2 Aralık 2016 Cuma

Resmi araçla kazaya sebebiyet vermek

Bizde her şeyin kuralı vardır. Ösym'nin merkezi sınavla ilgili koyduğu kuralların dışındaki kuralları genelde görmezden geliriz. Çiğnemekten de zevk alırız. 

Trafik kuralları da bu kural tanımazlığımızdan nasibini almaktadır. Kural bilmeme gibi bir sorunumuz yoktur. Kuralları en alası ile biliriz. Sorun uygulamada. Yangından mal kaçırır gibi araç kullanırız. Hep bir yere yetişeceğiz aceleciliğimiz vardır. İşimizi son ana kadar bekletir, sonra harekete geçeriz. Yetişmek için de Allah ne verdiyse basarız. Çoğu zaman da işimize, randevumuza zamanında varamayız. Mazeretimiz hazır: "Trafik yoğundu."

Trafik kural tanımazlığımızdan kazaya sebebiyet vermekten kıl payı kurtuluruz çoğu zaman. Yeri gelir, kırmızı ışık ihlali yaparız. Sarı ışık zaten bizim hakkımız. Tepe tepe kullanırız.  Yeri gelir kaldırıma çıkar, oradan geçmeye çalışırız. Olmadı, sağa, sola girme imkanı varsa oraya dalarız. Hiç mümkınatı yoksa şerit ihlali yapıp ters istikamete süreriz aracımızı. Karşı trafiği engelleyeceğimizi bile bile. Arka boş ise geri geri gideriz. Hiç bir seçenek yoksa önün tıkalı olduğunu bile bile acı acı kornaya basarız. El ve dil zaten hep hareket halinde. Stres zaten tavan yapar bu esnada.  Yani diğer alanlarda göstermediğimiz zekamızın tamamını burada kullanırız. 

Kural tanımazlığımız bir gün gelir, duvara toslar. Çünkü kaç defa tıpkı çekirge gibi sıçrarız. Bir, iki derken kazaya sebebiyet veririz. İşimize gidemediğimiz gibi trafiği de tamamen kapatırız. Ya yandakine sürteriz, ya önümüzdekine vururuz, ya da arkadaki gelir, bize vurur. Bereket kazaya karışanlar kaza fotoğrafını çekerek araçlarını uygun bir yere çekerek tutanak düzenleyebiliyorlar, trafik polisinin gelmesine gerek olmadan. Ya kazaya karıştığın araç resmi bir araç, hele de belediyeye ait bir toplu taşıma aracı ise işte şimdi yandın demektir. Sivil aracın sahibi tutanak tutalım dese de, aracın masrafını tamamen ben çekeyim dese de resmi şoför mutlaka polisi çağırır, onu bekler, aracını da uygun bir yere çekmez. Araçtaki yolcuları indirir. Trafiği tıkıyorum demeden istirahate çekilir. 

Bugün ve iki hafta önce toplu taşıma aracının kazaya sebebiyet vermesi nedeniyle menzilime bir türlü varamadım. Yolculuğum hep yarım kaldı. Arkadan gelmesini beklediğin araç nice sonra geldiğinde araç tıklım tıklım dolu olduğundan zaten binemedim. Bu durumda ya gitmekten vazgeçeceksin, ya da tabana kuvvet deyip yürüyeceksin. 

O yüzden sen sen ol, sakın kaza yapma, kurallara uy. Yok yapacağım, başa gelen çekilir diyorsan bari belediye otobüsüne vurma. Vurursan hayatta duymadığın pişmanlığı duyarsın. Trafiği felç ettiğin de işin cabası. Yok benim işim yok, zaten işe de gidemedim diyorsan, o zaman sana iyi beklemeler...  02.12.2016

Engelli dili

Son yıllarda empati kelimesini ağzımızdan düşürmüyoruz. Güzel bir şey. Bu demektir ki başkasını kendimizin yerine koyabileceğiz. Fakat öyle olmuyor. Çünkü biz empatiyi sadece kendimize bekliyoruz. Bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da maalesef benciliz.

Haydi birbirimize yapamıyoruz bu empatiyi. İçimizde epey bir yekûn oluşturan engellilere yapabiliyor muyuz? Onlara gereken ilgi, alaka ve saygıyı gösterebiliyor muyuz? Onlar için ayrılan pozitif imkanları kendi menfaatimize kullanmıyor muyuz? Benim verebileceğim cevap maalesef engellilere tahsis edilen yerleri hor kullanıyoruz. Kaldırımlara engelliler için yapılmış sarı renkli yürüyüş bantlarının üzerine aracımızı park ediyoruz. Yol benim diye ama biri gelip çarpıp yere düşse ne olur? Bir düşünmek lazım. Park yerlerinde engelliler için uyarı levhası olmasına rağmen boş yer yok diye aracımızı park ediyoruz. Bu konuda verilebilecek örnekleri çoğaltabiliriz.

Bugün mevcut engellilerin bir kısmının engeli doğuştan değildir. Yarın bizim de engelli olmayacağımıza dair bir garantimiz var mı? O zaman bu meseleyi ciddiye almak lazım. Engellilere ilgi, alaka ve hatırlamayı sadece 3 Aralık'a indirgememek lazım. Onlar bizim velinimetimizdir. Onları gördükçe kendi sağlığımızın kıymetini bilir, şükretme aklımıza gelir.

Engellilere karşı devlet son yıllarda daha bir duyarlı hale geldi. Onlar için hayatı kolaylaştıracak imkanlar sağlamakta ve faaliyetler yapmakta ve teşvik etmektedir. Kaldırımlar onlara göre düzenlenmekte, toplu taşıma araçlarını onların bineceği şekilde değiştirme yoluna gitmektedir.

İçimizdeki engelliler her şeye rağmen hayata tutunmuşlar, içimizde kimseye yük olmadan yaşamaya çalışıyorlar, kendilerindeki engele aldırmadan, isyan etmeden hayat mücadelesi veriyorlar, mevcudu kabullenmişler. Burada sorun biz sağlamlarda. Bizim onları anlamamız ve yardımcı olmamızda. İçimizdeki engelleri atamıyoruz.

Dünya Engelliler Günü münasebetiyle dünyalılar olarak ortak bir engelli dili oluşturabiliriz. Böylece ister engelli ister engelsiz olalım, dünyanın neresine gidersek gidelim, dilini bilmediğimiz insanlarla daha kolay anlaşabiliriz. Yabancı dil öğrenmeye vereceğimiz önemi ortak işaret diline versek daha hayırlı bir iş yapmış oluruz, çok da faydalı olur kanaatindeyim. Yabancı bir ülkeye gittiğimiz zaman olaya fransız kalmayız. Hemen B planımızı devreye koyarız: Ortak engelli dili. 02.12.2016

10.cu köy


1.köy    Karatay Kemerli kolca ilkokulu                  1991
2.köy    Nizip İmam Hatip Lisesi                              1992
3.köy    Kahta İmam Hatip Lisesi                             1994
4.köy    Kahta Anadolu Lisesi                                  2000
5.köy    Seyhan İsmail Safa Özler Anadolu Lisesi  2001
6.köy    Sarayönü Anadolu Lisesi                            2005
7.köy    Meram Çomaklı Talip Kahraman İÖO          2010
8.köy    Karatay Mehmet Hanife Yapıcı And.Lisesi 2013
9.köy    Selçuklu Şemsi Tebrizi Anadolu İHL           2014
10.köy  Meram Kaşınhanı İmam Hatip Ortaokulu   2014
01.12.2016

"Büyüyünce ne kadar da acı oluyorsun!"*

Babası Küçük Nasreddin'e şehirden incir getirir. İlk defa yediği inciri çok sever. Büyüyüp şehre gidince ilk işinin incir alıp yemek olacağını aklının bir köşesine yazar.

Gel zaman git zaman Küçük Nasrettin büyür ve şehrin yolunu tutar. İlk iş olarak manavın önüne gelir, adını hatırlayamadığı meyveyi bulmak için meyve kasalarını tek tek gözünün önünden geçirir ama istediğini göremez ve bu esnada manav, hocaya ne istediğini sorar. Hoca, adını unuttuğunu söyler. Manav:
-Sen bana istediğini tarif et, der. Hoca:
-Dışı yeşil, içi çekirdekli, deyince manav hemen teşhisi koyar: Kardeş, sen patlıcan istiyorsun diyerek bir kilo patlıcan verir.

Küçüklüğünden beri hayalini kurduğu yiyeceğe kavuşmanın sevinci ile hoca, hemen poşetten bir patlıcan çıkararak ısırır. Bir de ne görsün, acı mı acı! Ağzının tadı kaçan hoca:
-Ulan büyüyünce ne kada da acı oluyorsunuz, der.

Not:1- Küçüklük fotoğrafı olmadığı  için hocanın resmi bu sayfaya konmamıştır. Resim özlemim maalesef giderilemedi.
2.Hocanın bu fıkrasından anladığım incir büyüyünce patlıcana dönüşüyor.
3.Acaba, büyüyen ve gelişen her şey acı mı oluyor? (Küçüklükteki saflık, ideallik büyüyünce yok mu oluyor? Partiler, şirketler, STK'lar kuruldukları samimiyeti büyüyüp geliştikçe kayıp mı ediyorlar? Anlayamadım vesselam. Yardım sevaptır biliyorsun, haydi göreyim seni kardeş)

*01/12/2014 tarihinde Facebook'ta yazılarak paylaşılmış yazı.

1 Aralık 2016 Perşembe

Okullar miadını doldurdu

Eğitim yönünden miadını dolduran okullarda devam eden öğretim ise can çekişiyor. Bu gidişle öğretim de mevta olacak. Eğitimi yapılmayan, ihmal edilen bir eğitim sisteminin öğretiminden de hayır gelmez. Eğer radikal ve kalıcı kararlar alıp uygulamaya geçilmez ise geleceğimiz karanlık demektir.

Değişmeyen tek şey değişim denir. Her şeyimiz değişiyor fakat nedense okullar yerinde sayıyor hatta gerisin geriye gidiyor. Okullar iyice kangren haline gelmeden velinin, öğrencinin, öğretmenin, okul idaresinin, basın ve medyanın, okulun iç ver dış paydaşlarının sorumluluk alanlarını belirlemek, sorumluluğun yerine getirilip getirilmemesine karşılık hesap sorma ve hesap verme, ödül ve ceza, mükafat ve yaptırımlar dönemine geçilmesi gerekir.

Okullarda eğitim ve öğretim yapılıyor diye hiç kendimizi kandırmayalım. Bir defa okullar sadece öğretim yapıyor görünüyor. Görünürde herkes okullardan bir şey bekliyor. Fakat ne devlet, ne vatandaş, ne öğrenci ne veli hiçbiri okullardan bir şey beklemiyor. Bugün okullar sadece diploma veren kurumlar haline geldi. Okula sürekli gelen de alıyor, ara sıra bir uğrayan da. Okulun altını üstüne getiren de alıyor, sorumluluğunu taşıyan da. Bu açıdan baktığımız zaman okula kayıt yaptıran öğrencilerin tamamı başarı göstererek mezun etme yönünden okullar yüzde yüz başarılı. Bu yüzden diploma vermede fire vermeyen sorumlular ödül ile mükafatlandırılsa(!) yeridir. Çünkü hiçbir iş yerinde yüzde yüz efor olmaz. Fırıncı bile zaman zaman bozuk ekmek çıkarır, çıkan bu ekmeği düzgünlerin içinden ayırır. Fabrika; imalat hatası mal çıkarır, onu hemen iyilerin arasından ayrı bir yere koyar. Manav; sattığı malın arasından çürüklerini ayıklar, diğerlerine de sirayet etmesin diye. Aklınıza gelebilecek her yerde düzgün çıkmamış imalat hatası mallar ayıklanır. Çünkü satışa çıkan mal özürlü ise müşteri kaybeder, malı geri gelir.

Seçmenin olmadığı tek yer okullardır. Okul çağına gelmiş herkesin okuduğu yerdir buralar. Hırlısı da gelir, hırsızı da. Çoğunluğu sorumlu ailelerin çocuklarının okuduğu bu okullarda eğitim ve öğretim namına hiçbir şey almayacak olan ya da verilemeyecek olan, hedefsiz bir kitle var. Tüm okul bunlarla uğraşır. Öğretmenin ilk tanıdığı öğrenciler bunlardır. Devamsızlıktan kalmadığı müddetçe sınıf geçme ve diploma alma garantisi vardır. Devletin vergilerimizle yapıp teslim ettiği sırayı öğrenci istediği şekilde karalayacak, çizecek, yontacak, oluşturduğu çer çöpü, sınıfına veya bahçeye atacak, okulun duvarlarına yazı yazacak, dersi istediği şekilde kaynatacak, ders malzeme ve materyali getirmeyecek, ödevini yapmayacak... Öğrenci her yaptığında velisi ile birlikte haklı olacak, hiç sorumluluk taşımayacak. Okulun, öğretmenin ve okul yönetiminin hiçbir yaptırımı olmayacak ve her yapılandan okul sorumlu olacak...Öğrenci ve velinin arkasında koca basın, STK'lar ve devlet olacak. Sonunda okuldan mezun olacak. Herkes gibi diploma sahibi olacak.

Bir makinenin dişlileri gibi geri kalmadan mezun olan bu çocuklar hayata adım atınca bu sefer başlıyor herkes okulları suçlamaya. "Ne biçim öğrenci yetiştiriyorsunuz" diye. Ne isterdiniz ki? Bundan iyisi can sağlığı. Kimse okullara kızmasın. Zira okullar diploma vermede yüzde yüz başarılı. Hangi biriniz ürettiğiniz her şeyde bu kadar başarılısınız.

Eğitim ve öğretim konuşuyoruz, biraz ciddiyet derseniz okullar ciddi olmaya hazırlar. Yeter ki okulla ilgili olan uzaktan kaval okuyanlar bu konuda ciddi ve samimi olsunlar. Okullar ciddi bir eğitim ve öğretim vermek için yeterli misyon ve vizyona sahiptir. Tek istedikleri okula gelen öğrenciler içerisinde çalışan öğrenci ile çalışmayan öğrenci ayırt edilsin. Çalışmayanın yanına kar kalmasın hiçbir şey. Dersine çalışmayan, dersin işlenmesine engel olan öğrenci akranlarına göre bir alt sınıftan gelecek sisteme yeniden dönelim...yani diğer kurum ve kuruluşların, sanayi ve üreticilerin yaptığı gibi çürükleri ayıklayalım, istediğiniz kalite ve verim hemen gelir. Biz bir çürüğü kurtaracağız, devlete maliyeti olmayacak mantığından kurtulmazsak iyileri ve sorumluluk sahibi çocukları da kaybederiz. Eğer çürükleri ayıklama işini yapmazsak bu gidişle okullar ders işlenemez noktaya gelir. Daha biz çok havanda su döveriz. Havanda su dövmekle kalsak yine iyi. Bu gidişle kafamızı çok duvarlara vuracağız.

Şu anda okullarda eğitim ve öğretim alan tek kesim var: öğretmenler. Hedefi olmayan öğrencilere karşı sabretmenin, onlara vurmamanın, dişlerini sıkmanın, onlara hakaret etmemenin, nazik konuşmanın eğitimini alıyor. Öğrenci ne yaparsa yapsın onu sınıf geçirmeyi , elleri kolları bağlı durmayı öğreniyor, kendi saçını-başını yolmayı öğreniyor. Dersten çıkınca savaştan çıkan asker ve komutan misali: "Hele şükür ya Rabbi, bu dersten de kazasız belasız çıktım, sana ne kadar şükretsem az" diyerek dua etmeyi ve şükretmeyi öğreniyor. 01/12/2016


Ekmeğini ekmek pişirerek kazananlar

Saat 15.00 suları akşam ekmeğini almak için fırına girdim. Ekmek alırken ekmek pişiren ustaya; kolay gelsin, ne zamandan beri çalışıyorsun dedim. "Sabah altı buçuktan beri" dedi. Allah yardımcın olsun diyerek çıktım fırından.

Akşam kaça kadar çalışıyorsun demek aklıma gelmedi. Daha kaça kadar çalışacak kim bilir? Dün gece evine saat kaçta gitti? Onu da bilmiyorum. Ekmek alırken çalıştığı alana bir göz attım. Daracık bir manevra alanı, karşısında sürekli yanmakta olan ateş ve hep ayakta. Sabahın altı buçuğundan üçe kadar sekiz buçuk saat geçmiş. Ateşin karşısında elinde kürek önce ateşe sürüyor hamuru, pişeni çıkarıyor, boşalan yere tekrar hamur sürüyor. Akşam iş bitinceye kadar ne kadar ter boşalır sırtından yine en iyisi kendisi bilir. hangi birimiz 11-12 ayakta çalışarak dayanabiliriz ki?

Gördüğüm kadarıyla işi zor, her adamın harcı değil yaptığını yapmak. Alın terleterek kazanmak dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Fırın kendisinin mi, yoksa çalışan mı bilmiyorum ama kazancı sonuna kadar helal böyle çalışanların. Hile yok, hurda yok. Alın terleterek kazanıyor elinin emeğini, çoluk-çocuğunun rızkını. Allah başımızdan eksik etmesin böylelerini. Fırında ekmekle beraber pişen bu insanlar olmazsa evinde ekmek yapmayı bilmeyen biz hazır yiyici, kolaya kaçanlar ne yapar, merak ediyorum. Umarım bu fırın ustaları emeğinin karşılığını fazlasıyla alıyorlardır diyeceğim. Ama çok da kazandıklarını sanmıyorum. Çünkü bizde bedenen çalışanlar tam hak ettiği gibi karşılığını alamıyor hiçbir zaman.

Adam orada çalışadursun. Ekmek almaya gelenlerin gözü ise hangi ekmeği seçeyim derdinde. Çoğu zaman ekmeği de beğenmeyiz. Hele bir de tüm ekmekler elimizin ulaşacağı şekilde gözümüzün önünde ise tümünü bir elden geçiririz hangisini alayım diye. Bereket aldığım fırın elimizin ulaşamayacağı şekilde satışa sunmaktadır ekmeği. İçerideki görevli vasıtasıyla alabiliyoruz ekmeğimizi. Bazıları gözüne kestirdiği ekmeği vermesi için elemanla neredeyse: "Hayır o değil, şu, yok, yanındaki" şeklinde oynuyor durmadan. Aklı sıra ekmek seçiyor. Nihayet istediği ekmeği alıp giderken içinde bir ukde olarak kalıyor ekmeklerin tümüne dokunamadım diye. Bütün bu konuşmaları, dilinden başka vücudunun tümü çalışan fırıncı da sessiz bir şekilde çalışmasına devam ederek geçiştiriyor. Aslında ekmek beğenmeyen bizleri yarım saatliğine fırının önüne koyup buyur beğendiğin ekmeği kendir pişir demek lazım. Ekmek bu. Bazen fazla kızarız, bazen biraz yanmış olur, bazen iyice pişmemiş olur, bazen yamuk olur. Ama ekmek bu. Gözünün önünde pişen bir ekmek. Bu ekmeğin ekmek olmadan önceki aşamalarını saymıyorum bile.

Emeğe ve ekmeğe saygı göstermek lazım. Ekmek seçerken de gözümüze kestirdiğimizi almak lazım. Hepsini elden geçirme, altını üstüne getirme gibi bir görevimizin olmadığını bilmemiz; bilmiyorsak da birilerinin bize öğretmesi gerek bu işi. Hele ekmek bayat diye yemeyip dışarı bırakanları da mutlaka pişirmek için ustanın yanına koymak gerek tez elden. Beğenmediği nimetin nice zorluklarla çıktığını görmesi için. 01/12/2016

Kılı kırk yaran mıymıntılar

Herhangi bir makama bileğinin hakkı ile hak ederek gelenler bulundukları makamın hakkını verir, oturduğu koltuğa yakışır. İnsanlara tepeden bakmaz, mütevazıdır. Personelini incitmez, bilakis motive eder, bulunduğu yerde farkındalık oluşturur, pozitif enerji dağıtarak kurumunda sosyal barışı sağlar, personelinin derdi ile dertlenir, babacan tavrı ile meselelere çözüm bulmaya çalışır, iletişim dilini iyi kullanır, nazik ve kibarlığı elden bırakmaz, kurum kültürünün oluşmasına katkıda bulunur, kompleks sahibi değildir, kimseye minnet borcu ve eyvallahı yoktur. Ne ezer, ne de ezdirir.  Kişilik ve şahsiyetinden ödün vermez. İşini yapabileceğinin en iyisi olarak yapmaya çalışır.

Bulunduğu makama birilerinin elini-eteğini öperek gelen ise makamda iğreti durur, koltuğu dolduramaz. Dağları ben yarattım der gibi mağrurdur. Tepeden bakar çalışanlarına. Tek hedefi vardır, kendisini oraya getirenlerin gözüne girmek. Çünkü yapıştığı makamda tutunabilmesi efendisinin iki dudağının arasındadır. Bu yüzden bir dediğini iki etmez. Onun ricası emirdir onun için. O makamda kalabilmek ve layık olduğunu gösterebilmek için yapamayacağı yoktur. Takla at dese, onu da yapar. Gücünü makamından alır. Personelini çalışan bir birey olarak değil, emir eri olarak görür. Hatasında ipini çeker, yoksa hatası; kılı kırk yarar, bir hata bulmaya çalışır. Titiz olduğu imajı vermeye çalışır. Aslında titizliği mıymıntılığından ibarettir. Kusur örtmede gece gibi değil, açığa çıkarmak için gündüz gibidir. Suç bulmaktır tüm derdi. Bir hata bulsa mal bulmuş mağribi gibi sevinir. Bu işi yaparken "... Kim, Müslümanın ayıbını örterse, Allah teâlâ da onun dünya ve ahirette ayıbını örter..." (Müslim) hadisini görmez bile. Pekiyi hatası, kusuru, ihmali yoksa personelin? İşte o zaman kılı kırk yararcasına deşeler, yedi ceddini araştırır, acaba, nereden, nasıl bağlantı çıkarabilirim diye. Suç isnat edebilirse dört köşe olacak, hemen ipini çekecek, layık olmadığı halde kendisini oraya getirenlerin gözüne bir daha girecek, yerini sağlamlaştıracak, hatta daha da yükselecek. Geleceğini garantiye alacak. Çünkü şimdi suç isnat etmek modadır ya. Bulursa, ya da çamur atabilirse keyfine diyecek yoktur. Zira İrem Cennetine kavuşacaktır. Suç yamayabilirse işini ve görevini yapmanın huzuru içerisinde ardından kalkar bir de namazını kılar, tıpkı Hz Hüseyin'in kellesini Yezid'e getirdikten sonra iki rekat şükür namazı kılan komutan gibi. (Abdullah bin Habbab, hamile cariyesi ile birlikte onlarla karşılaşır; onu şehid etmekle kalmazlar, cariyesinin karnını deşerek onu ve karnındaki çocuğunu da şehid ederler. Bir süre sonra bu topluluk bir Hristiyan’a ait bir hurma bahçesine denk gelir, onlardan biri oradan bir hurma alır, ağzına koyar, arkadaşı “Allah’tan kork, o bir zimminin hurmasıdır” deyince hurmayı ağzından atar, hatta bir habere göre bir domuza denk gelir ve onu vurmak isterlerken onun yabani değil, bir Hristiyan’a ait olduğunu anlayınca onu öldürmekten vazgeçerler.)

Makamını kişiliğinden değil de koltuğundan alan bu kişiler kompleks sahibi kişilerdir. Adam yokluğundan getirilmişlerdir oraya. Hani koyunun olmadığı yerde keçiyi Abdurrahman Çelebi diye atarlarmış ya, işte öyle bir şey bunların gelmesi. Geldiğinin hissedilmesi kelle almasına bağlıdır, zira kelle avcılığı yapmak için getirilmiştir zaten buraya. Zaten bu durumda aranan adamdır bu gibileri. Çünkü yaptırılacak olanları kişilikli birine yaptıramazlar. Bu tipler, siyasetin, devletin kelle alma gibi bir niyeti olmasa da mücadele ediyorum imajı vermek için kendilerine pay çıkarırlar. Makamda kaldıkları müddetçe sesini çıkarır, indirilip kenara atılınca: "Ben bunu hak etmedim, halbuki ben şunu şunu yaptım" şeklinde başına geleni de kabullenmek istemezler.

Oturduğu makamda yapışık kalan bu tipleri anlatmaya çalıştım. Siz ne dersiniz bilmem ama ben bunlara Çingene Beyi derim. Samimidirler belki ama kafa yapıları tıpkı tarihte yaşamış, Müslümanların ve Hz Ali'nin başına bela olmuş Hariciler gibidir.

Bulunduğu makama hak ederek gelen, işinin ehli makam sahiplerinin gelmesi dileklerimle. 01/12/2016