Günlük hayatta çeşit çeşit insanlarla karşılaşırsınız. Bu da doğaldır. Çünkü Allah insanları farklı farklı yaratmıştır. Hepsine eyvallah! Ama bir tip vardır ki gördükçe hayret edersiniz. Ben bu tiplere doğuştan yorgun tipler diyorum. Ben özelliklerini söyleyeyim. Siz ne isim verirseniz verin.
Yaptığı işi gözünde büyütür. Kendi yaptığı işi dünyanın en önemli ve en zor işi olarak görür. İşini gözünde büyüttükçe hayatı kendisine ve çevresine zindan eder. Ne kendisini mutlu eder ne de etrafını. Ne kendi güler ne de çevresi. Yaptığı işin zorluğuna kendisini inandırmıştır. Sırada diğer insanlar vardır ikna edeceği. Onları ikna edince biraz keyfi yerine gelir. Çünkü bu durumda kimse ona iş vermez, iş yapması beklenmez. Hep kendisine yardım edilmesini bekler. Kendisi bir başkasına asla sadra şifa olmaz. Çünkü zaten derdi başından aşkındır. Herkesin yaptığı işler ona dağ gibi gelir: Ütü yapması bir derttir, yemek yapması zaten bir meşakkattir. İşe gitmesi ayrı bir dert, işten gelmesi sıkıntı. Yürümesi bir sorun, çocuğu varsa ona bakması, uyutması, bezini değiştirmesi, giydirmesi...vs mübarek sanki bu dünyaya iş yapmaya gelmiş. Şu dünyada iş yapması olmasa aslında yaşanacak alemdir ona göre. gezecek, tozacak, oturup kalkacak. Yiyeceği lokmayı da biri bölüp parçalasa, ağzına verse, aldığı nefesi bir başkası alıverse aliyyül a'la olur aslında.
İş yapmaya gönlü yoktur böylelerinin. Aslında maharetlidir. Daha şu şu işleri yapacağım diye sayar durur. Kafasında sayıncaya kadar kalkıp yapıverse problem gidecek. Ama sorun beyinde bitirmekte. Tembel, üşengeç ve rahatına düşkün olduğu için hep kaçak güreşir. Böylelerinin beyni yorgun aslında. Beyin nakli imkanı olsa da bu tiplerin beyinlerini değiştirmekle işe başlamak lazım.
Konya'ya nakil geldiğim yıl kafamı sokacak bir ev nasip olmuştu. Doğal gaz döşenmesi için apartmana öncülük yapmak istedim. Sakinlerden çoğunluğu kiracı idi. Yönetici olmamama rağmen Konya'nın değişik yerlerinde ikamet eden ev sahiplerine ulaştım, durumu izah ettim. Bir tanesine ulaşamadım, evi nerede onu da bilmiyordum. Kiracısına ev sahibi ile görüştür dedim bir kaç defa. Bugün, yarın derken uzadı iyice. Sonunda kadına dedim: Kardeş, şu ev sahibinin adresini ver, bir görüşeyim dedin. Bana: "Kirayı yeni verdim, diğer aya kadar gidemem, öbür ay söyleyeyim" dedi. Telefonunu ver dedim. Telefonu bende yok dedi. Adresini ver dedim. Adresini de bilmiyorum dedi. Evini tarif ediver, ben gidip geleyim dedim. Evi uzak dedi. uzak olsun. Allah rızası için ne olur evini söyle dedim. Nihayet evi tarih etti. Apartmanımla ev sahibinin oturduğu apartmanın arası inanın 150 metre yoktu. Aynı sitenin farklı binasındaymış. bana göre 150 metre çok yakın bir mesafeydi ama kadına göre çok çok uzak bir mesafeydi anlaşılan. Kadın göründüğü kadar çok kötü niyetli biri değil. Yalan söyleyecek kapasitesi bile yok. Demek ki o 150 metrelik mesafe ona dağ gibi geliyordu.
Ruhen ve bedenen yorgun olan bu tiplerin samimi olduklarına inanıyorum. İşim çok diye korktukları kendi beyinlerinde oluşturdukları içinden çıkılmaz algıdan ibarettir. İşleri zor gerçekten. Tedavisi de olacağını sanmıyorum. Allah bunlara yardım etsin. 23/10/2016
23 Ekim 2016 Pazar
Kazalarda soğukkanlı olabilmek
2000 öncesi idi sanırım. "B" sınıfı bir ehliyet almak için müracaat etmiştim. Bizden öncekilerin ehliyetleri eve teslim yapılırken ilk defa bizde kurs zorunluluğu getirildi. O kadar ciddiye alındı ki İlçe milli eğitim müdürü hafta sonu kurs merkezine gelerek bizzat kendisi yoklama alıyordu.
Kurs sahibi ve kurs öğreticilerinin iki sözlerinden biri "Bu sınavda asla yardım edilmeyecek, sınavdan kalabilirsiniz" şeklinde aba altından sopa gösteriyorlardı. Arabam yok, illaki ehliyetim olacak diye bir iddiam yoktu, ama görev yaptığım okulda dersine girdiğim bir öğrenci de vardı kursiyer olarak. Sınavı geçemesem öğrencimin yanında mahcup olmak da vardı. hele bir de okula gelip "Hocamız geçemedi, ben geçtim" derse yandın oğlum Ramazan dedim. Sürücü kursunun verdiği kitaba iyi bir çalıştım mecburiyet karşısında.
Sınav günü geldi çattı. Sınavı yaptım çıkacağım zaman cevaplar söylenmeye başladı. Oturdum, seçeneklerimi kontrol ettim. Bir seçeneğin dışında bütün seçenekler doğru idi. Söylediğiniz ilk sorunun cevabı yanlış, "B" değil, "C" olacak dedim. "Ben ne bileyim kardeşim, bana verilen seçenekler bunlar" dedi başımızdaki gözetmen. Yaptığım seçenekleri hiç düzeltmeden cevap anahtarını verip çıktım. Trafik ve İlk Yardım dersinden 100 almıştım, Sağlık Bilgisi sanırım 98, Motor ise 92-94 idi sanırım. Yazılıyı geçtim, en azından öğrencimin yanında mahcup olmamıştım.
Direksiyon sınavına hazırlamak için araba sürmeyi bilmeyen benim gibi 3-4 kişi vardı. Kurs merkezi bizi trafik eğitiminin yapıldığı piste götürerek arabayı kaldırmayı, belli bir süre götürmeyi ve durdurmayı öğretti.
Direksiyon pistine gitmek için kurs merkezine gittim. Benimle beraber aynı araca bizi sınav yapacaklar da bindi. Sessiz bir şekilde ilerliyoruz. Hem sessizliği bozayım, hem de şaka yapayım diye aracı süren kurs sahibine: "Direksiyon hangisi idi" diye sordum. şakadan anlayanın hali başka: "Unuttun mu hocam, işte şu" diyerek vitesi gösterdi. Yanımızdakilerin ciddiyetine rağmen kurs sahibiyle gülüştük.
Heyecanla piste vardık. Biz varırken çoğu polis nezaretinde önce gelenler imzasını atıp gidiyorlardı. Polisler bana da "İmzanı at" dedi. Tam imzamı atacağım zaman aynı araçla geldiklerimden biri: "Daha araba sürmeyi bilmeyenler var, nereye gidersiniz" diye itiraz etti. Bu ses oradaki herkeste bir soğuk duş etkisi yaptı. Kimse ne diyeceğini bilemedi. Polis: "Giden gitti" diyebildi. Ben benimle beraber gelen sonradan bizi sınav yapacak kişiler olduğunu öğrendiğim kişilere dönüp: "Sizin kastettiğiniz kişi galiba benim, buyurun aracıma, süreyim" dedim. hazır bekliyorlarmış, araca bindiler. Sür dedikleri yere kadar sürdüm. Sonra geri geldim. "Yeter mi" dedim. "Tamam" dediler, sonra arabayı park edip imzamı attım ve oradan ayrıldım. Bir kaç ay sonra gerekli evrakı hazırlayarak ehliyetimi alabildim. Arabam yoktu ama bir gün nasip olur inşallah dedim kendi kendime.
Niyetim ehliyeti nasıl aldığım değildi. Sağlık Bilgisi dersini bir eczacı veriyordu kurs merkezinde. "Kaza anında soğukkanlı olmak lazım, panik olmamalı..." şeklinde dersini işlerken parmak kaldırdım: "İyi de hocam kaza olduğu zaman soğukkanlı olmayı bizim toplum pek kabullenmez. üzüldüğümüzü belli etmek için mutlaka iki elimizi dizlerimize vurup bir o yana bir bu yana koşmamız lazım, yoksa bizi ayıplarlar" demiştim. Bu vesileyle ölümüne derse gelen kursiyerler biraz gülümsemişlerdi. Hoca da hak verip: "Maalesef bizde öyle, ellerini yana vurmazsan üzülmüyor" muamelesi görürsün, demişti.
21/10/2016 günü okuldan geldikten sonra evde abdestimi alıp camiye gitmek için evden hareketlendiğimde ani fren yapan bir araç sesini duyunca, kaza oldu sanırım dedim. Caddeye çıktığımda kalabalığı görünce kaza olduğunu anladım. yanlarına vardığım zaman ambulans da gelmişti bu arada. İhtiyar bir amcaya vurmuştu bir taksi. Amcanın bastonu kırılmış, kendisi ise bastonunu da bırakmamış yerde oturuyordu sersem bir şekilde. Bir evden bir hanımefendi bir bardak su getirdi. Amca suyu içti. Bu arada oğlu olduğunu sonradan anladığım amcanın evladı geldi. Anlaşılan telefon açılmıştı kendisine. Babasına: Nasıl oldu, geçmiş olsun, ağrıyan ve sızlayan bir yerin var mı" demeden, "Sana kim vurdu" dedi. İhtiyar amca, elinden bırakmadığı kırık bastonuyla vuranı işaret etti. Oğlu hemen adama yöneldi, yakasından tuttu, bir kaç el salladı. Bekleşenler neye uğradığını şaşırdı, kısa bir duraklamadan sonra kazayı gören birkaç kişi araya girip kavganın büyümesine engel oldu. Bir kaç yumruk yiyen sürücü ise: "Arkadaş ben kaçtım mı sanki" diyebildi. Uzaklaştırılan babanın evladı ise: "Daha sana göstereceğim" diye elini sallıyordu durmadan.
Kalabalık durmaya devam ederken camiye doğru yöneldim. Kazazedenin evladının yaptığını görünce 15-20 önce ehliyet kursunda Sağlık hocasının: "Soğukkanlı olmak lazım" sözü aklıma geldi. Hata sürücü de miydi, yoksa görünüşünden yürümekte zorlanan amca da mı idi bilmem. Ama olan olmuş, şükür ölen yok. Herkes ayakta. Böyle bir durumda oğlu yangına körükle gitmeye devam ediyor. Güya babasını korumuş olacak. Madem bu kadar babanı düşünüyorsun, bu yaşlı amcayı kendi başına camiye niye gönderdin, yanında ya da peşi sıra niye gitmedin dedim kendi kendime camiye girerken. Nedense sorunlarımızı şiddet uygulamadan halledemiyoruz. Ufacık bir kaza, büyük yaralar açabilirdi.
Her birimizin bu şekilde veya daha büyük kazalara sebebiyet verebiliriz. Bu tür durumlarda Sağlık hocamızın dediği gibi "Soğukkanlı olmak" lazım vesselam!.. 23/10/2016
Kıssadan hisse...Arpa ve saman*
Eski Ramazanlardan birinde iki arkadaş adet olduğu üzere Anadolu köylerine ramazan hocalığı yapmaya çıktılar. Rahat birer köy bulmak için yollarına devam ederken bir akşam vakti yolları üzerindeki bir köyde misafir oldular.
Ev sahibi köylü irfan sahibi, umur görmüş biriydi iki arkadaş akşam namazı yaklaştığı için, hazırlanmak istediler. Biri abdest almak için dışarı çıktı. Ev sahibi köylü içeride kalana sordu. Arkadaşının tahsili, terbiyesi yeterli midir. Kur'an'ı iyi okur mu, tefsir ve hadis öğrenmiş midir? Odada kalan cevap verdi. Yok canım, ne tahsil ve terbiyesi, ne ilmi? Eşeğin biridir, bir şeyden anlamaz biraz şarlatandır, ona güveniyor.
Bu arada dışarı çıkan içeri girdi ve içerideki dışarı çıktı Köylü içeri girene de arkadaşı için aynı soruyu sordu O da arkadaşı için şöyle dedi. Sığırın biridir İlim ve edepten hiç nasip almamıştır İstanbul'da boşuna kaldırım çiğnemiştir.
İki arkadaşın hazırlanması bitince birlikte akşam namazı kıldılar. Namazdan sonra ev sahibi akşam yemeği getirdi ve iki arkadaşı sofraya buyur etti. Sofrada ağzı kapalı üç tabak yemek vardı. Ev sahibi bunlardan ikisini birer tane önlerine, diğerini de kendi önüne koydu. "Haydi buyurun" deyince herkes önündeki tabağı açtı. İki arkadaştan birinin tabağında arpa diğerinin tabağında saman vardı. Ev sahibi köylünün tabağında ise nefis bir tas kebabı bulunuyordu iki arkadaş şaşırdılar, kızarıp bozardılar. Ev sahibi onların bir şey söylemesine fırsat bırakmadan durumu aydınlatmaya başladı. Önce önünde arpa olana dönüp şöyle dedi. Arkadaşın senin için eşeğin biridir dedi. Bunun için sana arpa koydurdum. Çünkü bir kimseyi en iyi arkadaşı tanır. Kişiyi arkadaşından sorarlar. Sonra önünde saman olana döndü. Senin için de arkadaşın "sığırdır" dedi. En iyi sığır yiyeceği saman olduğu için senin tabağına da saman koydurdum.
Buyurun, afiyet olsun, dedi.
*Hikayeden çıkardığım sonuç; bir evde misafir olduğumda lavaboya çıkmamak. 23/10/2014
"...Nerede o eski öğretmenler..."
Eğitimde sorunumuzun olduğu herkesin malumu. Bunda hemfikiriz. Bir yerde sorun varsa sorunu çözmekten ziyade bir yılan başı ararız. Bulduk mu vururuz abalıya. Keyfimize diyecek olmaz o zaman. Bu şekilde sorunu çözmüş gibi oluruz.
Gözlemlerime göre bakanlık, yetkililer, veli, öğrenci ve halk nezdinde sorun olarak öğretmen görünmektedir. Herkesin ortak algısı, eskiye oranla maddi ve manevi imkanlar var. Okumaya önem veriyor herkes. Kimse eğitimde tasarruf yoluna gitmiyor. Bunca imkanın sağlandığı eğitimde beklenen başarı bir türlü gelmiyor. Eskiden kıt imkanlarla başarı geliyordu da şimdi gelmiyorsa o zaman geriye kim kalıyor? O zaman öğretmenler yetersiz... şeklinde ardı arkası kesilmeyen eleştiriler gelmeye devam ediyor.
Gerçekten eğitimimizin sos vermesinin sebebi nedir? Sorumlu tek başına öğretmen midir? Öğretmen sorumlulardan sadece bir tanesidir zannımca.
Nerede o öğretmenler sahi!.. diye başlarız söze. Ardından bugünkü öğretmenlere döndürürüz keserin ucunu. Evet eskiye oranla öğretmenlerde mesleğiyle ilgili bir itibar kaybı söz konusu. Bunun sebepleri üzerine yoğunlaşmakta fayda vardır. İtibar kaybında öğretmenlerin de payı vardır. Bu itibar kaybının tek nedeni başlı başına öğretmenin kendisi değildir: Yazılı ve görsel medyanın, Bakanlığın, vatandaşın, milli eğitim yöneticilerinin, veli ve öğrencilerinin de payı vardır. Öğretmenler üzerine oluşmuş epey bir algı/tespit vardır. Bu algı ve tespitlerin bir kısmı doğru olmakla beraber bir kısmı da dezenformasyondan ibarettir. Eğitimdeki tüm suçu öğretmene yıkmak gerçekle bağdaşmaz. Eğer tüm suçu öğretmene yıkarak eğitim düzelecekse buyurun hep birlikte öğretmenin üzerine yıkalım bu başarısızlığı.
Eğitim ve öğretimdeki başarısızlığı eleştirmek ve suçlu aramaktan ziyade ilk önce 80'lerden sonra toplumun tüm kesiminde gözle görülür bir şekilde hayat standardı, yaşayış, hayata bakış ve değer yargılarında tümden değişmeler meydana gelmiştir. Bu değişimi hesaba katmadan elde edeceğimiz sonuç sağlıklı olmaz. Toplumun tüm kesiminde isteyerek veya istemeyerek meydana gelen bu değişiklik ister istemez öğretmenlerde de bir değişikliğin olmasına zemin hazırlamıştır. 80'lerden önce hemen herkeste bir ideal vardı bir defa. Her sorumlu makamdaki kişinin birinci önceliği vatana hizmet idi. 80 sonrası bu mantalite dumura uğradı: Artık herkes ilk önce can demeye başladı. Yaptığım hizmetten ilk önce vatandan ziyade kendim faydalanmalıyım. Daha konforlu yaşamalıyım düşüncesi hakim oldu.
Şimdi eğitimdeki başarısızlığın nedenleri üzerinde durmak istiyorum:
1. Her kesimde olduğu gibi öğretmenlerde daha konforlu yaşayayım düşüncesiyle ek işe yöneldi. Çoğu etüt merkezlerinde, kurslarda çalışmaya ve özel ders vermeye başladılar. Devlet okulunda vermekle yükümlü olduğu dersten daha fazlasını kurumu dışında vermek suretiyle eforunu çalıştığı yerin dışında tüketmeye başladı. Tabir yerinde ise öğretmenler "Tam Gün Yasası" çıkmadan önceki doktorların durumunu yaşıyor. Branşı özel ders vermeye, etüt merkezlerinde çalışmaya müsait değilse gayri resmi emlakçilik, oto galericilik yapmaya başladı. Kimi de eşinin veya ailesinin işinde çalışmak suretiyle kendisine bir meşgale bulmuştur. Bazısı da hiç yapamazsa besicilik yapma yoluna gitmektedir. Kimi ziraatla uğraşmakta, kimi de pazarlamacılık yapmaya başladı. Hatta eşi adına açtığı iş yeri işletenler bile var. İstisnalar kaideyi bozmaz ama bir koltukta iki karpuz taşınmıyor maalesef. İkinci işine ağırlık veren birinci asil işini ihmal edebiliyor. Ek işinde yorulan devlet işinde dinlenme yoluna gidiyor. Öğretmenliğin dışındaki ek işler öğretmenin dersine hazırlıksız gitmesine sebebiyet verir oldu.
2. Öğretmenin okulunda tüm gün bulunmaması yine öğretmenin itibarını halk nezdinde düşürmektedir. Çünkü kimi okullar ikili öğretim yapıyor. Böylece öğretmenin yarım günü boşa çıkmaktadır. Ya da çalıştığı okulda ve eğitim bölgesinde yeterince girebileceği ders yükü olmadığından haftanın her günü okula gidememektedir. Kendisini boşlukta bulan öğretmen ya ikinci bir iş yoluna gidiyor, ya da ev-çarşı arasında mekik dokumak suretiyle sürekli halkın arasında gezince insanlar bu öğretmenler de hep boş duruyor denmesine sebebiyet verilmektedir.
3. Öğretmenin 15 günü ocakta, 2 ayı da yazın olmak suretiyle yaptığı 2.5 aylık tatil herkesin gündeminde. Ağzını açan "Öğretmenler 3-4 ay tatil yapıyor" demeye başlıyor. Okulların kapanacağı son haftalarda çocuğunun okula gelmemesini veliler ve esnaf öğretmeni de tatil yapıyor algısına itmektedir. Vatandaş uzun tatil imkanı veren Bakanlığa serzenişte bulunacağı yerde öğretmene kızıyor. Devlet çalışma şartlarını düzenledi, tatili kısalttı da öğretmen mi karşı çıktı anlamakta zorlanıyorum gerçekten.
4. Hiç olmadığı kadar öğretmenlik şeffaf hale geldi: Öğretmen kimsenin çalışma şartlarını ve aldığı maaşını, kazancını ve yan ödemesini bilmediği halde her kesim öğretmenin maaşının ne kadar olduğunu, ek dersini ne zaman alacağını, eylül ayında aldığı 'Eğitim ve öğretim ödeneğini' ve hangi ayda maaşına zam geldiğini, ne zamandan itibaren enflasyon farkı alacağını bilir oldu. Öğretmenlikteki gizemlilik kalktı. Herkes öğretmenin ne yapamayacağını, ne yapması gerektiğini bilir ve öğretmene öğretir noktasına geldi. Çünkü eğitimin görünen yüzünde hep öğretmen vardır.
5. Eski öğretmenini özlemle yad edip "Nerede o eski öğretmenler" diyen veli, "Nerede o eski öğrenciler" demeyi ihmal ediyor. Dün çocuğunu "Eti senin kemiği benim" diyen veli bugün: "Çocuğuma yan bakan karşısında beni bulur noktasına geldiğini unuttu maalesef. Dün eğitimdeki başarısızlığı kendi çocuğunda bulan veli bugün suçu öğretmene atma yoluna gidiyor: "Aslında çocuğum çok zeki, ama okulda ve öğretmende iş yok" diyerek egosunu tatmin etme yoluna gidiyor.
6. Herkes her türlü sorumluluğu öğretmene yüklüyor... Çocuk ders çalışmayacak, okulda ve sınıfta dersin işlenmesini engelleyecek...ne yapıp edip öğretmen iyi ders işleyecek, sınıfı susturacak. Susturma esnasında çocuğa hiçbir şey yapamayacak. Öğretmen hiçbir ceza vermeden tüm maharetini gösterecek. Yani ağzıyla kuş tutacak. Çocuğa bilgi öğretecek, çocuğu uçuracak yani. Asla sınıfta bırakamayacak. Hiç yetkisi olmayan etkisiz eleman olacak ama başarı sağlayacak.
7. Öğretmenlikteki gizemlilik ortadan kalktı...Eskiden öğretmenin sayısı az idi, maaşı az da olsa değerliydi. Şimdi her evde neredeyse bir öğretmen var. Eskiden öğretmen bilginin tek kaynağı idi. Saman kağıdından yapılma deftere ne yazdırırsa bilgiye susamış, hevesliler tarafından ezberlenip yutulurdu neredeyse. Yani bilgiyi öğrenci ilk defa öğretmeninden duyar ve öğrenirdi. Şimdi öğrenci bilgiyi daha okula gelmeden evinden, özel dersten, etüt merkezinden, sanal alemden, yardımcı kaynaktan... öğrenerek geliyor. Ya da öğrenci dersi tam dinlemiyor, nasılsa ben bu bilgileri falan yerden öğrenirim diye düşünüyor. Öğretmenlerin yapması gereken resmi yazılar daha öğretmenlere ve okul idaresine gelmeden sanal alemden, yazılı ve görsel medyadan sağır sultan duyuyor...öğretmen para toplayamaz, yardımcı kaynak aldıramaz, çocukların kulağını çekemez...vs.
8. Bir okulda öğretmen bir hata yapsa veli, vatandaş okulu basar. Görsel ve yazılı medya okulu ve öğretmeni haber konusu yapar. Cumhuriyet savcılığı harekete geçer...Hep birlikte bu öğretmene had bildirilmeye çalışılır. Kimse çalışma şartlarını, ortamı hesaba katmaz. Veli evinde iki çocuğuna sahip çıkamaz, durdurmakta zorlanır. Gerekirse çoluğunu, çocuğunu kırar geçirir. Ama okulda öğretmen eli kol bağlı olacak. Elindeki sihirli değnekle her şeye hakim olacak.
9. Öğretmenin okulda yaptığı bir hareket aynı günde öğrenci sayısınca bir çok eve yayılır. Veli okulu ve öğretmeni çocuğunun ağzıyla tanır ve ona göre yargılar.
10. Öğretmen yardımcı kaynak aldırsa da suçludur, aldırmasa da. Aldırsa aldırıyor denir, aldırmasa "Bu adam niye aldırmıyor" denir.
11. Çocuğu başarılı olan veli kerameti çocuğunda bulur, başarılı olmayan ise tüm suçu öğretmene atar.
12.Mevzuatta, eğitim sisteminde yapılan değişikliklerden en büyük darbeyi öğretmenler yer. Vatandaştan gelebilecek her türlü eleştirilere öğretmenler muhatap olur. Bir sistem daha oturmadan diğer sisteme geçilmektedir.
13. Öğretmen önüne gelen hiçbir öğrenciyi eleme yoluna tabi tutmadan mezun etmek zorundadır. Okulun altını üstüne getiren ile örnek öğrenci aynı okul ve aynı sınıf ortamında mezun edilecektir. Ben okumayacağım diye bar bar bağıranları bile "Sen okuyacaksın yavrum" demek zorundadır. Çürükleri ayıklamadan aldığı gibi mezun etmelidir.
14. Okullardaki sık sık öğretmen ve idareci değişimi de yine eğitim ve öğretimdeki başarısızlığı getiren etkenlerden biridir. Eskiden yaz döneminde bir defa yapılan yer değişimi neredeyse tüm yıla yayılmıştır. Bir seyir oyunu olan futbolda bile oyuncu maçlar başlamadan aylar öncesinden satın alınır, takıma monte etmeye çalışılır, uyum süreci atlatılmaya çalışılır. Okullarda ise dönem içerisinde sürekli değişikliğe gidilmektedir. Öğretmenin bir okula uyum süreci nedense dikkate alınmaz.
15. Öğretmen alımında sürekli olan belirlenmiş bir atama kriteri yoktur. Bakanlığın plansızlığını nedense hep okullar çeker. Bakanlığın yıllara göre branş bazında bir öğretmen planlaması yoktur. Üniversiteler durmadan mezun vermektedir. Dışarıda atanmayı bekleyen binlerce alternatifi var öğretmenin. Bir defa alternatifi olan bir mesleğin asla itibarı olmaz. Şimdilerde her branştan fazla mezun atanmayı beklerken Bakanlık dünkü öğretmen ihtiyacını alan değişikliği, ücretli öğretmen, sözleşmeli öğretmen, alanı dışından atamak suretiyle gidermeye çalıştı. Haftalık ders saatlerinde yapılan sık değişiklik bazı branşlarda fazlalığa sebebiyet verirken bazılarında da ihtiyacın doğmasına sebep oldu. Çocuğu iyi bir bölümü kazanamayan vatandaş: "Okusun, hiçbir şey olamasa öğretmen bari olur" düşüncesiyle hareket eder oldu.
16. Bir çok öğretmen okumuyor, 4-5 yılda fakülteden öğrendiğine hiç ilave yapmadan emekli oluncaya kadar öğretme yoluna gidiyor.
17. Bakanlık, MEM yetkilileri ve vatandaş okullarda her türlü etkinlik olsun, okullar sadece akademik başarıya odaklanmamalı, çocuklar sosyalleşmeyi okullarda öğrenmelidir, okullarda durmadan aktivite yapılmalıdır düşüncesine sahip. Okul bitince de "Sayın müdürüm, değerli öğretmenim! Nerede senin akademik başarın" diyerek hesap sorma yoluna gidiyor. İyi de siz hesap sorabilirken öğretmen size ve çocuğunuza: "Niye şu soruları çözmedi, niye çalışmadı, niye zayıf aldı" diyerek hesap soramıyor.
18. Sayıları bir milyonu bulan öğretmen camiası toplumun bir aynasını temsil eder. Bu büyük camia içerisinde her türlü insanlar görev yapabilir. Bu büyük camia içerisinde öğretmenlik yapmaması gereken, ehil olmayan kişiler de barınmaktadır tıpkı toplumun diğer iş bölümlerinde de olduğu gibi. Diğer meslek gruplarında biri bir hata yaptığı zaman Türkiye gündemine, basın ve medyaya fazla konu olmaz. Ama bir öğretmen kazara bir çocuk dövse, çocuğun sülalesi, devlet, basın kapının ağzına birikir öğretmeni linç etmek için. Öğretmeni biri bir sapıklık yapar, o okuldaki diğer öğrenciler etkilenir mi demeden basında haber konusu yapılmaktadır. Son zamanlarda sapık ararsanız, PKK'lı ve FETÖ örgütüne mensup birilerini ararsanız bol miktarda öğretmenler arasında bulabilirsiniz. Neredeyse darbeye katılan polis ve asker unutuldu, öğretmenler hala gündemdeki yerini korumaktadır. hangi taşı kaldırsanız maalesef öğretmen çıkıyor altından. Suç makinesi mübarekler! Bu meselenin de iyice irdelenmesi gerekiyor.
19. Öğretmenin yetkililer tarafından kamuoyu önünde eleştirilmesi öğretmenlerde de motive eksikliğine zemin hazırlamaktadır.
20. Okullarda görev yapan müdür ve yardımcısının belli bir kriter konmaksızın sürekli değişikliğe tabi tutulması... Öğretmenliğinin çoğunu müdürlük yaprak geçiren, bu arada asıl mesleği öğretmenliği unutan kişilerin öğretmenliğe döndürülmesi, hiç kriter konmadan ve idarecilik tecrübesi olmayan kişilerin yönetici yapılması da öğretmenin itibar kaybına sebebiyet veren etkenlerdendir.
Öğretmenin itibar kaybetmesinin öğretmenden ve öğretmenin dışından kaynaklanan bazı nedenlerini ifade etmeye çalıştım. Daha başka nedenler de vardır mutlaka. Öğretmen itibar kazanmadan eğitim ve öğretime katkısı olamaz. Biz eğitim ve öğretimden başarı bekliyorsak öğretmenleri tu kaka yaparak bir yere varamayız. Bu günün öğretmeni dünün öğretmenine göre daha bilgili, dünün öğretmenine göre daha az okuyor. Dünün öğretmenine göre ideali kalmamış. Toplumda bilerek veya bilmeyerek oluşturulan algı onları da okul ortamından soğutmuş, uzatmalara oynamaya itmiştir. Öğretmenin her şeyden önce tıpkı öğrenci gibi motiveye ihtiyacı vardır. Nasıl ki "Tam Gün Yasası" çıkmadan önce özel muayeneden beri gelmeyen, hastanede hastalarını adam akıllı muayene etmeyen, kimsenin beğenmediği doktorlardan bugün hastanelerde fazlasıyla faydalanılıyorsa öğretmenlerden de çok iyi fayda mülahaza edilebilir. Yeter ki objektif kriterler ortaya konsun, öğretmen alımından, öğretmen nakline varıncaya kadar bir dizi değişmez kurallar konsun. Öğretmenin eğitimi başarıya götürmek için veli ve öğrenci üzerinde yaptırımı olsun, eleme sistemi uygulansın, hangi öğretmenin ne kadar süreyle nerede çalışabileceğinin kriterleri belirlensin, hangi yere, ne zaman geleceği takvime bağlansın, öğretmenin öğrencisine neyi verebildiği, neyi veremediği objektif kriterlere göre belirlensin. Öğretmene hesap sorulabildiği gibi diğer paydaşlarına da hesap sorulabilsin. Çalışan, görevini hakkıyla yapan ödüllendirilsin, Görevini savsaklayan kişi ile yol ayrımına gidilsin.
Öğretmen camiası neyi, nerede, niçin eksik yaptık bunun öz eleştirisini yapsın. Öğretmen kendi kendini değerlendirmeye tabi tutarken veli eksikliğim nedir diyebilsin, Bakanlık nerede hata yaptım, öğrenci bu başarısızlıkta benim payım nedir diyebilsin... Herkes kendini eleştirsin. İnanın, başarı kendiliğinden gelir. Yeter ki derdimiz eğitim olsun, herkes kendi işini ve üzerine düşeni yapsın, üzüm yemek olsun.
Niyetimiz üzüm yemek değil de bağcıyı dövmekse vurun abalıya...işte öğretmen burada. 22/10/2016
22 Ekim 2016 Cumartesi
"Kalan sağlar bizimdir" denilen kesim*
Çalışanların içerisinde hemen hemen herkes kendi yaptığı
işin en zor olduğunu söyler. Kendisinden başka çalışanları ise "Ne iş
yapıyorlar ki" diye değerlendirir. Hangi iş kolu daha zor bilmem. Ama
sorumluluğunu üstlenmiş bir insana her iş zordur. Mes'uliyet duygusunu
taşımayanlar için ise her iş kolaydır.
Gözlemlediğime göre mesleklerin içerisinde işi en zor
olanlardan biri de doktorların yaptığı
iştir. Çünkü sabahtan akşama işleri hep hasta iledir. Yaptıkları her muayene
mutlaka risk taşır. Bir de gece nöbet usulü çalışmaları vardır ki vücutlarının
dayanması mümkün değildir. İşi icabı hasta karşısında hep ciddi ve asık suratlı
olmak zorundadır. Çünkü karşısında hasta vardır. Gülmek ve espri yapmak mizaçları
varsa bile dudaklarını ısırmak zorundadırlar, gülemezler. Zaten potansiyel
dövülecek gruplardan birini oluşturuyorlar.
Doktorların içerisinde de çalışma şartları iyi ve rahat
olanlar vardır. Ama içlerinde tıp fakültesi son sınıf olan intern (ön hekim)
doktorlar ve uzmanlığı kazanıp herhangi bir tıp fakültesinde asistan (araştırma
görevlisi) olan doktorlar vardır. Bu iki çalışanın çalışma şartları insanın
dudaklarını uçuklatır cinsten. Nöbetçi değillerse mesaiye tabiler. Ya bir de
nöbetçi iseler sabah 08.00-17.00 çalıştıktan sonra gece sabaha kadar nöbetçi,
ardından yeni bir güne başlayıp yine akşam mesai bitimine kadar yani 31-32 saat
çalışıyorlar. Buna vücut nasıl dayanır, nasıl hastaya bakacaklar, varın
gerisini siz düşünün. Nöbetleri esnasında az bir ara bulup kestirebilirlerse
öyle zannediyorum dünya onlarındır. İçinizden çalışıyorlarsa paralarını
alıyorlar diyebilirsiniz. İnanın para ile yapılacak bir iş değildir bu. Üstelik
yaptıkları iş insan sağlığı. Dalgınlığa gelmez. En ufak bir hata insanın
ölümüne sebebiyet verebilir. Üstelik intern iken çalışma ve tuttukları nöbetten
dolayı aldıkları para bugün üniversiteye yeni başlamış bir öğrencinin aldığı
burs/krediden daha düşüktür, hastanenin bütün hamaliye işlerini de yapmalarına
rağmen.
Bildiğim kadarıyla bir polis, hastanede çalışan bir ebe,
teknisyen, tekniker, hemşire, veznede duran bir görevli 24 saat çalıştığı zaman
iki gün istirahatli oluyor. Öyle zannediyorum diğer iş kollarının bir çoğunda
da nöbet usulü varsa bu şekilde istirahat yapabiliyorlar. İş intern ve
araştırma görevlisi olan doktora gelince maalesef vurun abalıya oluyor. Üstelik
hem intern hem de asistan doktor aynı zamanda öğrencidir. Sunum yapmaları, ders
görmeleri gerekiyor. Ayrıca fırsat bulurlarsa ders çalışıp sınava da girmeleri
gerekiyor. Her alanda bol miktarda eleman iş başı yaptırılırken buralara niçin
yeterince eleman verilmez anlamakta zorlanıyorum.
Biliyorsunuz tıpta okumak isteyen bir öğrenci 18
yaşında öğrenciliğe başlıyor. En erken 24-25 yaşında okulu bitiriyor. Eğer
herhangi bir alanda uzmanlık yapmak isterse en az 4-5 sene daha okuması
gerekiyor. En erken 30 yaşında öğrenciliği bitiyor. Burada okuyan çocukların
tıbbı kazanmak için lise hayatı yine aynı şekilde daha fazla efor sarf
ederek geçmektedir. Bu demektir ki tıp okumak isteyen biri en azından 30 yaşına
kadar Cahit Sıtkı TARANCI'nın deyimiyle ömürlerinin yarısını okumakla
geçirmek zorundadır. Ömürlerinin en hareketli yıllarını toplumdan soyutlanarak
geçiriyorlar. Sonra diyoruz ki doktorlar insanlara tepeden bakıyor, gördükleri
zaman görmezden geliyor, ilgilenmiyorlar, ağzının içinden konuşuyor diye.
Adamların tepeden bakmaya zamanları mı var. Ayakta uyuyorlar dense yeridir. Bu
çalışma tempolarına rağmen ayakta durduklarına şükretmek lazım. Doktorları
değerlendirirken mutlaka çalışma şartlarını da hesaba katmak lazım.
Tıp fakültesi son sınıf intern öğrencilerin ve uzmanlık
yapmak isteyen araştırma görevlisi doktorların çalışma şartlarını yetkililerin
gözden geçirmesinde fayda vardır. Olumlu yönde değişikliklerin yapılması
elzemdir ve acildir. Şakaya gelmez. Yazık bu çocuklara gerçekten.
Canlarımızı emanet edeceğimiz kişilerdir bunlar. Eğer sağ kalırlarsa bizim doktorlarımız olacak... 22/10/2016
*02/11/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Canlarımızı emanet edeceğimiz kişilerdir bunlar. Eğer sağ kalırlarsa bizim doktorlarımız olacak... 22/10/2016
*02/11/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
21 Ekim 2016 Cuma
Bankamatiklerin dünü bugünü
Güney Doğu'nun bir vilayetinde bir ilçede görev yaparken o zamanlarda maaş, ek ders gibi her türlü kazanımlarımızı okulun mutemedi marifetiyle alırdık. Tatil ve hafta sonlarına geldiği zaman ilk iş gününü beklerdik paramızı almak için.
İlk iş günü sabahında mutemet malmüdürlüğü, ardından bankaya gider, parayı çekmeye giderdi. Biz hacı bekler gibi onu beklerdik, birbirimize sorardık, parayı aldınız mı diye. geldiğini duyunca memur odasına doğru gider, sıra beklemeye koyulurduk. Kaç tane ödeme yapacaksa mutlaka küsuratlar düşülerek ödeme yapılırdı bize. Ayrıca mutemet ücreti de öderdik. Her eğitim ve öğretim yılında kimi mutemet tayin edeceğimize dair dilekçe alınırdı müdürlük tarafından. memurlar arasında maaş ve ek dersleri ben yapacağım mücadelesi olurdu hep.
Bize ödeme yaparken zorlanırdı mutemet. Yüzünden düşen bin parçaydı. Cebinden verir gibi olurdu. İki öğretmeni de beğenmezdi. Bunlara verdiğim para zoruma gidiyor dermiş bize anlatılana göre.
Yaz dönemlerinde maaşı almak da meseleydi. Çalıştığımız yerde yazı geçiren biri adına dilekçe verirdik maaşımızı alıp göndermesi için. O arkadaş alır, postane marifetiyle gönderirdi gittiğimiz ilin postanesine.
Birgün duyuru sirküsünde bir yazı gözüme çarptı: Maaşı bankadan veya mutemet aracılığıyla almak isteyenler ilgili sütunu işaretleyerek imzalasınlar diye. 60 kadar öğretmenin içerisinde bir ben "Bankadan bankamatik marifetiyle alınsın" seçeneğini işaretlemişim. Yanıma geldi bazı öğretmenler gülerek: Yine cinsliliğini göstermişsin. Sadece sen istemişsin bankayı, bunun sebebi nedir" dediler. Onlara: Arkadaşlar, mutemet bize maaşımızı verirken sanki bize ulufe dağıtıyor gibi davranıyor, küsuratları da bozuk yok düşüncesiyle gönlümüzü almadan cebe indiriyor. Haydi bozuk yok diyelim kesinti yaptı. Bazı zamanlar aynı anda maaş+ek ders+ vergi iadesi gibi ödemeleri aynı anda alıyoruz. Bize ödeme yaparken hepsini toplayıp vermiyor. Öyle verse her ayrı kalemdeki küsuratı kesemeyecek. Üstelik cebinden verir gibi suratını asması da işin cabası. Halbuki bankanın önündeki bankamatiğe gidip paranızı çekmek isterken bakiyenizin üzerinde bir miktar da yazsanız: "İstediğiniz bakiye uygun değildir, tekrar denemek ister misiniz" diye yazıyor. Üstelik kızmıyor, darılmıyor, küsuratı da kesmiyor. Yazın da gidip memlekette maaşımın posta ile gönderilmesini de beklemeyeceğim deyince "Ya hu sen gerçekten doğru söylüyorsun, müdüre gidip sirküyü yeniletelim" dediler. El hasılı yenilenen sirkü ile birlikte maaşımızı bankadan almaya başladık. Zaman zaman para çekerken limit üstü miktar yazıp: "Bakiyeniz uygun değil, tekrar denemek ister misiniz" yazısını görüp: Hocam, dediğin gibi yaptı banka. Hiç kızmadı derdi arkadaşlar. Gülüşürdük.
*
Konu madem bankamatikten açıldı, yine devam edelim. Bilin ki bazı bankamatikler kızıp sinirlenebiliyor da. Bakalım hak verecek misiniz? Yine aynı görev yerinde hafta sonu 5-6 arkadaş ailecek pikniğe gittik. Piknik yerinde bayanlar ayrı, erkekler ayrı oturduk. Çocuklar ise oradan oraya koştu durdu.
Nevalemizi yedik, muhabbete daldık. İçimizdeki tiryakiler sigarasını yaktı. Sigara içmeyen biri de heveslenip: "Verin bir tane de bana. Ben yakayım, anasına satayım" dedi. Sigarayı yaktı. Tam çekerken karşı taraftan eşlerimiz arasında eşi ev hanımı olmayan, kendisi gibi öğretmen olan hanımı kızgın ve sinirli bir şekilde seslendi: ...Bey! At elinden o sigarayı. Bak! Çocuk düştü, ağlıyor, kalk onu kaldır, getir" demez mi? Neye uğradığımızı şaşırdık. Kocası, tıpkı hanımının dediği gibi daha yeni yaktığı sigarasını attı, hiç sesini çıkarmadan birinin kaldırmasını bekleyen çocuğunu kaldırmaya gitti. Ardından biz baka kaldık. Ne oluyor diye birbirimize bakarken içimizden biri: "Anlaşılmayacak bir şey yok arkadaşlar! Eşinin bankamatiği onda olduğu müddetçe kadın bağıracak, eşi de içine atacak, tıpış tıpış dediğini yapacak. kadını konuşturan da parası zaten." dedi. Bizse yorum yok dedik.
Sigara içmesi doğru değil ama kadının bu şekilde düzeltmeye çalışması ya da böyle davranması hoş değildi. Başkasının yanında kocasını ezmemeliydi. Herkes böyle değildir biliyorum. Nasıl ki bizim mutemet başkasının da olsa cebine para girince tavrı değişiyorsa bu çalışan kadının da eline para geçiyor olması başkalaştırıyor kendisini. Herhalde orada kimse kocasını ayıplamamıştır. 20/10/2016
20 Ekim 2016 Perşembe
"Beyefendi bizi görmeyecek misiniz?"*
Türkiye'de problem çok. Çöz çöz bitmez. Zaten de çözülmez.
Bunca gündemin arasında belki de bir çoğunuzun mesele olarak görmediği sosyal bir konuya eğilmek istiyorum bugün. Nerede bir iş yaptırsanız hesapta
olmayan küçük bir meseledir aslında karşınıza çıkan. Küçük olmasına küçük ama sıfırı
tükettiğin zaman çıkıyor. Üstelik önceden konuşulmamıştır.
Gelinlik beğenmek için bir mağazaya giriyorsun. Beğenilen
gelinlik giydirilip çıkarılır ölçü almak için. Ödemeyi yaparsın tam çıkacağında
giydirip çıkartma işinde yardımcı olan hemen yanına damlıyor: "Efendim
bahşiş" diye... Damat tıraşı, gelinin baş yapma meselesinde konuşulan
paranın ötesinde yine karşına bahşiş çıkıyor.
Düğün yapıyorsun, yemek vermek için salon tutuyorsun,
fiyatı konuşup ödeme yapıyorsun. Beklemediğim bir sorun olur mu diye endişeli
bir bekleyiş içine giriyorsun. Davetli misafirlerin bu mutlu gününde bir bir
gelip ikramını yapıp gönderiyorsun. Şükür bu hayırlı işten de yüzümüzün akıyla
çıktık diyorsun. Misafirler gittikten sonra sen de toparlanıp gitmeye kalktığın
zaman karşına dikilir bir görevli ya da çalışan: "Beyefendi çok
güzel geçti , hiçbir sorun yok, yalnız elemanlarımız iyi çalıştılar, fakat
terlediler, sizden bir el emeği beklerler" deyince istesen de istemesen de
elini cebine atıyorsun.
Eş-dostla bir lokantaya gidiyorsun. Yeme-içmeden sonra
çalışandan hesap istersin, bir tabağın içinde kabarık bir fiyat geliyor. Fiyat midene otursa da belli etmiyorsun. Ödeme için parayı uzatıyorsun. Eleman para üstünü getirince tabak boş
gidecek değil ya, gelen para üstünü de tabağa bırakıyorsun. Bereket burada pek
para istenmiyor. Bu da adet olan bir bahşiş artık.
Kuaföre gidip tıraş oluyorsun. Koltuktan kalkarken çırağın
aşırı ilgi ve alakası rahatsız ediyor. Temizlenen omuzlarını tekrar temizleme
yoluna gidiyor, giyeceğin ceketi giymen için eliyle tutmaya kalkıyor.
"Hadi yap artık ağalığını" der gibi kolay kolay bırakıvermiyor
peşini.
Evden eve, ev eşyanı taşıtmak için firma ile görüşüyorsun.
Kaçıncı kattan hangi kata gidecek, mesafe, bölge neresi gibi ahiret soruları
inceden inceye sorulur. Fiyat belirlenir, anlaştığın günde taşınma işin
yapılır. Hanginiz yetkili? Taşıma bedelini vereyim diyorsun. "Hangimize
verirsen ver, fark etmez. Yalnız arkadaşlar yoruldu, harçlık bekler"
talebiyle karşılaşıyorsun. Onların bir yüzü kara, senin iki yüzün kara oluyor bu esnada.
Kurbanlığını belirliyor, kaporanı veriyorsun, kesim günü
kesim yerine geliyorsun, işim bir an evvel bitsin, hele bize de sıra geldi diye
beklerken kurbanlığı getiren seslenir hemen: “Bakma parası, çoban parası,
getirme parası” diye.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Mutlaka başınıza gelmiştir
böylesi ya da benzeri. Eğer karşılaşmadıysanız yakındır mutlaka. Hazırlıklı olmanızda fayda vardır. Sonradan şaşırmayasınız.
Benim garibime giden konuşulmayan bir meselede beklenti
içerisine girmektir. Firmalar zaten sattığı ürünün, yaptığı hizmetin bedelini
fazlasıyla almaktadır. Çalıştırdıkları elemanlarına da mutlaka ücret
ödüyorlardır. İstenen bahşişlerden çoğu zaman firma sahiplerinin haberi var.
Küçük ama mide bulandıran bu meseleyi çözmek için firma sahipleri gerekeni
yapmalıdırlar. Bildikleri bir meseleyi bilmiyormuş gibi bir davranış içerisine
girmesinler. Eğer bahşiş meselesi devam edecekse nasıl ki firma sahipleri
sattıkları mal ve verdikleri hizmet için söyledikleri fiyatın içerisine kirasını, nakliyesini, kârını, vergisini, elektriğini,
suyunu ve malın geliş fiyatını dahil ediyorlarsa lütfen bu kabarık fiyatın içerisine, elemanlarına vermeleri
gereken bahşişi de eklesinler. Sonradan ayrıca pamuk eller cebe
olmasın.
"Ülkenin yığınla derdi varken şu dert edindiğin meseleye bak. Onca derdin
içerisinde bahşişin lafı mı olur" dediğinizi duyar gibi oldum. Haklısınız.
Bütün derdimiz bu olsun, ne diyelim. Dert küçük gibi ama mide
bulandırıyor...Haberiniz olsun!
Sahi, hani benim bahşişim. Beni ne zaman göreceksiniz? Ne bahşişi derseniz, mübarekler bir sayfa yazı yazdım... Neyse alacağınız olsun! 20/10/2016
* 22.10.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Sahi, hani benim bahşişim. Beni ne zaman göreceksiniz? Ne bahşişi derseniz, mübarekler bir sayfa yazı yazdım... Neyse alacağınız olsun! 20/10/2016
* 22.10.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)