Bir zamanlar küçüktük. Bir büyüsek dedik. Ailemizin sorumluluğunda büyüdük büyümeye. Büyüyünce büyük olmanın iyi bir şey olmadığını anladık. Çünkü büyüdükçe sorumluluk artıyor. Sorumluluk arttıkça hayatın yükü de üzerimize biniyor. Elimizde bir imkan olsa yeniden küçüklüğe dönmek isterim. Çünkü sorumluluğu yok çocukluğun.
Büyüdük evlenip çoluk çocuk sahibi olduk. Her ne kadar çocuklarımıza karşı sorumluluğumuz olsa da anne babamıza göre biz hala çocuğuz... ne kadar büyüsek de.
Her devirde zordur çocuk büyütmek ama günümüzde daha zor diye düşünüyorum. Çünkü biz ebeveynimize göre daha da bir hedef büyüttük. Var gücümüzle çocuğumuzun iyi bir geleceği olsun çabası içerisine girdik. Okutması bir dert, görev alması ayrı bir dert. Görev aldı diyelim ahlaki değerlerle mücehhez olması ayrı bir dert. Her istediğimizi Allah vermiyor. Bir tarafı yaparken diğer tarafı yıkıyoruz belki de çoğu zaman.
Dünya bir imtihan dünyası. Allah herkesi farklı farklı imtihan etmektedir. Kimini evladıyla, kimini mal-mülk ile, kimini makam ve mevki ile, kimini inanç ile... Nuh peygamber eşi ve oğlu ile imtihan olan peygamberlerdendir. Ne kadar çabalasa da, kendisine inanan yabancılar olsa da kendi sulbünden olan oğluna söz geçiremedi nedense. Evladı ne kadar inanmasa da onun peşinden giderek boğulmaması için çabaladı durdu. Taki Allah Teala'nın "O, Salih bir amel değildir" deyinceye kadar peşinden koştu durdu. Ama çocuğunu boğulmaktan kurtaramadı maalesef.
Günümüzde anne-babalar da çocuklarının iyi bir eğitim alması, dinini diyanetini öğrenmesi ve ahlaki değerlerle mücehhez olması için değişik yollara başvurdu hep. Devletin verdiğini yeterli görmeyen bir kısım aileler başka yollara tevessül etti. Kimi merdiven altı diyebileceğimiz yapılara teslim etti çocuğunu.
Ne kadar gizleseler de gizli ajandası olanların bir gün foyası çıkıyor er veya geç. Gizli ajandasını ortaya koyanların bir başka gücün maşası olduğu, yaptığı ihanetlerle ortaya çıkınca ortaya yerde bir suç meydana gelmektedir. Bir yerde suç varsa elbette suçlular da vardır. Peki suçlu kim şimdi burada. Göründüğü kadarıyla devlet suçlu diye geriye kalan piyonlarla uğraşıyor. Gerçek suçlular kaçtı. Burada suçlu olarak tespit edilenler mi gerçek suçlu, yoksa o çocukları o yapıya teslim eden aileler mi suçlu?
Okullarda psikolojik danışman ve rehber öğretmenlik görevi yapan öğretmenlerimiz öğrenci psikolojisini daha iyi bilirler. Çünkü bu konunun uzmanıdır kendileri. Zaman zaman seminerlerinde: "Aslında kötü çocuk yoktur, suçlu anne ve babalar vardır" derler bize. Çocuklar suç işlemişse, suç örgütünün içerisinde yer almışsa o çocukları o yapıya teslim edenler suçlu değil mi? O yapıyı 40 yıl boyunca çözemeyip bugünlere kadar büyütüp geliştiren devlet denen aygıtın hiç mi suçu yok. Devletin -gizli ajandası olduğunu tespit edemediği bir örgütten dolayı- vatandaşı suçlaması doğru mu? Devlet niçin görevini yapmadı şimdiye kadar? Devlet "Hata yapmışım" demekle kurtulabilir mi bu sorumluluktan. Madem uyumak, gaflet halinde olmak, büyümesine katkı yapmak suretiyle devlet hata yapmışsa vatandaş hata yapamaz mı? Devletin hata yapma gibi bir lüksü olabilir mi? Devleti yönetenler -tüm imkanlar ellerinde olmasına rağmen- hata yapabilir deniyorsa hiçbir şeyden haberi olmayan vatandaşın hata yapma lüksü olamaz mı? Eğer suçlu ile mücadele edilecekse o zaman sorumluluğu olan herkes, başta devleti yönetenler olmak üzere bu suç örgütünden dolayı müteselsilen sorumlu olmalıdır. Örgüte girenler, çocuğunu bu yapıya teslim edenler, bu yapıya göz yumanlar hesabını vermelidir. Yukarıda dedik ya, suçlu çocuk yok anne babadır gerçek suçlu diye. Çocukları ne kadar büyüseler de anne babanın da burada payı vardır. Burada suçun büyüğü devlete ait, sonra anne babaya sonra suça karışan çocuklara... Kimse sorumluluktan kaçınmasın. Eğer suçlu avına çıkılacaksa, herkes didik didik incelenecekse, geçmişin hesabı verilecekse, tüm kirli çamaşırlar ortaya dökülecekse o zaman herkes eteğindeki taşı döksün ortaya. Bu konuda hiçbirimiz temiz değil. Bazıları der ki: "Efendim! Benim bu yapıyla hiç bir bağım olmadı" diye. Olabilir. Bazılarımızın yolu hiç kesişmemiş olabilir. Eğer bu konuda toplumun büyük bir çoğunluğu bu yapı ile az veya çok irtibatlı olmuşsa herkes bu yapıyı çok sevdiğinden gitmemiştir oraya. Çoğu insan bu yapıya soğuk bakmasına rağmen eğitim ve öğretim alanındaki oluşturulan algıdan dolayı bunlarla iletişime geçti, sevse de sevmese de. Bu şuna benzer: Bir çok insan Koç grubuna kızar. Koç'un ürettiklerini almamak lazım der. Bir zaman gelir ki evine bir beyaz eşya lazım olur. Dolaşır, sonunda gider kızdığı firmanın ürünü olan 'dünya markası' ürünü evine alır. Günümüzde akla gelebilecek, insanın olduğu her alanda boy gösterip kendini ispatlamış bu yapı sülük gibi hemen hemen herkesle iş tuttu. Çoğu insan istemese de bunlarla iş yaptı.
Doğru ile yanlışın, sap ile samanın karıştığı günümüzde bu konuda kimseyi ayıplamamak lazım. Kimse suçu kabul etmez ama sorumluluk sırasına göre gerçek suçlular: Devlet, yapı, anne-baba, çocuk...şeklinde sıralanabilir.
Bu suçlulara ilk taşı kim atsın. İçimizdeki en temiz olanı. Haydin eli temiz olan varsa önden buyursun lütfen. 19/10/2016
19 Ekim 2016 Çarşamba
18 Ekim 2016 Salı
İki okul müdürü profili...Seç-beğen!
Merkezin kenarında bir okul düşünün: Maddi imkanlar yönünden zayıf, kantini yok, hizmetli ve öğretmen sıkıntısı çeker devamlı. Ücretli öğretmenlerle eğitim ve öğretime devam eder genellikle. Kurum kültürü oluşmaz. Çünkü gelen gitmek için gelir. Fırsatını bulduğu anda bırakır gider. Ulaşım zor ve meşakkatlidir. Bahçesi geniş olmasına rağmen sosyal alanı yoktur, kalorifer yakılması bir sorundur. Merkez bir okula göre ilçenin nimetlerinden en az yararlanır. Kırtasiye, fotokopi, toner ve yazıcı ve fotokopi makinesi hep sorundur. Çoğu öğrencide bir hedef yoktur.
Şehrin merkezindeki bir okulun durumu ise kenardaki okulun tam tersidir.
Aklınızdan sorununuz var da müdür olmak isterseniz hangi tür okulda görev yapmak istersiniz? Elbette imkanları olan merkezi bir okulda çalışmayı tercih edersiniz.
Bir okul müdürü düşünün ki öğretmen ve öğrencinin huzurlu bir ortamda eğitim ve öğretim görmesi için okulun imkanlarını sonuna kadar zorlayıp eğitim ve öğretime başlıyor. Sene başında öğretmenin kullanacağı tahta kaleminin mavi, kırmızı ve siyahını temin ediyor. Mürekkebi bittikçe doldurulması için öğretmenler odasına mürekkep koyuyor, ilçenin verdiği fotokopi kağıdını, makinesiyle birlikte öğretmenin kullanımına sunuyor, kağıt ve toneri bittikçe ya birlik hesabından alma yoluna gidiyor, ya da ödenek imkanı olan lise müdürleriyle irtibata geçerek ihtiyacını giderme yoluna gidiyor. Öğretmen takviye kursu için derse giriyorsa ders defterini temin yoluna gidiyor. Öğretmenin ders programını arada boşluk bırakmayacak şekilde hazır hale getiriyor. Bu idarecinin tek hedefi vardır: öğretmenin huzurlu bir şekilde derse girmesi ve öğrencilerine verimli olmasıdır. Bu müdür merkezi bir okulun müdürü müdür yoksa taşranın mı? Öğretmenlerine her türlü imkanı sunan bu müdür maalesef kenarda görev yapan biridir.
Merkezde görev yapan müdür ise fotokopi makinesine şifre koyarak öğretmenin hizmetine sunuyor, kağıt istiyorsun: "Kağıt temini sizin göreviniz hocam" cevabı alıyorsunuz. Tahta kalem diyorsunuz. "Hocam ne kalemi, kalem bulmak öğretmenin asli görevlerindendir" deniyor. Hocam takviye kurs için defter lazım. " Hocam onu öğretmen temin eder" cevabına alışıyorsun kısa zamanda.
Ders programı hazırlanırken öğretmen merkezli değil, idareci ve öğretmen hesaba katılarak hazırlanmakta.
Öğretmen çekeceği fotokopinin parasını öğrenciden toplayacak, kağıdını koltuğunun altında getirecek...Hasılı merkez müdürü sorumluluğu tamamen öğretmene yüklemiş, taşra müdürü ise bütün sorumluluğu üzerine almış.
Hangi müdür daha rahattır desem herhalde her birimiz merkez müdürüdür der. Ben de aynı kanaati taşıyorum. Belki de en doğrusu merkez müdürünün yaptığıdır. 18.10.2016
Ucube okul isimleri
Tüm okullarımızın Anadolu Lisesi olduğu, düz ve normal liselerin kalmadığı düşünüldüğünde çok uzun olan okul isimlerinin icerisinde "Anadolu" diye söyleyip yazmaktansa kaldırıp isimlerin kısaltılmasına katkıda bulunmak gerekir.
Yazışma ve başlıklarda a4 kağıdı da dolmamış olur. İşin mi yok kardeş derseniz; derim ki, gelin eğitimi düzeltmeye isimden başlayalım. Ayrıca MEB, uzun isimlerden kurtulması gerekir, bir çok okulu zikretmek için arada nefes almak, sayfaya yazmak için de 2.satıra geçmek gerekiyor. İsim vermede bölgeyi çağrıştıracak isimleri vermeli, hayır severin kısa özlü adı verilmeli, sülalesinin adını vermekten kaçınılmalı.
Etrafımıza baktığımızda ismi kısa olan okul sayısı maalesef bir elin parmakları kadar. 18.10.2014
17 Ekim 2016 Pazartesi
Gelin bu profili tanıyalım!
2007 yılları olsa gerek. Babasının aldığı telefonu pek beğenmeyen gençliğin baharında bir delikanlı, yakın bir akrabasının elinde oynadığı telefona gıpta ile bakar. "Beğendiysen vereyim. Bu telefonun şu şu özellikleri var. Seninki bir işe yaramaz . Ben zaten model yükselteceğim" der. Daha hayatında hiç alışveriş yapmamış olan genç telefonu satın alır. Telefonun ikinci eli o günlerde 120-130 lira civarında. Kendi parasıyla ilk defa bir ticaret yapacak olan genç telefonu alır. Telefonu gören babası: "Oğlum bu telefonu niye aldın, bunun ekranı bozuk ve kırık üstelik, sonra bu telefonu daha ucuza alabilirdin, sen 135'e almışsın bir de" deyince, oğlu: "Baba bu telefonun ben hattını da aldım. İçinde hattı da var. O yüzden fiyatı biraz yüksek" der. Babası: "İyi yapmamışsın ama madem almış bulundun hayırlısı" deyip konuyu kapatır.
Yaptığı alışveriş sonrasında cep telefonuna "Şu kadar hediye puanınız birikti, hattınıza 100 kontör yüklemek isterseniz telefon numaranıza aşağıdaki şifreyi giriniz" mesajı alan baba, çocuğuna kontör almak ister. Hediye puanı ile kontör almak isteyen babadan GSM annesinin kızlık soyadını ister. Telefon ve hattın sahibini tanıyan baba, hat sahibinin annesinin kızlık soyadını girer. Operatörden gelen mesaj: "Girmiş olduğunuz anne kızlık soyadı yanlış" uyarısını alır. Baba, oğlunu arar. "Şu telefonuyla birlikte hattını da aldığın adamı ara, bu hat kime ait, bir sor" der. Gelen cevap: "Hattın kendisine ait olmadığını, yoldan geçen birinin üzerinden aldığını, kim olduğunu bilmediğini" söyler. Ölür müsün? Öldürür müsün? Kendi adına biri bir başkasına hat alıveriyor. Alan alıyor, veren veriyor. Kendisine ait olmayan hattı da bir başkasına satıyor. Alan da alıyor. Bu hattı bir başka hatta ne değiştirebilirsin, ne de mesaj göndererek kontör yükleyebilirsin. Üstelik o zamanlar da hat GSM tarafından ücretsiz olarak veriliyordu. Siz hiç uyanıklığın böylesine rastladınız mı? Sonuç yeni sıfır hat gibi parası verilerek alınan hat çöpe gidiyor, ekranı bozuk ve kırık telefon da tabii. Bu şekildeki telefonu akrabasına hattıyla birlikte satan, kendini akıllı sanan gözü açık böylece telefon modelini yenileyebiliyor. Bu alışverişin bir hayırlı yönü, alan kişi iki yönlü zarar etse de çok sevdiği akrabasına iyilik yapmış oluyor bu şekilde.
***
Telefon alaveresinden bir yıl sonra çiçeği burnundaki genç 18'i bitirmiş ehliyet kursuna yazılmış. Yazılı sınavını geçmiş. Sırada direksiyon kursu var. Sürücü kursunun verdiği eğitim yeterli değil, babasının da arabası yok o zamanlar. Genç, yakını bildiği akrabasının yanına gider. Arabana biraz bineyim diye. Olaydan bu sefer babası da haberdardır. İçinden bu akraba böyle iyilik yapmaz ama Allah hayırlar getire der. Eve kredi kartını bırakır, arabaya biraz yakıt alırsınız diye. Evin yakınındaki pazar yerinde bir kaç kez sürer genç. Akşamında eve gelen baba yemek esnasında hanımına: "Akrabamıza kartı verip yakıt aldınız mı" diye sorar. Eşi: "Kartı akrabamıza verdim, dediğin kadar almasını söyledim, gitti aldı geldi" der. Annesinin yakıt parası verdiğini duyan genç: "Ne yakıt parası verdiniz, ben de verdim" deyince aile fertleri acı acı gülümseyerek birbirlerine göz gezdirir. İki tarafı da bu şekilde birbirinden habersizce idare eden bu iyilik perisine ne denirdi ki?...
***
Aile bu iyilik timsali insandan ne kadar uzak durmak istese de nasıl ki dünya küçükse, yaşadıkları şehir de o kadar küçük. Bir de akraba olmaları dolayısıyla yolları şu ya da bu şekilde kesişiyor. Ailenin büyüğü kurbanını yurt dışına gönderir. Üç oğlu ise içlerinde o akrabasının da olduğu bir kurbana hissedar olurlar. Yurt dışına kurbanını bağışlayan baba, rahat olmasına rahat. Ama acemi olan çocuklarına yardım etmek için kurban kesim yerine gider. Bir kaç gün öncesinde de ortaklardan birine naylon, poşet gibi alınacak malzemeyi de alın, o gün malzeme arama yoluna gitmeyelim diye sıkı sıkıya tembih eder. Arife günü tanıdığı ortağı arar, hatırlatma babında: Kesim için lazım olacak olan edevatı aldınız mı diye sorar. Falan alacaktı o malzemeleri cevabını alır. Ertesi gün kurban kesiminden önce bedelini vermek üzere ortaklar hisselerine düşen bedeli ortaklardan sorumlu olana verirler. Kesim malzemelerini alan: "Malzeme parası" dese de diğer ortak: "O, sonra" der. Kesim, yüzme, parçalama ve sıyırma ve tartı işi bittikten sonra cambazın: "Şu kadar et çıkar" diye sattığı kurbanlıktan denilen kadar çıkmasa da ortaklar pek belli etmezler. Tam ayrılırken "Malzeme parası için şu kadar daha vereceksiniz" sesine karşılık pamuk ellerini ceplerine bir daha atarlar ve istenen miktarı verirler. Herkes aracına binip yolda giderken birbirlerine sorarlar: "Malzeme parası biraz fazla olmadı mı? Neredeyse etin; kesim, parçalama ve sıyırma parası kadar para toplandı ortaklardan...biz bu işi anlamadık, hayvanın altına serilen naylon ve et koymak için alınan poşetler, hayvanı bağlamak için alınan halat bu kadar pahalı mı imiş" diye birbirlerine sormaya başlarlar. Biri: "Kemikleri kesmek ve parçalamak için alınan elektrikli testere de var malzemenin içinde, her zaman lazım olur düşüncesiyle alınmış" dedi. Alınan testereden haberi olmayan üç ortak: "İyi de bizim önümüzdeki sene aynı ekiple kurban keseceğiz diye bir düşüncemiz yok, üstelik bize böyle bir malzemenin alınacağı söylenmedi, peki bunu kim almış" diye konuşur afallayarak. Haydi bilin bakalım, ortaklarına sormadan bu elektrikli testereyi alan ortak kim olabilir? Size 10 puanlık bir soru... Kim olacak yine o akraba. Eskiler kötü komşu mal sahibi yaparmış derlerdi. Artık bu değişmeli. Akraba, akrabayı mal sahibi yaparmış denmeli. Üstelik kurban ortağı olmadığı halde baba da bonus olarak çalışmış bir nefer gibi.
Kimdir bu meşhur akraba derseniz. Bilin ki benim kişilerle işim olmaz. Sizin de olmasın. Etrafınızda varsa böylesi ya ondan uzak durun, ya da gönüllüce onun ihtiyacı olanları almaya devam edin ki akrabanız mal sahibi olsun. Yoksa böyle biri... şanssız birisiniz. Çünkü bu demektir ki, tekdüze bir hayatınız vardır. Macerası olmayan hayatı ben ne yapayım. Hala bu kimdir derseniz...boş verin isimleri. Benim derdim kişi değil, olayları ve prensipleri eleştirmektir. Siz de öyle yapın. Akraba akıllı geçinip gözü açıklığa devam etsin aile de ona hiçbir şey olmamış gibi yardım etmeye devam etsin. Bakalım ki kimi bitirecek, kazanan kim olacak? Ama hakkını yemeyelim. Malzeme biraz pahalıya geldi ama kemikler de hiç ufalanma olmadı ve kimseyi yormadı. Sonra o akraba olmasaydı zaten kurban orta yerde kalırdı.
İsimle uğraşmayın, fazla merak iyi değildir...Farz edin ki bu olayların faili, sattığı telefon hattının sahibi bilinmeyen bir yabancı olduğu gibi faili meçhul biridir. Dünya küçüktür her zaman karşınıza çıkabilir... Görünce şaşırmayın, biz zaten böylesini biliyorduk dersiniz. Verdiğim bu kopyayı da unutmayın sakın.
Olmuş mu böylesi? Ne bileyim ben? Anlatanın yalancısıyım. Vebali boynuna!... 17/10/2016
Yaptığı alışveriş sonrasında cep telefonuna "Şu kadar hediye puanınız birikti, hattınıza 100 kontör yüklemek isterseniz telefon numaranıza aşağıdaki şifreyi giriniz" mesajı alan baba, çocuğuna kontör almak ister. Hediye puanı ile kontör almak isteyen babadan GSM annesinin kızlık soyadını ister. Telefon ve hattın sahibini tanıyan baba, hat sahibinin annesinin kızlık soyadını girer. Operatörden gelen mesaj: "Girmiş olduğunuz anne kızlık soyadı yanlış" uyarısını alır. Baba, oğlunu arar. "Şu telefonuyla birlikte hattını da aldığın adamı ara, bu hat kime ait, bir sor" der. Gelen cevap: "Hattın kendisine ait olmadığını, yoldan geçen birinin üzerinden aldığını, kim olduğunu bilmediğini" söyler. Ölür müsün? Öldürür müsün? Kendi adına biri bir başkasına hat alıveriyor. Alan alıyor, veren veriyor. Kendisine ait olmayan hattı da bir başkasına satıyor. Alan da alıyor. Bu hattı bir başka hatta ne değiştirebilirsin, ne de mesaj göndererek kontör yükleyebilirsin. Üstelik o zamanlar da hat GSM tarafından ücretsiz olarak veriliyordu. Siz hiç uyanıklığın böylesine rastladınız mı? Sonuç yeni sıfır hat gibi parası verilerek alınan hat çöpe gidiyor, ekranı bozuk ve kırık telefon da tabii. Bu şekildeki telefonu akrabasına hattıyla birlikte satan, kendini akıllı sanan gözü açık böylece telefon modelini yenileyebiliyor. Bu alışverişin bir hayırlı yönü, alan kişi iki yönlü zarar etse de çok sevdiği akrabasına iyilik yapmış oluyor bu şekilde.
***
Telefon alaveresinden bir yıl sonra çiçeği burnundaki genç 18'i bitirmiş ehliyet kursuna yazılmış. Yazılı sınavını geçmiş. Sırada direksiyon kursu var. Sürücü kursunun verdiği eğitim yeterli değil, babasının da arabası yok o zamanlar. Genç, yakını bildiği akrabasının yanına gider. Arabana biraz bineyim diye. Olaydan bu sefer babası da haberdardır. İçinden bu akraba böyle iyilik yapmaz ama Allah hayırlar getire der. Eve kredi kartını bırakır, arabaya biraz yakıt alırsınız diye. Evin yakınındaki pazar yerinde bir kaç kez sürer genç. Akşamında eve gelen baba yemek esnasında hanımına: "Akrabamıza kartı verip yakıt aldınız mı" diye sorar. Eşi: "Kartı akrabamıza verdim, dediğin kadar almasını söyledim, gitti aldı geldi" der. Annesinin yakıt parası verdiğini duyan genç: "Ne yakıt parası verdiniz, ben de verdim" deyince aile fertleri acı acı gülümseyerek birbirlerine göz gezdirir. İki tarafı da bu şekilde birbirinden habersizce idare eden bu iyilik perisine ne denirdi ki?...
***
Aile bu iyilik timsali insandan ne kadar uzak durmak istese de nasıl ki dünya küçükse, yaşadıkları şehir de o kadar küçük. Bir de akraba olmaları dolayısıyla yolları şu ya da bu şekilde kesişiyor. Ailenin büyüğü kurbanını yurt dışına gönderir. Üç oğlu ise içlerinde o akrabasının da olduğu bir kurbana hissedar olurlar. Yurt dışına kurbanını bağışlayan baba, rahat olmasına rahat. Ama acemi olan çocuklarına yardım etmek için kurban kesim yerine gider. Bir kaç gün öncesinde de ortaklardan birine naylon, poşet gibi alınacak malzemeyi de alın, o gün malzeme arama yoluna gitmeyelim diye sıkı sıkıya tembih eder. Arife günü tanıdığı ortağı arar, hatırlatma babında: Kesim için lazım olacak olan edevatı aldınız mı diye sorar. Falan alacaktı o malzemeleri cevabını alır. Ertesi gün kurban kesiminden önce bedelini vermek üzere ortaklar hisselerine düşen bedeli ortaklardan sorumlu olana verirler. Kesim malzemelerini alan: "Malzeme parası" dese de diğer ortak: "O, sonra" der. Kesim, yüzme, parçalama ve sıyırma ve tartı işi bittikten sonra cambazın: "Şu kadar et çıkar" diye sattığı kurbanlıktan denilen kadar çıkmasa da ortaklar pek belli etmezler. Tam ayrılırken "Malzeme parası için şu kadar daha vereceksiniz" sesine karşılık pamuk ellerini ceplerine bir daha atarlar ve istenen miktarı verirler. Herkes aracına binip yolda giderken birbirlerine sorarlar: "Malzeme parası biraz fazla olmadı mı? Neredeyse etin; kesim, parçalama ve sıyırma parası kadar para toplandı ortaklardan...biz bu işi anlamadık, hayvanın altına serilen naylon ve et koymak için alınan poşetler, hayvanı bağlamak için alınan halat bu kadar pahalı mı imiş" diye birbirlerine sormaya başlarlar. Biri: "Kemikleri kesmek ve parçalamak için alınan elektrikli testere de var malzemenin içinde, her zaman lazım olur düşüncesiyle alınmış" dedi. Alınan testereden haberi olmayan üç ortak: "İyi de bizim önümüzdeki sene aynı ekiple kurban keseceğiz diye bir düşüncemiz yok, üstelik bize böyle bir malzemenin alınacağı söylenmedi, peki bunu kim almış" diye konuşur afallayarak. Haydi bilin bakalım, ortaklarına sormadan bu elektrikli testereyi alan ortak kim olabilir? Size 10 puanlık bir soru... Kim olacak yine o akraba. Eskiler kötü komşu mal sahibi yaparmış derlerdi. Artık bu değişmeli. Akraba, akrabayı mal sahibi yaparmış denmeli. Üstelik kurban ortağı olmadığı halde baba da bonus olarak çalışmış bir nefer gibi.
Kimdir bu meşhur akraba derseniz. Bilin ki benim kişilerle işim olmaz. Sizin de olmasın. Etrafınızda varsa böylesi ya ondan uzak durun, ya da gönüllüce onun ihtiyacı olanları almaya devam edin ki akrabanız mal sahibi olsun. Yoksa böyle biri... şanssız birisiniz. Çünkü bu demektir ki, tekdüze bir hayatınız vardır. Macerası olmayan hayatı ben ne yapayım. Hala bu kimdir derseniz...boş verin isimleri. Benim derdim kişi değil, olayları ve prensipleri eleştirmektir. Siz de öyle yapın. Akraba akıllı geçinip gözü açıklığa devam etsin aile de ona hiçbir şey olmamış gibi yardım etmeye devam etsin. Bakalım ki kimi bitirecek, kazanan kim olacak? Ama hakkını yemeyelim. Malzeme biraz pahalıya geldi ama kemikler de hiç ufalanma olmadı ve kimseyi yormadı. Sonra o akraba olmasaydı zaten kurban orta yerde kalırdı.
İsimle uğraşmayın, fazla merak iyi değildir...Farz edin ki bu olayların faili, sattığı telefon hattının sahibi bilinmeyen bir yabancı olduğu gibi faili meçhul biridir. Dünya küçüktür her zaman karşınıza çıkabilir... Görünce şaşırmayın, biz zaten böylesini biliyorduk dersiniz. Verdiğim bu kopyayı da unutmayın sakın.
Olmuş mu böylesi? Ne bileyim ben? Anlatanın yalancısıyım. Vebali boynuna!... 17/10/2016
Böyle mi olmalı cami imamı?
Yeni bir muhite taşındım. Yeni bir muhitle beraber içimde bir ukde olarak kalan fakat bir türlü yerine getiremediğim cemaatle namaz kılma konusunda içimdeki tembelliği yenerek ya bismillah dedim. Namazı vaktinde ve cemaatle kılmak güzelmiş gerçekten. Sorumluluğu yerinde ve zamanında ifa etmenin ayrı bir zevk ve heyecanını yaşıyorum nice zamandır. Kıldığım namazdan ayrı bir huzur bulmaya başladım.
Gittiğim cami mahalle arasında yabancı birinin kolay kolay katılmadığı bir mescid. Yatsı namazında cemaati biraz kalabalık oluyor, diğer vakitler cemaat yönünden biraz garip kalıyor dense yeridir. Fakat bu da normal. Çünkü cemaatimiz gündüz işinde akşam ise muhitinde.
Garibime giden başta imam olmak üzere cemaatinden şu ana kadar "Mahallemizde yenisin, hoş gelsin, kimsin, necisin" denmemesidir. Karşılaştığım "Allah kabul etsin" deyip geçip gidiyor evine. Herke ezanla birlikte camiye geliyor. Farz namazı için iplik gibi saf olup birlik ve beraberlik görüntüsü veriyor. Namazın bitiminde ise herkes evine barkına dağılıyor. Haydi herkes bunu yapıyor. İmam da aynısını yapıyor. Zaman zaman tespih çekerken bana doğru "Bu da kim, necidir" diye bir bakış atıyor. hepsi bu kadar. O bana sormuyorsa, tanışmak istemiyorsa ben yapayım diyorum. Namaz çıkışı "Elimi uzatıp Allah kabul etsin" diyorum aynıyla mukabele edip rüzgar hızıyla yanımdan geçip gidiyor.
Dün eşim "Senin ayağındaki terlik başkasının, değişmiş sanırım. Ya sen ya da başkası giyip gitmiş deyince dışarıya çıkarmış olduğum terliğe baktım. gerçekten benim değil. Bu gün ikindi namazına gittim, kiminse vereyim, kendiminkini alayım diye. Gelen cemaatin ayakkabılıktaki ayakkabılarına göz attım. Benim terlik yoktu. Belki sahibi aramıştır, imama da "Yanlış giyen var mı" diye sormuş olabilir düşüncesiyle namaz çıkışı imama: "Hocam Allah kabul etsin. Sanırım ben birinin terliğini giymişim, size soran oldu mu, belki bir gün sorar. Onun terliği bende, benimki de onda. İsmim şu. İstersen numaramı vereyim" dedim. Soran olursa ben söylerim deyip sarık ve cübbesini çıkarmak için içeri girdi. Yine sormadı kimsin necisin diye. Allah hayrını versin. Belki de ben çok ince düşünüyorumdur. Kimse camiye tanışmak için gitmez. Ama başta imamıyla tanışmak da ister.
Kendi kendime tanışmak da ne kadar zormuş dedim. Numaramı alıp da sorana numaramı verip "Terliğin bu kişide, al ara" da mı diyemezdi. Maalesef demedi. Biz ne zaman birlik olan cemaatin gereğini yerine getirip birbirimizin derdiyle hemhal olacağız. Belki de son olaylar insanları birbirleriyle şüpheyle bakmaya da itmiştir. Karşıdaki hırlı-hırsız olabilir, neme lazım düşüncesine itmiştir insanları. Kim bilir?
Adana'da telefonla görüştüğüm Yehova şahidi temsilcisinin tanışmak için evime kadar gelip bana Kitabı Mukaddes'ten bölümler okuması aklıma geldi de...çok şey istemediğimi anladım bizim din görevlilerimizden.. 17/10/2016
Gittiğim cami mahalle arasında yabancı birinin kolay kolay katılmadığı bir mescid. Yatsı namazında cemaati biraz kalabalık oluyor, diğer vakitler cemaat yönünden biraz garip kalıyor dense yeridir. Fakat bu da normal. Çünkü cemaatimiz gündüz işinde akşam ise muhitinde.
Garibime giden başta imam olmak üzere cemaatinden şu ana kadar "Mahallemizde yenisin, hoş gelsin, kimsin, necisin" denmemesidir. Karşılaştığım "Allah kabul etsin" deyip geçip gidiyor evine. Herke ezanla birlikte camiye geliyor. Farz namazı için iplik gibi saf olup birlik ve beraberlik görüntüsü veriyor. Namazın bitiminde ise herkes evine barkına dağılıyor. Haydi herkes bunu yapıyor. İmam da aynısını yapıyor. Zaman zaman tespih çekerken bana doğru "Bu da kim, necidir" diye bir bakış atıyor. hepsi bu kadar. O bana sormuyorsa, tanışmak istemiyorsa ben yapayım diyorum. Namaz çıkışı "Elimi uzatıp Allah kabul etsin" diyorum aynıyla mukabele edip rüzgar hızıyla yanımdan geçip gidiyor.
Dün eşim "Senin ayağındaki terlik başkasının, değişmiş sanırım. Ya sen ya da başkası giyip gitmiş deyince dışarıya çıkarmış olduğum terliğe baktım. gerçekten benim değil. Bu gün ikindi namazına gittim, kiminse vereyim, kendiminkini alayım diye. Gelen cemaatin ayakkabılıktaki ayakkabılarına göz attım. Benim terlik yoktu. Belki sahibi aramıştır, imama da "Yanlış giyen var mı" diye sormuş olabilir düşüncesiyle namaz çıkışı imama: "Hocam Allah kabul etsin. Sanırım ben birinin terliğini giymişim, size soran oldu mu, belki bir gün sorar. Onun terliği bende, benimki de onda. İsmim şu. İstersen numaramı vereyim" dedim. Soran olursa ben söylerim deyip sarık ve cübbesini çıkarmak için içeri girdi. Yine sormadı kimsin necisin diye. Allah hayrını versin. Belki de ben çok ince düşünüyorumdur. Kimse camiye tanışmak için gitmez. Ama başta imamıyla tanışmak da ister.
Kendi kendime tanışmak da ne kadar zormuş dedim. Numaramı alıp da sorana numaramı verip "Terliğin bu kişide, al ara" da mı diyemezdi. Maalesef demedi. Biz ne zaman birlik olan cemaatin gereğini yerine getirip birbirimizin derdiyle hemhal olacağız. Belki de son olaylar insanları birbirleriyle şüpheyle bakmaya da itmiştir. Karşıdaki hırlı-hırsız olabilir, neme lazım düşüncesine itmiştir insanları. Kim bilir?
Adana'da telefonla görüştüğüm Yehova şahidi temsilcisinin tanışmak için evime kadar gelip bana Kitabı Mukaddes'ten bölümler okuması aklıma geldi de...çok şey istemediğimi anladım bizim din görevlilerimizden.. 17/10/2016
Bu mücadele hayra alamet değil gibi
Küçüklüğümde bizden biraz büyük ağabeylerin peşine
takılırdık. Onlar aralarında ortaklaşa bir paket sigara alırlar. Yerleşim
yerinin dışına giderlerdi. Tiryakiler ardı arkasına sigara içerlerdi orada.
Kimi tiryaki, kimi yeni başlıyor, kimi ise arada bir içen cinstendi. Onlar içer
biz de seyrederdik onları. Bize “Siz de için” derlerdi, biz : "Biz
içmeyiz" derdik. "İçin bir defadan bir şey olmaz" derlerdi.
Gitme
zamanı gelmişse bize zorla sigara içirmeye çalışırlardı. Niye zorluyorsunuz
dediğimizde, "Bizim sigara içtiğimizi ailemiz bilmiyor. Belki gider
söylersiniz. Biz en iyisi kendimizi garanti altına alalım. İçmeseniz de en
azından bir defa çekeceksiniz. Böylece bizi söyleyemeyeceksiniz. Eğer
söylerseniz, biz o da içti deriz” deyip bize bir defa da olsa çektirirlerdi.
Biz yemin-billah edip söylemeyeceğiz desek de büyükler işini bu şekilde garanti
altına alırlar, bizi de kendi yaptıkları suça alet ederlerdi. Kendi sigara
içtiklerini de bu şekilde gizlemiş olurlardı.
Bu
ülkede 17-25 Aralık operasyonları oldu. Mahrem kalması gereken konuşmalar bile
görsel ve yazılı medyada servis edildi. İnsanların evleri, hatta yatak odaları
dinlendi. Bu ülkenin başbakanının kriptolu telefonlarına varıncaya kadar dinlemeye
alındı. Tapelerin biri geldi, diğeri gitti. Ülkenin dış siyaseti
diyebileceğimiz bir milli olay olan MİT tırlarına bile operasyon emri verildi.
Arkasına Batı'yı ve ABD'yi alan bize kendini "hizmet hareketi" diye
yutturan yapıdan kolay kolay kopma olmadı. 17-25 Aralık'ta başarılı olamasalar
da tüm kazanımlarını yok etme uğruna da olsa kabuklarına çekilecekleri yerde
iyice gemi azıya aldılar.
15
Temmuz itibariyle dananın kuyruğu koptu. 1970'lerden beri tohumu atılan nifak
hareketinin ihanetine şahit oldu bu ülke. Bu şebekenin gerçek niyetini kimi
17-25 Aralık'tan önce gördü, kimi sonra. Vatandaşın çoğu da 15 Temmuz
itibariyle gördü gerçek yüzlerini. Bu yapıdan beklenildiği gibi bir kopma
olmadı. Kopanların sayısı bir elin parmaklarını geçmedi nedense. Bu beddua
seanslarının üstadında ne görüyorlardı da kopulmuyordu? Adamı evliya olarak mı
görüyorlar, yoksa müceddit mi? Mehdi mi ya da İsa-Mesih mi? Yoksa kainat imamı
olarak mı görülüyordu arkasından gidenler tarafından? Çözemedim gitti. Bir
sömürgeci devletin kendisine tahsis ettiği sırça köşkte bir eli yağda, diğeri balda olan bir adama bu kadar bağlılık da
neyin nesi derdim. Geç de olsa anladım sanırım.
Bu
yapı, kendisiyle irtibatlı olan herkesi tıpkı yukarıda anlattığım; bizim
büyüklerin başkasına söylemeyin diye sigara çektirdikleri gibi kendini
garantiye almış ve kopma olmamış. Kimini sendikaya üye yapmış, kimine bankadan
hesap açtırıp işlem yaptırmış, kimine örgütün gizli iletişimi adı altında
kendilerinin ürettiği bir haberleşme ağına girmeleri sağlanmış, kimini usulsüz
bir şekilde bürokraside bir yere getirmiş, kimine soru vermiş, hepsini dergi ve
gazetelerine abone yapmış, sohbetlerine götürmüşler, dershanelerine gitmişler,
evlerinde ya da yurtlarında kalmışlar, geleneksel yemeklerini yedirmişler, burs
vermişler, burs almışlar... Gördüğüm kadarıyla kendisiyle şu ya da bu şekilde
irtibatlı olan herkesi bir vesileyle suça bulamışlar ki kopma olmasın. Eğer
koparsanız şu yaptığınız usulsüz işi deşifre ederiz diyerek aba altından sopa
göstermişler. Kimi severek kaldıysa da sevmeden yapıdan kopamayan kişilerin de
olduğunu göstermektedir.
15
Temmuz sonrası alt ve üst bürokraside kamudan alınan, kamudan atılan çok
kişi olmasına rağmen hala da bağlantıları olanlar ortaya çıkmaya devam
etmektedir. En azılı FETÖ düşmanı olarak görünen ve bu yapıyla mücadele
edenlerin de bu yapıyla irtibatlı oldukları gün geçmiyor ki haber konusu
yapılmasın. FETÖ ile mücadele eden savcısından hakimine, il yöneticisinden
kaymakamına varıncaya kadar bu yapıyla bağı çıkıyor. Bu gidişle herkes bu suç
örgütünün içine girmiş olacak. Herkes bana ne zaman sıra gelecek diye bekler
oldu. Çünkü alınan kimi duysak "O da mı" hayret ifadesini çok
görüyoruz bugünlerde.
Bu
durumu görünce yine aklıma bir fıkra geldi, yazsam mı yazmasam mı ama yazacağım
hoş olsa da olmasa da...Biri bir karpuz kesmiş, yarısını yemiş, diğer yarısı
kalmış. Kalkıp gidecek. Karpuzu yiyen ne yapacak? Az sonra çişi gelmiş. Nasılsa
gideceğim diye kalan karpuzun üzerine işemiş. Tam gidecek iken gidemiyor, orada
kalıyor. Beklerken acıkmış. Sağına soluna bakıyor. Yiyecek bir şey yok
karpuzdan başka. Olmaz dediyse de zaman zaman karpuzla göz göze geliyor.
Sonunda oturuyor, şurasına gelmemiştir diyor yiyor, burasına gelmemiştir diyor
yiyor. Sonunda işediği karpuzu tamamen yiyor. Konumuzla alaka kurulur mu
kurulmaz mı bilmiyorum ama biz suçluyu böyle ararsak bu gidişle her kapıyı, her
aileyi çalacak anlaşılan.
Bu
durum suç ve suçluyla mücadelede sağlıklı bir sonuç vermez. Pek hayra alamet
değil anlayacağınız. Devleti yok etmeye azmetmiş kökü dışarıda olan bu yapının
bir numaralı sanıkları şu ya da bu şekilde bu ülkenin dışına çıkmış, dışarıda
elini ve kolunu sallayarak dolaşıyor. Üstelik Türkiye aleyhine çalışmayı da
ihmal etmiyorlar. Burada kalanlar ise zamanında şöyle ya da böyle kullanılıp
atılan insanlar. Yani bu toprağın kanmış-kandırılmış insanları. Biz beğensek de
beğenmesek de maalesef onlarla şu ya da bu şekilde iş tutmuş bu insanlarla
yaşayacağız. Yeniden vatandaş icat etme, ithal etme durumumuz yok.
Suçla
ve suçluyla mücadele edeceğiz etmesine. Kimsenin yaptığı yanına kar kalmamalı.
Ama yapının içerisinde pasif kalmış, kendisini oraya ait hissetmiş, şu ya da bu
şekilde bağı tespit edilen insanlar için devlet aklı hakim olmalı. Duygusallık
bir tarafa bırakılmalı. Çünkü bu gidişle selam vereceğimiz, iş tutacağımız
kimse kalmayacak. Eline silah almamış, suça karışmamış ve kanlı kalkışmayı
tasvip etmeyen kişiler için toplu bir af yoluna gidilip toplumsal barış
sağlanmalı. Suça karışma, başkası adına çalışma şüphesi taşıyan kişileri devlet
dinlemeye ve takibe almalı. Suçüstü yaparak gereken cezayı vermeli.
Amacım
suçu ve suçluyu savunmak, onların yaptığını basite almak, mağdur edebiyatı
yapmak değildir. Gözlemlerime göre bu gidiş hayra alamet değildir. Mücadelede
farklı yöntemlere başvurulmalı... Eğer mücadeleye bu şekilde devam edilirse
korkarım ki bu durum tıpkı Ergenekon ve Balyoz olayları gibi sulandırılacak...
Sonucunda da suçlu-suçsuz hepsi ellerini kollarını sallaya sallaya kahraman
gibi çıkıp dolaşacaklar. İnşallah ben yanılmış olurum...17/10/2016
"Bedava sirke baldan tatlı" değilmiş
Sanırım 2001 yılıydı. Üç yıldır memleketime gelmek için tayin istedim maalesef çıkmadı. Son çare müdürlük sınavına gireyim, ikinci bir tayin hakkım olsun istedim.
Müdürlük sınavına müracaat etmek için Adıyaman Milli Eğitim Müdürlüğüne gittim. Görevli bana: "Hangi müdürlük istiyorsun" dedi. Böyle bir soru beklemiyordum. Ne cevap vereceğimi düşünürken arkama baktım. Orada tanıdığım bir okul müdürünü gördüm. Hocam, hangi müdürlüğe müracaat edeyim dedim. "Hocam müdürlük isterken amacın ne " dedi bana. "Amacım memleketim Konya'ya gitmek deyince: "O zaman sen lise müdürlüğünü tercih et, çünkü diğer müdürlüklerle il dışına gidemezsin" dedi. Hemen görevliye döndüm lise müdürlüğü istiyorum dedi. Müracaatı yaptıktan sonra görev yerim Kahta'ya geldim.
Sınav başvurusu tamam. Peki neye çalışacağız, elimizde materyal yok. Çevremdeki arkadaşlardan girecek olanların da sayısını alarak Ankara'dan bir kitap getirttik. Başladım çalışmaya Türkçe sorularından. Her Türk evladı gibi benim de Türkçe'm iyiydi. Çözdüğüm sorulardan en iyi bildiklerimin seçeneği yanlış çıkıyordu. Şaşırdım. Bu kitap benim bildiklerimi de yanlış çıkartıyor diyerek kitabı bir kapattım bir daha açmadım.
Sınav tarihi geldi çattı. Ne hedeflerle çalışmaya azmettiğimiz sınava da hazırlanamamıştım. Sınav öncesi bir dostum yanıma geldi: "Pek çalışamadık ne yapacağız, istersen sınava gitmeyelim" dedi. Olmaz, hiçbir şey yapamasak da bu vesileyle Diyarbakır'ı görüp geleceğiz dedim. Adıyaman Kahta'dan sınava gidecek bir dolmuş kadar aday buldum. Gidip bir minibüsçü ile anlaştım. Siverek'e kadar minibüsün içinde feribotla yolculuk yaptık. Sonrasında kara yoluyla yolculuk yaptık.
Sınava girdim. Sınav esnasında doğruluğundan emin olduğum soruları saydım 69 net geliyordu bana. Diğer sorulara bir göz attım. Bildiğim soru yoktu. Bir soru dikkatimi çekti, seçeneklerinde ismini zaman zaman duyduğum Freud vardı. Diğerlerini hiç duymamıştım. Freud'u işaretleyerek sınav salonundan çıktım. Binadan çıkmadan burası yabancı memleket. Dışarıda tuvalet aramayayım. Zaten tuvaletler ücretlidir. Bir de tuvalet parası vermeyeyim, en iyisi okulun tuvaletini kullanayım, üstelik bedava dedim. Girdim tuvalete.
Tuvalette çıkacağım ama çıkamıyorum. Çünkü ellerimle kapattığım kapı açılmıyordu. Uğraş, didin...nafile. Kapıya vurdum, biri dışarıdan itsin diye. Kimse imdadıma gelmedi. Dışarıdan bir ses kulağıma yankılandı: İçeride olan var mı, kapıyı kapatıyorum" sesi. Heyecan, korku birbirini izledi. ben buradayım desem de kimse duymaz zaten. Kendi kendime: "Oğlum Ramazan! Bedava dedin geldin. Al işte gününü. Kaderinde tuvalette kalmak da varmış. Üstelik pazar. yarın okul açılıncaya kadar burada bekleyeceksin. Boş mezar bulsan gireceksin, ne işin var burada dedim. Bir taraftan da çıkmanın yolunu düşünüyorum. Kafamı kaldırdım. Yan taraftaki kabine geçilebiliyor. Geçerim geçmesine de ya ben duvardan atlarken içinde biri varsa.kaderinde sapık muamelesi görmek ve dayak yemek de var dedim. yan taraftaki duvara vurdum kimse var mı diye. Ses yok. Hemen hızlı bir şekilde kapının koluna ayağımı koyarak yan taraftaki kabine atladım. kapıyı açıp koşmam bir oldu. Şükürler olsun. Dış kapı kilitlenmemişti. Nerede kaldın diyenlere kulak bile vermedim. Çünkü sevincime diyecek yoktu. Zira tuvalette kilitli kalmak, geceyi orada geçirmek, kokusunu çekme gözümün önüne gelince bu durum insana "Verilmiş sadakan varmış" bile dedirtir.
Sınavdan çıkan arkadaşlarımla görüştüm. İlk sorumuz "Sınav nasıl geçti" demekti birbirimize. Girdiğimiz sınav iki aşamalı bir sınavdı. Girdiğim seçme sınavından 70 alan 2.değerlendirme sınavına girme hakkı elde ediyordu. Arkadaş, bana ya 69 gelecek baraj altı kalacağım. Çünkü emin olarak yaptığım soru o kadardı. Tam emin olmadığım bir soru yaptım, o da Freud'la ilgili bir soruydu. Eğer o doğruysa bizim Freud sayesinde 70 alıp barajı geçeceğim dedim gülüştük.
Diyarbakır'ı biraz dolaştıktan sonra minibüse binerek Kahta'ya koyulduk.
Sınav sonuçları açıklandığında Freud'la ilgili yaptığım sorunun doğru olduğunu sınav sonucum 70 gelince anladım. Sınava giren bir çok arkadaş kazanamazken bana nasıl akzandın diyenlere: Ben de Freud sayesinde kazandım" diye cevap verdim.
Bu Diyarbakır maceramı burada sonlandırırken meraklısına da bir kaç sözüm olacak: Tuvalette kaldığın zaman cepten arkadaşlarını arayabilirdin diye akıl verecek olan olursa: Bir defa o zamanlar cep telefonu lüks idi. Arkadaşlarımın ve benim bir cep telefonumuz bile yoktu...Ben bedava tuvalete gitmek istedim, ücretsiz olarak ihtiyacımı giderdim. Arkadaşlarım dışarıda wc ücreti öderken ben ihtiyaç hissetmedim. Sadece şadırvanda abdest aldım. Param cebimde kaldı. Size tavsiyem her gördüğünüz bedava sirkeyi baldan tatlı sanmayın. Maazallah benim başıma gelen sizin de başınıza gelebilir. İsterseniz bir ayıplayın. Ölmeden önce mutlaka başınıza gelir. Denemesi bedava... 17/10/2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)