfların seviyesine getirmek için epey bir efor sarf etmek gerekir.

Haftaya o sınıfın dersine girip hızlandırılmış ders yapacağım diye bir plan yaparsın. Evdeki hesap çarşıya uymaz. Çünkü bu sefer de okul idaresi eline yapılsın diye kazanım değerlendirme sınav evrakını tutuşturur. Güler misin, ağlar mısın? Eskiden Hababam filmlerinde görürdük böylesini. İzlemeyenimiz yoktur bu filmleri. Orada öğretmen sınıfa girer: "Çıkarın kağıtları, yazılı yoklama yapacağım" der. Bizimki de o hesap. Birilerinin plansızsızlığının ceremesini senin planlı olman çeker.

Ne olur yani. Bir gün öncesinden bu tür sınavların duyurusu yapılsa diyeceğim ama. O zaman biz plansız insanı nasıl tanıyacağız değil mi? 22.03.2017


"Cildiniz de pek kötüymüş!.." -II-

21/03/2017 günü "Cildiniz de pek kötüymüş*" başlıklı yazımı kaleme aldıktan sonra hani bizde laf lafı açar denir ya. İşte öyle. Hemen aklıma 2000'li yıllarda başıma gelen yine cildimle ilgili bir anekdot geldi. Oldu olacak onu da kaleme alalım istedim. Hem böylece cildimin ne kadar kötü olduğunu ben hakka'l yakin biliyorum. Siz de ilme'l yakin öğrenmiş olursunuz.

Babam rahmetlinin sağ ayağının baldırında egzamaya benzer bir şişlik vardı. Sürekli kaşırdı. Zaman zaman da kanardı. Birkaç defa Meram Tıp Fakültesi Cildiye bölümüne götürdüm. Patolojik inceleme için vücuttan alınan parça Ankara'ya gönderilirdi. Aylarca sonucun gelmesini beklerdik. Sonuç: "Yapılan incelemelerde herhangi bir bulguya rastlanmamıştır" şeklinde gelir, birkaç merhemle bizi gönderirlerdi. Babam durmadan sürerdi merhemi, hiç de faydası olmazdı. Merhemle birlikte yumuşayan cilt daha sonra kabuk bağlar, kaşıntıyla beraber dökülürdü. Her yaz geldiğimde bana ayağını gösterir, beni doktora götür derdi. Doktora götürünce de tahlil ve tetkikler uzayınca: "Oğlum ben de bir şey yok, gidelim" derdi rahmetli.

Yine bir defasında  hastaneye götürdüm. Bizi muayene etmeye bir iki hasta kalmıştı. Bu esnada bir yakınım gördü bizi. "Geçmiş olsun" dedikten sonra "Ne hayır" dedi. Durumumuzu anlattıktan sonra: "Bu yaşlı amcayı burada niye bekletiyorsun, çık yukarıya özel muayene yaptır**" diye yol gösterdi. Yukarıdaki hocaya muayene olsak da bizi parça alınsın diye aşağıya polikliniğe gönderirler, dedim ise de, "Hastalık bu, ihmale gelmez. Buradaki doktorlar daha öğrenci. Sen yukarı götür, adamcağızı burada bekletme. Bu gibi durumlarda para düşünülmez" deyince kınayanın kınamasına aldırarak soluğu özel muayene sekreterliğinde aldım. O günün şartlarında 60 lira olan ücretini ödedim. Şimdilerde sanırım muayene ücreti 250 lira civarında. Babam, ben ve yanımda bir arkadaşımla beraber PROF'un odasına girdik. Babamın ayağını gösterdim. Ne dokundu, ne baktı, ne de muayene etti. Yerinden kalkmadan uzaktan baktı: "Amcayı aşağıya polikliniğe götür, oradan parça alıp patoloji sonucunu bekleyeceğiz" dedi. Sonra bana döndü. "Sen iyi misin, babandaki bu şişliklerden sende de var mı dedi. Hayır dedim. Hayret bir şey! Sen babanı boş ver. Senin cildin çok hassas. Sarısın. Sarı cilt  pek makbul sayılmaz.  Güneş'ten kendini koruman lazım." dedi. Şapka giyiyorum dedimse de şapka falan kurtarmaz seni. Sen fötr şapka giymelisin. Yok yok. Fötr dedimse de kamıştan yapılanı giyeceksin" dedi. Tamam hocam, dediğin gibi olsun deyip ayrıldık. 60 lira bayılmıştık ama boşa gitmedi. Nasıl korunacağımla ilgili bir çuval laf işitmiştim. Kim verirdi buncacık paraya bu kadar bilgiyi. Tıp sadece muayene, tetkik ve teşhisten ibaret değildi ki. Koruyucu hekimlik denen kısmı da vardı. Sayın hocamın yaptığı da buydu.

Biz babamızı muayene ettiremeden aşağı polikliniğe döndük tekrar. Az önce parasız sıra bekliyorduk. Şimdi ise paralı bir şekilde sıra beklemeye başladık. İnsan para verince kendinden emin bir şekilde bekliyor sırasını... Verdiğimiz paraya mı yanayım, muayene etmediğine mi? Üstelik adamın "Cildin pek makbul değil" demesi de işin tuzu biberi oldu. Sözümü uzatmayayım. Zaten maksat da benim cildim idi. Sanırım mesele anlaşıldı. Benim başıma böyle bir şey gelmedi, ilginçmiş derseniz. Bir telefon kadar yakınım size. Siz yeter ki cebinize parayı koyun gelin. ben sizi o doktora götürmeyi garanti ederim. Ama ağzından sizinle ilgili ne çıkar onu garanti edemem. Bu kıyağımı da unutmayın efendim!

Meraklısı için söyleyeyim. Alınan parça Ankara'ya gönderilmiş olmasına rağmen cildin üzerinde ben buradayım diyen şişlikten herhangi bir bulguya rastlanmadı sonucu geldi. Sonunda bizi AÜ. Tıp Fak. İbni Sina Hastanesine sevk ettiler. Orada da sıra beklerken birinin: "Dışarıdan gelmişsiniz, niye burada oyalanırsınız, çık yukarıya muayene ettir babanı**" demesinden sonra yine soluğu yukarıda aldım. Özel muayeneden sonra  alınan parçanın sonucunu bir hafta sonra  tekrar hasta ile birlikte hastaneye giderek öğrendik. Hastamızın "Bowen hastası" olduğu ortaya çıktı. Yatırdık hastaneye. Eşin-dostun: "Aman bıçak vurdurma" demesinden babam etkilendi. Ameliyat olmaktan vazgeçti. Hastaneden çıkarttım. Ertesi yıl babamı ikna ederek Meram Tıp'a ameliyat için getirdim. Bu sefer kalbi el vermedi yaşından dolayı.

Son zamanlarında rahmetli sağ ayağını pek kaldıramıyor, kütük gibi olmuştu. üstelik kıvıramadığı gibi yürüyemez de olmuştu. İçinden akan irin koku da yapıyordu. Ölümü ayağından oldu. Karın ve bereketin bol olduğu bir Cuma akşamı (03/02/2017)   Hakka yürüdü. Mekanı Cennet olsun. Ayağından çok çekti. Namaz ehli biri idi. Varsa günahı, ayağından çektiği inşallah günahlarına keffaret olur. Allah rahmet eylesin...

*http://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2017/03/cildiniz-de-pek-kotuymus.html
**Bugün geriye dönüp bakınca biri Konya'da diğeri Ankara'da olmak üzere iki kişi özel muayeneye yönlendirdi. Parayı bayıldıktan sonra tekrar polikliniğe geldik. Düşünüyorum da acaba bu iyilik meleklerini özel muayene doktorları görevlendirmiş olmasın. Şu içimden geçirdiğime bakın hele... Dedim ya: "Cildiniz de pek kötüymüş" diyene içimde öyle diye. Sanırım dışım gibi içimde kötü. Ne yaparsınız benim içimde bir, dışımda. katlanacaksınız buna... 22/03/2017

21 Mart 2017 Salı

"Cildiniz de pek kötüymüş!.." -I-

Yan tarafta gördüğünüz resim benim işaret parmağım. Parmağımdaki şişlik ise bir yanık sonucu oluştu. Bugün 8.günü yanalı. Biraz inmeye başladı, üstelik yumuşadı. 

İkinci derece yanıkmış bendeki bu yara. Evime gelen bir doktora sordum ne yapayım diye. Yıllar öncesinde benim iki elimde de bu şekilde yanmadan dolayı şişlik oluştu. Birini patlattım, diğeri ise aynı şekilde kaldı. Patlattığım yer, sürekli kaşındı durdu. Diğer taraf kendiliğinden iyileşti, bana herhangi bir rahatsızlık da vermedi dedi. Ben de bir şey yapmadım. Bakalım daha ne kadar sürecek? Göreceğiz. Bu küçük kazayı yazı konusu yapmayı düşünmemiştim. Parmağımı gören ne oldu diye sorunca yazmak vacip oldu.

Teneffüs esnasında iki bardak çay doldurarak bahçeye çıkmak için harekete geçtim. Öğretmenler odasının kapısından çıkmak bir mesele tabi. Çünkü birkaç nöbetçi, idari bölüme öğrencinin girmemesi için bodyguardlık yapıyor. (Hoş bu kadar nöbetçi öğrenci ne iş yapıyor? Bu da meraklarımın arasında. Gerçi merakımı nispeten gidermiş oldum. Son derse girince bu kadar nöbetçinin ne iş yaptığını biraz anlayabildim. Son derse girip tam derse başladığım esnada nöbetçi öğrencinin biri ders defterini istemeye gelir, o gider az sonra diğer nöbetçi defteri almaya gelir, bazen defteri alan öğrenci tekrar defter istemeye gelir.) Diğer öğrenciler ise kapının önünde bekleşiyor. Niye beklediklerini de tam anlamış değilim. Öğrenciliğim boyunca öğretmenler odasına girmedim. İçeride ne var, öğretmenler ne konuşurlar, içerinin dizaynı nasıldır şeklinde çok düşünmüş olmama rağmen ne içeri girdim, ne de kapısının önünden geçtim. Şimdiki nesil için her yere rahat bir şekilde girmek çok doğaldır. Girmemesi ayıp sayılıyor şimdilerde. Hele çalıştığım okulda idari bölümün önünde kalabalık bir şekilde öğrencilerin bekleşmesi vakayı adiyeden oldu artık. Böyle bir yerden sıyrılıp iki bardak çayla 6 aydır sürekli geçtim, bugüne kadar hiç bir kazayla karşılaşmadım. Tüm bunları açıklıyorum ki sakarlığım tam ortaya çıkmasın.

Birini kendime, diğerini de  dostuma vermek üzere iki bardak çay aldım. Öğretmenler odasından çıktım. Tehlikeli bölüme girdim. Sırtı dönük bir öğrencinin -tam ben arkasında iken- debelenmesiyle birlikte sol elimdeki çaya çarptı. Çayın bir kısmı(dudak payı kadarı) öğrencinin koluna, bir kısmı tabağın içine, bir kısmı da sol elime döküldü. Sağ elimdeki çaydan dökülen de sağ elime döküldü. Bir kısmı da yere tabi. (Burada bir hakkı teslim edeyim. O çarpışmaya rağmen bardaklardan çay döküldü dökülmesine...elim de yandı yanmasına. Öğrenci de "yandım" dedi demesine. Ama elimdeki bardakları bırakmadım, yanmayı hissetmeme rağmen.) Bahçede bekleyen dostuma bardaktan geriye kalanı ikram ettim, diğerini de ben içtim. Teneffüs dönüşü koluna çay dökülen öğrenciyi buldum. pek bir sorun yoktu. Öğleye kadar elinde buz dolaşmış durmuş. Dersim bitip eve giderken resimde gördüğünüz parmağımın yanıktan dolayı şiştiğini görünce işin vahametini anlamış oldum. Çay deyip de geçmeyin, durum şekil A'da görüldüğü gibidir.


Bir haftayı aşkın bir zamandır işaret parmağım bu şekilde gidip geliyorum işe. Ayaklarıma bakmaktan fırsat bulup da yüzüme ve elime bakan oluyor bazen. Boş dersimde öğretmenin biri elimi görünce, ne olduğunu sordu. Durumu kısaca izah ettim. "Çok kötü yanmış, geçmiş olsun" dedi. Ardından da "Aman Ramazan Hocam, cildiniz de pek kötüymüş" demeyi ihmal etmedi. Ben de "İçimde öyle hocam" diyebildim kendisine. Bizim yazıya da zorlanmadan bu şekilde başlık çıkmış oldu. 21/03/2017