Son zamanlarda sanal alemde: "En iyi cemaat, cami cemaatidir" paylaşımları revaçta bugünlerde. Çünkü cemaat görünümlü bazı yapılardan dilimiz yandı. Bu olay bize gösterdi ki özellikle gizli ajandası olan ve merdiven altı olan yapılardan uzak durulmalı.
Cami cemaati denince benim aklıma; kimsenin kimseye karışmadığı, kimsenin kimseden haberinin olmadığı, namazdan önce bir araya gelen insanların sadece namazlarını kılmak için saf tuttukları, safların düzgün olması için görevlinin her defasında uyarı yaptığı, namazdan önce ve sonrasında imamın cemaate, cemaatin de imama karışmadığı bir ortam gelir. Bazen de görevli ile namaza gelenler arasında uyuşmazlık olur, birbirinin ayağını çekmeye çalışır. Namazdan 10-15 dakika önce camilerimiz şenlenir, namazdan sonra yeniden sessizliğe bürünür o koskoca mabetler. Genelde başka bir amaç için kullanılmaz.
Peygamberimizin Medine'ye gidince ilk yaptığı Mescidi Nebi olduğunu biliriz. Bu mescit, namaz kılmanın ötesinde çoklu bir işleve sahipti: Her türlü istişarenin yapıldığı, oturup sohbet edildiği, uyunduğu, güreş tutulduğu... bir sosyal alandı. Şehrin nabzı orada atardı. Ya günümüzde ise; günde 5 vakit namazın kılındığı, toplamda iki saat açık tutulan garip yerler. Asla dünya kelamı konuşulmaz.
Camilere mutlaka işlerlik kazandırılması lazım. Buralar namaz kılmanın da ötesinde başka faaliyetlere açık tutulmalıdır. Yeniden sosyal alan haline getirilmelidir. Buralarda göreve başlayan din görevlisi mutlaka mahallesinde çok aktif olmalıdır. Ev ev gezerek adına bastırdığı kartvizitini verip: "Ben caminizde görev yapan/başlayan falan kimseyim. Tanışmak için geldim. Camimizde şu şu aktiviteler şu saatler arasında yapılmaktadır. Ben bir acı kahvenizi içmeye geldim. Namaz vakti dışında da sizi yerimizde görmek isteriz. Sizin şu yönünüz itibariyle faydalanmak isteriz..." gibi bir çalışma yapılmalıdır.
Caminin müştemilatında namaz vakti dışında çay içme, gazete okuma, dinen mubah görülen oyunların oynanabileceği müştemilat olmalıdır. Caminin etrafı piknik ve mesire yeri gibi olmalıdır. Namaz vakti dışında camiye gelen mahalle sakinlerinin din görevlilerini yerinde bulabileceği bir mesai belirlenmelidir. Görevlilere mutlaka resmi nikah kıyma yetkisi verilmelidir.
Cemaatin müdavimlerinden birinin başına bir şey geldiği zaman başta cami görevlisinin haberi olmalıdır. Görevlide cemaati bilgilendirmelidir. Hastalık, ameliyat, düğün ve cenaze durumları oluşturulacak mesaj sistemiyle tüm mahalle sakinlerine duyurulmalıdır. Mutlu ve üzüntülü durumlara cami cemaatinden katılım ve destek olmalıdır.
Camilerde cami veya diyanetin ihtiyaçları için kesinlikle sergi açılmamalıdır. Mahalle sakinlerine cami mütevelli heyeti tarafından belirlenen ve sakinlerine duyurulan aidat sistemi oluşturulmalıdır. Toplanan aidat, komisyon marifetiyle şeffaf bir şekilde ihtiyaçlara harcanmalıdır.
Cami görevlisi muhitindeki cemaatinde daha fazla okumuş veya seviyesinde olan kişilerden seçilmelidir. Dini bilginin yanında iyi bir genel kültüre sahip olmalıdır. Muhitinin en sosyal ve en aktif insanı olmalıdır. Davranışlarıyla örnek, konuşmasında nazik olmalıdır. Dini anlatırken asli kaynakların dışına çıkmamalıdır. Özü sözü bir, sözü dinlenen biri olmalıdır. Cemaat nezdinde saygınlığı olmalıdır. Rutin vaaz ver nasihatlerin dışında mutlaka belirli periyotlarla ev ziyaretleri yapmalıdır. Adam adama markaj uygulamalıdır. Mahallesinden namaza gelsin veya gelmesin her evi mutlaka ziyaret etmelidir.
Hasılı camilerimiz farklı işlevlere büründürülmelidir. Cami görevlileri namaz kılmanın ötesinde bir misyona sahip olmalıdırlar. Camilerimiz cazibe merkezi haline gelmelidir. Mahallenin nabzı orada atmalıdır. 27/10/2016
27 Ekim 2016 Perşembe
26 Ekim 2016 Çarşamba
Kayıp eşekten son dakika
Kaybettiğim eşeği bulmak için uğradığım zor bir geçitte yetkililerle 2-3 dakika görüştüm. Çok da iyi davrandılar, sıcak bir sohbet oldu, hatta eşeğimle ilgili bazı sorular da sordular.
Hasılı Yetkililer: "Önceki eşeğin başkasına verildiğini, emsal eşeklerin çokça olduğunu ama eşeklerin önemli sahiplerinin olduğunu, benim mevcut göz önündeki eşeklere kapasitemin yetmeyeceğini; bana kenar, köşede, gözden ırak ve gönülden ırak bir yerde verebilecekleri bir eşeklerinin olduğunu, bu yaptıkları kıyağı da asla unutmamam gerektiğini, ayrıca bulunmaz Hint kumaşı olmadığımı, yerimi ve haddimi bilmem gerektiğini ve kendileri için iyi bir meze olduğumu lisan-i hal ile ifade ettiler.
Ben de "Kararınız mahşeri vicdanda karşılığını bulmuştur, eyvallah bundan sonra haddimi bilirim ayrıca bir delikten ikinci defa ısırılmamam gerektiğini de bana hatırlattınız" diyerek uykumdan uyandım. 26.10.2014
25 Ekim 2016 Salı
Atom parçalandı ama...
Ortaokulda okurken atom: "Maddenin en küçük yapı taşı" olarak tanımlanırdı. Bölünemez ve parçalanamaz denirdi. Günümüzde atomun parçalanabileceği de ifade edilmeye başlandı ve parçalandığı da doğrulandı.
Parçalanamaz ve bölünemez denilen atom bölündü bölünmeye. Ama parçalanamayan bir şeyimiz daha var. Kafamızdaki doğmalar, ön yargılar ve yanlış bilgiler.
Genelde mesleğin dışından olanlar öğretmenleri eleştirir. Bu çocuklara doğru olan niye anlatılmaz diye. Eskiden öğrenci bilginin kaynağı olarak sadece öğretmeni görürdü. Kafasına ilk bilgiyi öğretmen verirdi. Şimdilerde ise öğrenci bilgiyi ailesinden, sokaktan, mahallesinden, görsel ve yazılı medyadan ve sanal alemden öğrenerek geliyor. Bilgi doğruysa eyvallah! Ya öğrendiği bilgi yanlış ise yedi düveli bir araya getirsen öğrencinin kafasında oluşan yanlış bilgiyi düzeltemiyorsun. Çünkü öğrencinin bilgide önceliği öğretmen değil artık. Öğretmen ağzıyla kuş tutsa, doğruyu anlatmak için takla atsa öğrenciyi maalesef ikna edemiyor.
Atom, müspet bilimin konusu. genelde müspet bilimde farklı görüş pek yok. Ama dini konularda ise öğrendiğimiz ilk bilgiyi korumaya çalışıyoruz. Uzun süre direniyoruz. yeni bilgiye açılmıyoruz. Bir de ardında koca koca ana babalar var. Çocuğu ikna etsen, anne babayı nasıl ikna edeceksin. Sen söylüyorsun, çocuk eve gidip öğretmen böyle diyor deyince aile bu sefer: Öğretmenin verdiği bilginin yanlışlığını çocuğuna ispata çalışıyor ya da okula gelip görüşünü sorgular duruma geliyor. İyi de be kardeş, madem bu kadar biliyorsun, yeni ve farklı fikre açık değilsin, o zaman ne diye çocuğun boşu boşuna ömür tüketiyor okulda. Bu zihniyete sahip anne ve babalar oldukça maalesef öğretmenlerin özellikle dini alanda çok söyleyeceği bir şey yok. Sadece havanda su dövmüş olunur. 25/10/2016
Parçalanamaz ve bölünemez denilen atom bölündü bölünmeye. Ama parçalanamayan bir şeyimiz daha var. Kafamızdaki doğmalar, ön yargılar ve yanlış bilgiler.
Genelde mesleğin dışından olanlar öğretmenleri eleştirir. Bu çocuklara doğru olan niye anlatılmaz diye. Eskiden öğrenci bilginin kaynağı olarak sadece öğretmeni görürdü. Kafasına ilk bilgiyi öğretmen verirdi. Şimdilerde ise öğrenci bilgiyi ailesinden, sokaktan, mahallesinden, görsel ve yazılı medyadan ve sanal alemden öğrenerek geliyor. Bilgi doğruysa eyvallah! Ya öğrendiği bilgi yanlış ise yedi düveli bir araya getirsen öğrencinin kafasında oluşan yanlış bilgiyi düzeltemiyorsun. Çünkü öğrencinin bilgide önceliği öğretmen değil artık. Öğretmen ağzıyla kuş tutsa, doğruyu anlatmak için takla atsa öğrenciyi maalesef ikna edemiyor.
Atom, müspet bilimin konusu. genelde müspet bilimde farklı görüş pek yok. Ama dini konularda ise öğrendiğimiz ilk bilgiyi korumaya çalışıyoruz. Uzun süre direniyoruz. yeni bilgiye açılmıyoruz. Bir de ardında koca koca ana babalar var. Çocuğu ikna etsen, anne babayı nasıl ikna edeceksin. Sen söylüyorsun, çocuk eve gidip öğretmen böyle diyor deyince aile bu sefer: Öğretmenin verdiği bilginin yanlışlığını çocuğuna ispata çalışıyor ya da okula gelip görüşünü sorgular duruma geliyor. İyi de be kardeş, madem bu kadar biliyorsun, yeni ve farklı fikre açık değilsin, o zaman ne diye çocuğun boşu boşuna ömür tüketiyor okulda. Bu zihniyete sahip anne ve babalar oldukça maalesef öğretmenlerin özellikle dini alanda çok söyleyeceği bir şey yok. Sadece havanda su dövmüş olunur. 25/10/2016
Okul başkanlığı seçimleri
Ekim ayı okullarda öğrenci meclis başkanlığı seçimlerinin yapıldığı ay. Bugünlerde öğrencilerde bir heyecan baş gösterir. Aday olanlar, ona destek verenler, vaatler, propagandalar hız kazandı bile okullarda.
Tam derse kendini verdiğin esnada kapı çalınıp içeriye 3 öğrenci gelmişse bilin ki seçim çalışması var demektir. Dersin anası ağlatılıyor ama olsun, bu da demokrasinin bir cilvesi olsa gerek. Gelen her bir aday, yanında iki destekçisi ile birlikte kazanırsa neler neler yapacağını bir bir sıralıyor. Genelde vaatler uçuk-kaçık hep. Boyundan büyük vaatler birbirini izliyor. Aday önce neler yapacağını anlatıyor, ardından seçmeninden isteklerini soruyor. Kendinden emin bir şekilde cevaplar da veriyor daha küçücük dimağlar. Vaatler sıralanınca kalkan bir parmak: "Bunlar büyük masraf gerektiren yatırımlar. Bunları nasıl yapacaksın" diye bir soru soruyor. Aday: "Babamdan alacağım" diyor. Genelde tuvalet kapılarına kilit, WC'lere peçete, kaliteli sıvı sabun, okul basket ve voleybol file ve potalarını yenileme, sosyal etkinliklere ağırlık verme, sınıf içlerine öğrenci dolabı, pencere kilitlerini ve kapı kollarını değiştirme... vb vaatler genelde. Okul müdürünün kendi başına imkan bulamadığı bazı maliyetleri nasıl temin edecekler? Bunu da kazanacak adayların icraatlarında göreceğiz elbet.
Benim propaganda sürecinde adayların rahat tavırları ve kendilerine olan öz güvenleri. Takdire şayan gerçekten. Helal olsun yeni nesle. Vaat etme bakımından büyükleri pek aratmıyorlar. Daha küçük yaşta bunları bunları yapacağım diye boyundan büyük vaat veren bu yumurcaklar yarın büyüdükleri zaman neler vaat etmezler kim bilir?
Koridorda adayların kendini tanıtmak için hazırlamış oldukları afişlerin yırtılıp yere ve çöpe atıldığını görünce siyasetin kirliliğini daha iyi anlıyor insan. Siyasetin özünde mi var acaba kirlilik? Belki de iyi bir rehberlik yapılsa daha kötülüklere bulaşmamış kalbi temiz bu çocuklar daha iyi ve güzel bir propaganda süreci geçirebilirler.
Adayların bolluğu da dikkatimi çekti. Neredeyse her sınıfın bir adayı var. Tıpkı ülkemizde 100 civarında siyasi parti olduğu gibi. Yoksa çocuklar siyasette rantın olduğunu da mı biliyorlar?
Biz büyükler siyaseti düzgün ve temiz yapamadık, umarım bu küçükler daha temiz bir siyasete kapı aralar. Temiz siyaseti başlatanlar olur...25/10/2016
Tam derse kendini verdiğin esnada kapı çalınıp içeriye 3 öğrenci gelmişse bilin ki seçim çalışması var demektir. Dersin anası ağlatılıyor ama olsun, bu da demokrasinin bir cilvesi olsa gerek. Gelen her bir aday, yanında iki destekçisi ile birlikte kazanırsa neler neler yapacağını bir bir sıralıyor. Genelde vaatler uçuk-kaçık hep. Boyundan büyük vaatler birbirini izliyor. Aday önce neler yapacağını anlatıyor, ardından seçmeninden isteklerini soruyor. Kendinden emin bir şekilde cevaplar da veriyor daha küçücük dimağlar. Vaatler sıralanınca kalkan bir parmak: "Bunlar büyük masraf gerektiren yatırımlar. Bunları nasıl yapacaksın" diye bir soru soruyor. Aday: "Babamdan alacağım" diyor. Genelde tuvalet kapılarına kilit, WC'lere peçete, kaliteli sıvı sabun, okul basket ve voleybol file ve potalarını yenileme, sosyal etkinliklere ağırlık verme, sınıf içlerine öğrenci dolabı, pencere kilitlerini ve kapı kollarını değiştirme... vb vaatler genelde. Okul müdürünün kendi başına imkan bulamadığı bazı maliyetleri nasıl temin edecekler? Bunu da kazanacak adayların icraatlarında göreceğiz elbet.
Benim propaganda sürecinde adayların rahat tavırları ve kendilerine olan öz güvenleri. Takdire şayan gerçekten. Helal olsun yeni nesle. Vaat etme bakımından büyükleri pek aratmıyorlar. Daha küçük yaşta bunları bunları yapacağım diye boyundan büyük vaat veren bu yumurcaklar yarın büyüdükleri zaman neler vaat etmezler kim bilir?
Koridorda adayların kendini tanıtmak için hazırlamış oldukları afişlerin yırtılıp yere ve çöpe atıldığını görünce siyasetin kirliliğini daha iyi anlıyor insan. Siyasetin özünde mi var acaba kirlilik? Belki de iyi bir rehberlik yapılsa daha kötülüklere bulaşmamış kalbi temiz bu çocuklar daha iyi ve güzel bir propaganda süreci geçirebilirler.
Adayların bolluğu da dikkatimi çekti. Neredeyse her sınıfın bir adayı var. Tıpkı ülkemizde 100 civarında siyasi parti olduğu gibi. Yoksa çocuklar siyasette rantın olduğunu da mı biliyorlar?
Biz büyükler siyaseti düzgün ve temiz yapamadık, umarım bu küçükler daha temiz bir siyasete kapı aralar. Temiz siyaseti başlatanlar olur...25/10/2016
Kimler ilahiyat eğitimi almalıdır?
Bir büyüğüm : İmam Hatip Lisesini bitirenler ve İlahiyat fakültesini bitirenler dini kaynağından öğrenerek diğerlerine göre daha iyi bildiklerinden dolayı akıllarını kiraya vermezler.." demişti.
Zaman zaman ben de benzer kanaatleri taşırdım. Dini iyi bilen sorgular diye. Cemaatler ve özellikle FETÖ denilen yapı kolay kolay İlahiyatçıları içine alamaz. Çünkü her dediklerini yaptıramazlar diye düşünürdüm. 15 Temmuz itibariyle işin içinde olanlara şöyle bir göz attım. Hatırı sayılır türden ilahiyatçının işin içinde veya pasif destek verdiğini maalesef gözlemledim. Camiam adına üzüldüm gerçekten. Dini iyi bildiğini sandığım insanların nasıl savrulduğunu gördüm. Hatta bir çok yerde elebaşıları olduğuna şahit oldum. Dinini tam kaynağından öğrenmemiş, dini tedrisat verilen yerlerde okumamış insanların bu tuzaklara daha kolay düşebileceğini düşünürdüm de, bir ilahiyatçının hiç sorgulamadan, aklını kullanmadan böyle yapıların içerisinde olmasını bir türlü anlayamadım. İşin garibi halihazırda darbenin sivil ayağında bir numaralı sanık olarak gösterilen kişi de bir ilahiyatçı.
Ne diyeceğimi bilmiyorum gerçekten. Acınası bir durum. Bir gariplik var bu işin içinde. Bakıyorum bildiği dini kendinden emin bir şekilde kitlelere anlatacağı yerde bir başkasına stepne olmuş benim ilahiyatçı meslektaşım. Minnet borcunu ödüyor. Vay yazık, aldığı eğitime yazık! Dini iyi bildiklerini saydığım bu camianın bu derece savrulmasının nedenleri üzerinde iyi durmak lazım. Uzmanlarınca iyi araştırılmalıdır. Acizane bu konuda ya bu kişiler dini yeterince bilmeden mezun oldular, ya da genelde maddi imkanlardan yoksun kişilerin çocukları bu okullarda okuyorlar. Okurken maddi destek aldıkları cemaat, camia ve yapılara karşı bedel ödüyorlar. Bunun başka açıklaması olamaz.
FETÖ ile organik ve inorganik bağı olan bir meslektaşımla 15 Temmuz'dan 6 ay kadar önce konuşmuştum: "Niçin bu yapının içerisindesin. yanlışlık yapıyorlar, görüyorsun. Hala niye orada duruyorsun" dediğimde bana: "Ben onların yurtlarında kaldım, çok iyiliklerini gördüm, bunu inkar edemem" diye cevap vermişti.
Başkasından destek alarak okuyanlar asla kendileri olamazlar. Bu ülkede din eğitimi alanlardan başarı beklenecekse eğer, maddi yönden imkanları iyi olanların bu okullarda okumaları sağlanmalıdır. Maddi olarak bir başkasına el avuç açmayan biri kendinden emin bir şekilde okur, daha öz güven sahibi olur. Gelecek ve maddi kaygı taşımaz. Tıpkı Ebu Hanife gibi kimseye eyvallah demez. 25/10/2016
Memur sendikaları ne işe yarar?
Türkiye'de işçi sendikaları var. Bir zamanlar çok etkili idiler. Özellikle zamlarının konuşulduğu dönemlerde anlaşamazlarsa grev olacak şeklinde gündemimize gelirdi. İşçi temsilcileri hükümetlerle sıkı bir pazarlığa girer genelde istediklerini elde ederlerdi.
90'lardan sonra kamu sendikaları da kurulmaya başlandı. 50'ye yakın kamu görevlileri sendikası mevcut. Memur sendikalarında ip hükümetin elinde. İşçinin oturduğu gibi masaya oturamıyor kamu sendika temsilcileri. Hükümetin verdiğiyle yetinmek zorunda kalıyorlar çoğu zaman.
Üye sayısı fazla olan 3-4 sendika var. Ne yaptıklarını hep merak etmişimdir. En fazla üyeye sahip olan memurlar adına pazarlığa oturuyor iki yılda bir. Bizde garip olan üyelerin aidatını da devlet öder. Toplanan paralar nereye gider, ne yapılır, nerede harcanır? Bunu ancak sendika yönetiminde olanlar bilir. Üyeler de sormaz zaten bu paralar nereye gitti diye. Çünkü kimsenin cebinden bir şey çıkmaz.
Sendikaların çok bir ağırlığı yok. Her bir sendika en fazla üyeye sahip olmak için çabalar durur. Temsilciler kurum, kuruluş dolaşır durur. Her bir sendika mutlaka bir siyasi parti ile irtibatlıdır. Bağı olan sendika iktidara gelmişse keyfine diyecek yoktur, böylece kısa bir zamanda en fazla üyeye sahip olur. Masalarda sendikasını ve diğer memurları temsil etmeye başlar.
Genelde iktidardaki parti ile uyum içerisinde çalışır. Kendi üyelerini yönetici kademelerine getirmeye çalışır. Hakkaniyet ve ehliyete burada pek dikkat edilmez. Üye sayısı az olan sendika bu duruma isyan eder durur. Her çıkan yönetmelikte soluğu mahkemelerde alır, bu haksızlık diye. İktidardaki sendika ise işini yaptırmaya devam eder. Ne zaman ki sendikanın yakın olduğu iktidar muhalefete düşerse sendika da en fazla üyeyi kaybeder. Öbür gelen partinin sendikası bu sefer en fazla üyeye sahip olur. O da daha önce karşı çıktığı yönetmeliklere göre kendi adamlarını bir yerlere yerleştirmeye çalışır. Dün sesini çıkarmayan sendika da soluğu mahkemede alır.
Bizdeki sendikacılık bu şekilde devam eder gider. Halinden memnun olanlar yönetimde olanlar ve bir yerlere gelenlerdir. Makam, mevkiler bunlar arasında dolaşır durur. Üye aidatlarından da bunlar faydalanır. Onlar istediği şekilde usulüne uydurarak harcamaya devam eder. Sendika yönetiminde dura dura çevresinde tanınır, bir müddet sonra milletvekilliğine çıkar.
Üye sayısı fazla olan sendika yeni üye için pek dolaşmaz. Nasılsa kendi partisi iktidarda olduğu müddetçe kendisi ve sendikası zirvede olmaya devam edecektir. Muhalefette olan sendika ise kapı kapı dolaşır. Hem yeni üye kazanmak hem de eski üyeleri korumak için. Zirvede olan sendikanın burnu havadadır. Çünkü üye zaten oturduğu yerde gelmektedir. Ayrıca çalışmasına gerek yoktur.
Hasılı bizim ülkemizde yapılan sendikacılık sarı sendikacılıktır. Herhangi bir şey üretmez. Kendi üyelerinin sırtına basarak devletten aldığı aidatlarla beraber bazıları makam, mevkiye sahip olur. Şan ve şöhrete kavuşur. Üye sayısı arttıkça kendi başarısı sanır... 25.10.2016
90'lardan sonra kamu sendikaları da kurulmaya başlandı. 50'ye yakın kamu görevlileri sendikası mevcut. Memur sendikalarında ip hükümetin elinde. İşçinin oturduğu gibi masaya oturamıyor kamu sendika temsilcileri. Hükümetin verdiğiyle yetinmek zorunda kalıyorlar çoğu zaman.
Üye sayısı fazla olan 3-4 sendika var. Ne yaptıklarını hep merak etmişimdir. En fazla üyeye sahip olan memurlar adına pazarlığa oturuyor iki yılda bir. Bizde garip olan üyelerin aidatını da devlet öder. Toplanan paralar nereye gider, ne yapılır, nerede harcanır? Bunu ancak sendika yönetiminde olanlar bilir. Üyeler de sormaz zaten bu paralar nereye gitti diye. Çünkü kimsenin cebinden bir şey çıkmaz.
Sendikaların çok bir ağırlığı yok. Her bir sendika en fazla üyeye sahip olmak için çabalar durur. Temsilciler kurum, kuruluş dolaşır durur. Her bir sendika mutlaka bir siyasi parti ile irtibatlıdır. Bağı olan sendika iktidara gelmişse keyfine diyecek yoktur, böylece kısa bir zamanda en fazla üyeye sahip olur. Masalarda sendikasını ve diğer memurları temsil etmeye başlar.
Genelde iktidardaki parti ile uyum içerisinde çalışır. Kendi üyelerini yönetici kademelerine getirmeye çalışır. Hakkaniyet ve ehliyete burada pek dikkat edilmez. Üye sayısı az olan sendika bu duruma isyan eder durur. Her çıkan yönetmelikte soluğu mahkemelerde alır, bu haksızlık diye. İktidardaki sendika ise işini yaptırmaya devam eder. Ne zaman ki sendikanın yakın olduğu iktidar muhalefete düşerse sendika da en fazla üyeyi kaybeder. Öbür gelen partinin sendikası bu sefer en fazla üyeye sahip olur. O da daha önce karşı çıktığı yönetmeliklere göre kendi adamlarını bir yerlere yerleştirmeye çalışır. Dün sesini çıkarmayan sendika da soluğu mahkemede alır.
Bizdeki sendikacılık bu şekilde devam eder gider. Halinden memnun olanlar yönetimde olanlar ve bir yerlere gelenlerdir. Makam, mevkiler bunlar arasında dolaşır durur. Üye aidatlarından da bunlar faydalanır. Onlar istediği şekilde usulüne uydurarak harcamaya devam eder. Sendika yönetiminde dura dura çevresinde tanınır, bir müddet sonra milletvekilliğine çıkar.
Üye sayısı fazla olan sendika yeni üye için pek dolaşmaz. Nasılsa kendi partisi iktidarda olduğu müddetçe kendisi ve sendikası zirvede olmaya devam edecektir. Muhalefette olan sendika ise kapı kapı dolaşır. Hem yeni üye kazanmak hem de eski üyeleri korumak için. Zirvede olan sendikanın burnu havadadır. Çünkü üye zaten oturduğu yerde gelmektedir. Ayrıca çalışmasına gerek yoktur.
Hasılı bizim ülkemizde yapılan sendikacılık sarı sendikacılıktır. Herhangi bir şey üretmez. Kendi üyelerinin sırtına basarak devletten aldığı aidatlarla beraber bazıları makam, mevkiye sahip olur. Şan ve şöhrete kavuşur. Üye sayısı arttıkça kendi başarısı sanır... 25.10.2016
Dinin muhabbetini seviyoruz...
Sizi bilmem ama ben nasıl bir dine inandığımızı bir türlü çözemedim gitti. Özden ziyade dinin teferruatıyla uğraşıyoruz gibi geldi bana.
Sorumluluk vermeyen bir dine inanıyoruz sanki. Durmadan tartışıyoruz "Kıyametin alametleri var mı, yok mu? İsa gelecek mi, Mehdi kimdir. . ." gibi konulara giriyoruz. Kıyametin alametleri vardır, şunlardır diyenler eleştiriliyor, yoktur diyenler de... Aslında var desek de bize faydası yok, yok desek de. Konuştuğumuz bu tür konular ne imanî bir meseledir, ne ibadet konusuna girer, ne de ahlaki bir konuya taalluk ediyor. Yaptığımız sadece var-yok tartışması. Tartışanların hiçbiri de doğruyu bulmak için tartışmıyor. Amaç karşı tarafı alt etmektir, vakit geçirmedir. Bu konuda hadisler var diyenler bir tarafta, diğer tarafta ise adı geçen hadisler mevzu diyenler. Sonucunda da biri diğerine gelenekçi, diğeri de öbürünü hadis düşmanı olarak görmeye başlıyor. Aslında dini yaşamaktan ziyade muhabbetini seviyoruz. Yaptığımız her bir muhabbet, sonucunda da kırgınlıklara sebebiyet vermektedir. Ne işin uzmanları bu konuda doyurucu açıklama yapıyor, ne de yetkililer. Konuşanlar ve dinler görünenler körler ve sağırlara oynuyor.
2000 öncesi Hayrettin Karaman bir gazetede iki gün boyunca İsa-Mesih'in geleceğini yazdı. Yazıdan bir-kaç gün sonra içlerinde Hayrettin Hoca'nın da olduğu bir kaç tane bilim adamını İsa-Mesih konusunu tartışmak için bir TV programında izledim. Konuşmacılar Hayrettin Karaman'a: "Hocam siz İsa-Mesih'in geleceğini yazdınız, nasıl böyle bir şeyi söylersiniz" dediler. Hayrettin Hoca: "Ben de gelmeyeceğini biliyorum. Doğrusu da bu. Ben kültürümüze girmiş İsa-Mesih olayını anlattım. Bu konudaki hadislerin zayıf ve mevzu olduğunu söylüyorum. Kültürümüze girmiş olan bu İsa-Mesih konusu yazıla, çizile tevatür derecesine ulaşmıştır.." şeklinde bir açıklama getirdi yazdığı yazılara.
Türkiye'de din konusunda uzman olduğunu düşünüyorum Sayın Karaman'ın. Konuşmasında İsa-Mesih diye birinin gelmeyeceğini belirtiyor. Şimdi Hayrettin Hoca, hadisleri inkar mı ediyor? İnkar ettiği falan yok. O zaman kafamızda oluşturduğumuz mehdi, Mesih düşüncesinden kurtulmak lazım. Yok, geleceğine inanıyorsanız saygı duyarım. Ama aynı saygının 'gelmeyecek' diyenlere de gösterilmesini istiyorum.
Kıyamet bir defa gaybi bir konudur. Yani gelecek bilgisini ifade eder. Kur'an'da kaç defa Allah, peygamber diliyle: "Ben gaybı bilmem...ben de sizin gibi bir insanım" derken bize ne oluyor da gelecek bilgisini peygambere söyletiyoruz. Kur'an'da kıyametin kopuş sahnelerinden kesitler görürüz farklı ayetlerde. Aniden ve ansızın olacağını, habersiz olacağını ifade etmektedir. Aniden-ansızın olacak olan kopuşun alameti olur mu Allah aşkına! Kıyameti Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceği belirtiliyor. Ne peygamber ne de melek...kimse bilmiyor. Kıyametin şartları oluşmuştur deniyor ayette. Nedense gizemli hayatı, gaybi konuları konuşmayı seviyoruz. Herkes neye inanacağını kendisi bilir. Ama hiç kimse "Gaybı bilmiyorum" diyen Hz Muhammed'i, gelecek bilgisi olan kıyametin alametlerini söyletmeye alet edemez. Bu, bize faydası olmayan netameli konunun mutlaka vuzuha kavuşturulması gerekiyor.
Ehli, bu konuları konuşmadıkça: "Ben mehdiyim, İsa-Mesih'im..." diyen insanlarla muhatap olacağız daha çok. Bu şekil din tacirleri her devirde çıkmaya, arkasından binleri sürüklemeye çalışacaktır. Aklımızı başımıza alalım. Başka kültürlerden bizim kültürlerimize gelen düşünceleri din diye insanlara anlatıp onları aldatmayalım.
Nasıl ki depremler önceden bilinemiyorsa kıyametin de ne zaman kopacağı asla bilinemez. Kıyametin ne şekilde olacağını merak ediyorsak beklenen saatin bir provası olan depremlere bir göz atalım.
Eğer dinimizi seviyor, onun dediği gibi yaşamak istiyor ve ahiret hayatının mutlaka olacağına inanıyorsak -ki inanıyoruz- kitap ve sünnet çerçevesinde ahiretimize azık hazırlamaya bakalım. Biz gelecekte olacak olan şeylerden sorumlu değiliz. Zaten öldük mü bizim için kıyamet kopmuş demektir. 25/10/2016
Sorumluluk vermeyen bir dine inanıyoruz sanki. Durmadan tartışıyoruz "Kıyametin alametleri var mı, yok mu? İsa gelecek mi, Mehdi kimdir. . ." gibi konulara giriyoruz. Kıyametin alametleri vardır, şunlardır diyenler eleştiriliyor, yoktur diyenler de... Aslında var desek de bize faydası yok, yok desek de. Konuştuğumuz bu tür konular ne imanî bir meseledir, ne ibadet konusuna girer, ne de ahlaki bir konuya taalluk ediyor. Yaptığımız sadece var-yok tartışması. Tartışanların hiçbiri de doğruyu bulmak için tartışmıyor. Amaç karşı tarafı alt etmektir, vakit geçirmedir. Bu konuda hadisler var diyenler bir tarafta, diğer tarafta ise adı geçen hadisler mevzu diyenler. Sonucunda da biri diğerine gelenekçi, diğeri de öbürünü hadis düşmanı olarak görmeye başlıyor. Aslında dini yaşamaktan ziyade muhabbetini seviyoruz. Yaptığımız her bir muhabbet, sonucunda da kırgınlıklara sebebiyet vermektedir. Ne işin uzmanları bu konuda doyurucu açıklama yapıyor, ne de yetkililer. Konuşanlar ve dinler görünenler körler ve sağırlara oynuyor.
2000 öncesi Hayrettin Karaman bir gazetede iki gün boyunca İsa-Mesih'in geleceğini yazdı. Yazıdan bir-kaç gün sonra içlerinde Hayrettin Hoca'nın da olduğu bir kaç tane bilim adamını İsa-Mesih konusunu tartışmak için bir TV programında izledim. Konuşmacılar Hayrettin Karaman'a: "Hocam siz İsa-Mesih'in geleceğini yazdınız, nasıl böyle bir şeyi söylersiniz" dediler. Hayrettin Hoca: "Ben de gelmeyeceğini biliyorum. Doğrusu da bu. Ben kültürümüze girmiş İsa-Mesih olayını anlattım. Bu konudaki hadislerin zayıf ve mevzu olduğunu söylüyorum. Kültürümüze girmiş olan bu İsa-Mesih konusu yazıla, çizile tevatür derecesine ulaşmıştır.." şeklinde bir açıklama getirdi yazdığı yazılara.
Türkiye'de din konusunda uzman olduğunu düşünüyorum Sayın Karaman'ın. Konuşmasında İsa-Mesih diye birinin gelmeyeceğini belirtiyor. Şimdi Hayrettin Hoca, hadisleri inkar mı ediyor? İnkar ettiği falan yok. O zaman kafamızda oluşturduğumuz mehdi, Mesih düşüncesinden kurtulmak lazım. Yok, geleceğine inanıyorsanız saygı duyarım. Ama aynı saygının 'gelmeyecek' diyenlere de gösterilmesini istiyorum.
Kıyamet bir defa gaybi bir konudur. Yani gelecek bilgisini ifade eder. Kur'an'da kaç defa Allah, peygamber diliyle: "Ben gaybı bilmem...ben de sizin gibi bir insanım" derken bize ne oluyor da gelecek bilgisini peygambere söyletiyoruz. Kur'an'da kıyametin kopuş sahnelerinden kesitler görürüz farklı ayetlerde. Aniden ve ansızın olacağını, habersiz olacağını ifade etmektedir. Aniden-ansızın olacak olan kopuşun alameti olur mu Allah aşkına! Kıyameti Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceği belirtiliyor. Ne peygamber ne de melek...kimse bilmiyor. Kıyametin şartları oluşmuştur deniyor ayette. Nedense gizemli hayatı, gaybi konuları konuşmayı seviyoruz. Herkes neye inanacağını kendisi bilir. Ama hiç kimse "Gaybı bilmiyorum" diyen Hz Muhammed'i, gelecek bilgisi olan kıyametin alametlerini söyletmeye alet edemez. Bu, bize faydası olmayan netameli konunun mutlaka vuzuha kavuşturulması gerekiyor.
Ehli, bu konuları konuşmadıkça: "Ben mehdiyim, İsa-Mesih'im..." diyen insanlarla muhatap olacağız daha çok. Bu şekil din tacirleri her devirde çıkmaya, arkasından binleri sürüklemeye çalışacaktır. Aklımızı başımıza alalım. Başka kültürlerden bizim kültürlerimize gelen düşünceleri din diye insanlara anlatıp onları aldatmayalım.
Nasıl ki depremler önceden bilinemiyorsa kıyametin de ne zaman kopacağı asla bilinemez. Kıyametin ne şekilde olacağını merak ediyorsak beklenen saatin bir provası olan depremlere bir göz atalım.
Eğer dinimizi seviyor, onun dediği gibi yaşamak istiyor ve ahiret hayatının mutlaka olacağına inanıyorsak -ki inanıyoruz- kitap ve sünnet çerçevesinde ahiretimize azık hazırlamaya bakalım. Biz gelecekte olacak olan şeylerden sorumlu değiliz. Zaten öldük mü bizim için kıyamet kopmuş demektir. 25/10/2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)