13 Şubat 2016 Cumartesi

Belli günlere hapsedilmiş sevgilerimiz*


Belli günlere hapsedilmiş sevgilerimiz

Üşenmedim, ‘Belirli gün ve haftalara’ baktım. Ne kadar da günümüz varmış gerçekten. Neredeyse 365 günümüz yetmeyecek. Sevgiler, saygılar, anmalar, hatırlanmalar nedense belli günlere hapsedilmiş.

Bazı gün ve haftalar vardır; mesajla, basın toplantısıyla geçiştirilir, bazıları formalite icabı etkinliklerle yerine getirilir. Bazılarının gelip gitmesinden kimsenin haberi olmaz. Bir sivil toplum örgütünde görev yapan biri: “Dünya Posta Gününü kutlamak için  PTT müdürünü ziyarete gittim. Gününüz kutlu olsun diye çiçeği takdim ettim. Müdür, ‘Ne günü?’ diye şaşırdı. ‘Efendim, bu gün 9 Ekim sizin gününüz’ deyince şaşırdı. Adamlar günlerini bile bilmiyorlar” şeklinde bir anısını anlatmıştı.

 Bazı günler ise tamamen tüketime dönük günler. Özellikle tüketime dönük olan günlerin günler öncesinden gündemimize gelmesi hemen hemen her kesimde beklenir hale geldi. Ayrıca alınan hediyelerde abartıya gidildiğini gözlemlemekteyim. Ömrümüz gün kutlamakla geçecek bu gidişle. Bir bakıyorsun günlere karşı olanlar da kendilerini bu badirenin içinde bulabiliyor. Çünkü sen karşı olsan da karşı taraf beklenti içerisine girebiliyor. Amaca ve öze dönük hiçbir günün kutlanmasına, anılmasına taraftar değilim.

İşin garibi tükettikçe tükendiğimizin farkında değiliz. Bir yarıştır gidiyor bakalım nerede duracak. Hediye almak-vermek güzel bir şey. Aradaki buzların erimesine sebebiyet verdiği gibi sevgiyi de ön plana çıkarabilir. Sevginin, hatırlanmanın bir güne indirgenmesi son zamanlarda moda oldu. Herkese gününde hediye almakla işin içinden sıyrılabileceğimizi düşünüyoruz artık. Halbuki “Sevmek; hediye almak/ vermek değil, emek vermektir” der  Fatma BARBAROSOĞLU bir yazısında.  Sevgiyi bir güne indirgemekten ziyade bir yıla, bir ömre yayabilmektir asıl olan. Hediyeleşme güzel, eyvallah. Buna kimsenin bir diyeceği olmaz. En güzel hediye emek vermektir aslında. Sevgimizi verdiğimiz, emek sarf ettiğimiz  bir şeyden ancak sonuç alabiliriz. Emek sarf edilmeyen sevgilerde çoğu zaman anmalar banal hale gelebiliyor.

Demem odur ki, her sevginin temelinde emek vardır. Emeğin, yüreğin, içtenliğin olmadığı hiç bir yerden, hiç bir ortamdan, hiç bir günden verim alınamaz. Kapımızın önündeki köpeğe bile sevgimizi versek bir ömür boyu köpek vefasını gösteriyor. Yaptığı yemeği zevkle, özenerek yapan bir anne ya da eşin yemeğinin tadı damağımızda kalır. Eşe göstereceğimiz içten sevgi bir ömre bedeldir. Öğrencimize gösterdiğimiz ilgi, alaka yıllar sonrasında saygı olarak karşımıza çıkıyor. "Tebessümü bile sadaka olarak değerlendirir Peygamber efendimiz. Belli kimselerin belli günlerinde paraya kıyabildiğimiz kadar sevgimize de kıyabilsek, paylaşabilsek, bunu sürekli hale getirebilsek; hediyelerin, hediyeleşmelerin en güzeli bence. Mutlu ve huzurlu geçimin kapısıdır. Başka da bir şeye gerek yok. Alınan pahalı hediyeler sadece günü kurtarır, vaziyeti idare eder. Yasak savma/dostlar alış verişte görsün babındandır. Hediye almakla, gün kutlamakla mutluluğun devamı sağlanmaz. Çocuğa oyuncak alınca anlık sevinir ya, bizim büyüklere aldığımız hediye de anlık mutluluk getirir.

Yaptığımız harcamanın  bir de emsal boyutu var. O; şuna şunu aldı. Bu; buna bunu aldı. Benim neyim eksik şeklinde… Artık bir yarıştır gidiyor. Dışarıda yemek yemeler de işin bonusu artık.

Ne dersiniz? Mutluluk ve huzurun kapısını gelin bu şekilde açalım; pamuk elleri cebe atarak değil. Sevgimiz, saygımız anlık ve günlük   değil; ömürlük olsun, bir ömre bedel olsun.


Alınan çiçeklerin günlük solduğu gibi sevgimiz solmasın. Çiçeğimizi her daim sulayalım ki; kurumasın...
*13/02/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.



11 Şubat 2016 Perşembe

Ver elini Alanya


Dedik, çıktık yola. Çıktık çıkmasına da... Konya'nın hemen çıkışında otobüslerden birinin motoru parçalandı. İçerisinde benim de olduğum diğer otobüs de 3 saat yolculuktan sonra hararet yaptı.

Motoru parçalanan araca çözüm yolu buldular. Bir saat gecikmeli de olsa araç değiştirerek yoluna devam etti. Hararet yapan ise  önce tamir edilmeye uğraşıldı. Olmayınca araç gönderildi.  Soğuk bir havada hacı bekler gibi aracı bekledik. Ama nafile. Sanki kara trendi. Bekle ki gelsin.  Kara tren olsa çoktan gelirdi. 10 dakika sonra   gelecek denen araç yine gelmedi. Konum bildirilmiş olmasına rağmen bizi almaya gelen takviye araç, bizi almak için bir başka yoldan başka yerde aramaya gitmiş, ipe un serercesine... Sonunda kara göründü.

Ver elini Alanya dediğimiz yolculuk parolası bizi Alanya’ya götürmemek için elinden geleni ardına koymadı. Alanya’da bize bir türlü elini uzatmadı. İstenilmediğimizi anladık ama, “ inadımız inat” dedik, pes etmedik. Bir defa biz, bir yüzümüzü karartmaya razıydık. 2 saat beklemenin ardından  aracımız geldi. 09.00’da başladığımız yolculuk 16.00 sularında bitmek suretiyle  limanımıza ulaştık bildiğimiz tüm duaların eşliğinde.

Bekleme esnasında içimizdeki bahtsız ve uğursuzu aradık. Sonunda her işimiz de olduğu gibi suçlu bulundu. Uçurumdan aşağı atalım ki otobüs ve geri kalanların üzerindeki kara bulutlar gitsin  görüşü de konuşulmadı değil.  Otobüsün arıza yapıp gecikmesinin rajonu bana kesildi. Firma ve otobüsün masum olduğu tespiti yapıldı.

İleride yolculuk yapmak için bir firmaya  ihtiyaç duyarsanız bir telefon kadar yakınım size. Hazır  firmanın temizliği ortaya çıkmışken.  Arayın. Hemen firmanın numarasını vereyim size. Benimkisi ücretsiz danışmanlık... Bilesunuz. 11.02.2016

9 Şubat 2016 Salı

Deveyi damda aramak

-Kardeş, ne hayır? İş-güç zamanı  bu otelde işin ne?
-Bir proje için buradayım.
-Ne projesi?
-Eğitim ve öğretimi geliştirme ve artırma...
-Eğitim ve öğretim var mı ki, kalitesini artırmaya kalkıyorsun? Sonra yanlış yerde aramıyor musun?
-Anlamadım. Ne demek istiyorsun?
-Yanlış yerde arıyorsun aradığını.
-Ya nerde aramalıydım?
-Aslan düştüğü yerden kalkar.
...?
-Kaybettiğin yerde.
-Nerede kaybettim ki?
-Eğitim ve öğretimin kalitesi okullarda kayıp oldu. Yine oradan bulacaksın. Sırça köşklerde değil.
-Ama...
-Senin bu proje doğmadan ölü doğar, haberin olsun. Seninkisi dostlar alış verişte görsüne benziyor.
-...?
-Aradığını türkü çağırarak arıyorsun.
-...?
-Nasrettin Hocanın karanlıkta kaybettiği eşyasını aydınlık yerde aramasına benzer.
-Daha başka neye benzer?
-Belh Sultanı  İbrahim bin Ethem'in durumuna benzer.
- O ne yapmıştı ki?
-İbrahim; saltanat sahibi, her türlü imkana sahip biridir. Bir gün sarayında  tahtında uyurken damdan  gelen bir tıkırtıya uyanır. “Kim o” der. Damdan: “Kaybettiğim devemi arıyorum” cevabı gelir. Be adam, damda devenin işi ne, arayacak yer bulamadın mı diye kızar. Damdaki adam da, “Bre gafil!  Sen Allah’ı ipek ve atlas döşekler içinde, inci ve altın tahtlar üzerinde arıyorsun. Ben de kaybettiğim devemi damda arıyorum. Aramızda ne fark var” demiş.
-Yani ben otele gelip kalamaz mıyım?
-Kalabilirsin kalmasına da. Otelde dinlenme, gezme gibi başka bir amaç için kal. Sakın eğitim ve öğretimi iyileştirmeye kalkma. Buna kargalar bile güler bilesin. Hele bir de başkasının sırtından...
-Yahu benimki din eğitiminin başarısı...
-Onu da cami, mescid ve okulda aramalısın.
-Yani?
-Bu dünyada işin iş. Ama öbür dünyanı bilemem. İnşaallah korktuğum gibi olmazsın.
-Sana hiç gıcık/çatlak diyen oldu mu?
-Sen ne ilksin. Ne de son!... 09/02/2016

Öküz ölünce ortaklık neden bozulur?


Öküz deyip geçme. Çünkü öküz bir denge unsurudur.

Dünya onun omuzları/boynuzları üzerindedir. Bizi bir araya getiren, birbirimize bağlayan, bir arada tutan, ortaklık yaptıran odur.

Öküzün bunca önemine işaret ettikten sonra her fani gibi öküz de ölecektir. Peki, öküz öldükten sonra bir arada olmanın, ortaklığa devam etmenin bir anlamı var mı? Yok elbette. Çünkü varlık sebebimiz öküzdür.

Bu yüzden  öküz öldükten sonra ortaklık bozulur. Zaten “Öküz öldü, ortaklık bozuldu” atasözü de bundan dolayı söylenmiştir. Başka da söze gerek yoktur.

Bundan sonra “Evli evine, köylü de köyüne. Yorgan gitti. Kavga da bitsin.” artık. Öyle değil mi? 09/02/2016

8 Şubat 2016 Pazartesi

Gazetecilik mesleği

Çoğumuz çalıştığı işi ve mesleğini beğenmez. Hep başkasının mesleğine, işine gıpta ile bakarız “Davulun sesinin uzaktan hoş geldiği” sözünü unutarak. Hatta yeniden doğsam şu mesleği seçerim gibi temennilerimizi/heveslerimizi de dile getiririz çoğu zaman.

Bazı meslekler zor mu kolay mı sorusu garip bir soru aslında. Çünkü her bir mesleğin avantaj ve dezavantajları olabileceği gibi kolaylık ve zorlukları da vardır. Yani hiçbir meslek tek başına kolay değildir. Tabii kim için? Sorumluluğunu bilen için. Bir insan sorumluluğunu taşırsa, işimi en iyi yapacağım derse o meslek zordur gerçekten. Şayet bir insan işini ve mesleğini üzerine vazife edinmez, dostlar alışverişte görsün türünde yürütmeye kalkarsa onun işi hangi meslek olursa olsun kolaydır. Demek ki işlerin zorluk ve kolaylığı sorumluluk duygusuyla alakalı bir durumdur.

Çoğumuz çalıştığı işi ve mesleğini beğenmez. Hep başkasının mesleğine, işine gıpta ile bakarız “Davulun sesinin uzaktan hoş geldiği” sözünü unutarak. Hatta yeniden doğsam şu mesleği seçerim gibi temennilerimizi/heveslerimizi de dile getiririz çoğu zaman.

Bazı meslekler zor mu kolay mı sorusu garip bir soru aslında. Çünkü her bir mesleğin avantaj ve dezavantajları olabileceği gibi kolaylık ve zorlukları da vardır. Yani hiçbir meslek tek başına kolay değildir. Tabii kim için? Sorumluluğunu bilen için. Bir insan sorumluluğunu taşırsa, işimi en iyi yapacağım derse o meslek zordur gerçekten. Şayet bir insan işini ve mesleğini üzerine vazife edinmez, dostlar alışverişte görsün türünde yürütmeye kalkarsa onun işi hangi meslek olursa olsun kolaydır. Demek ki işlerin zorluk ve kolaylığı sorumluluk duygusuyla alakalı bir durumdur.

Değinmek istediğim meslek gazetecilik. Zor mu kolay mı bilmem. Çünkü mesleğin içerisinde değilim. Ama dıştan bakıldığı zaman kolay, cazip ve heyecanlı bir meslek gibi görünebiliyor. Çünkü habere ilk ulaşıp haberdar olan kişidir. Basılan haber bir de diğer meslektaşların atladığı bir haberse keyfine diyecek yoktur gazetecinin. Akşama kadar tatlı ve heyecanlı bir koşuşturmanın sonucunda baskıya verilip çıkan gazete, gazetecinin en büyük mutluluğudur. Artık bütün yorgunluğu gider. Buraya kadar her şey tıkırında. Bir de madalyonun öbür yüzüne bakalım.

Ya bir de haberde, köşe yazısında teknik ya da sehven bir hata yapılmışsa. İşte şimdi çık işin içinden. Onca kovalamanın ardından yığılır kalır insan. Çünkü bir çuval incir berbat edilmiştir. Bu hatanın telafisi için artık 24 saat geçmesi gerekir. Zira gazete abone ve bayilere dağıtıma gitmiştir. Ertesi gün haber ya da yazı düzeltilinceye kadar gazeteci hataen yapılmış yazının taraflarını arayıp gönül de alması gerekecek. Yani anlayacağınız diken üstünde bir meslek. Hata düzelinceye kadar arayan arayana. Her birine, her tarafa laf yetiştirme görevi de var aynı zamanda. Diğer mesleklerin bir çoğunda yapılan hatalar anlık düzeltilebilir. Bu meslekteki hata en erken ancak 24 saat sonrasıdır. Ya düzelteyim derken tekrar hatalar yapılırsa işte bu cazip meslek o zaman tiksinti vermeye başlar insana.

Ya bir de haber yapayım derken yapılan yanlışlıkla haber olursa. Buyurun buradan yakın şimdi...

Yine gazeteciliğini bir şantaj olarak kullanan, asparagas haber yapan ve kamuoyunu yanlış yönlendirmeyi meslek edinmiş olanlar var. Bu tipler gazeteciliği bir silah olarak kullanırlar. Ben onları gazeteci olarak saymıyorum.

Gazeteciliği dışarıdan gözlemleyen biri olarak bu şekilde değerlendiriyorum. Görüldüğü gibi içerisinde heyecan ve risk barındırıyor. Bu da bu mesleğin bir cilvesi olsa gerek.

İlk başa tekrar dönelim. Sorumluluk gerektiren hiçbir meslek kolay değil maalesef. Her bir meslek, içerisinde diken barındıran bir gül bahçesi... Mesleğini layıkıyla yapan, doğru haber veren, kamuoyunu doğru bilgilendiren gazetecilerin 10 Ocak “Çalışan Gazeteciler Gününü” tebrik ediyorum. 08/02/2016

Kaporta

Toplum olarak fiziğe önem veririz. Öze, içe pek önem vermeyiz. Önemli görsek de birinci önceliğimiz değil. Biraz kapalı mı geldi. Ne mi demek istiyorum? Örneklerden gidelim o zaman:

Bir araç satın alacağımızda ilk önce kaportaya bakarız. Çürük var mı? orijinal mi? Boya var mı? Önden, arkadan vuruk var mı? Yani iskeletine bakarız öncelikle. Aracın motoru kesinlikle ilk önceliğimiz değildir.

Eş adayı ararken de namzedin boyuna, bosuna, endamına ve fiziğine bakarız. İçi, iç dünyası öncelikler arasında ilk üçe pek girmez. Hele bir de kadrolu çalışan ise aliyyül âlâ olur vesselam.

Kurbanlık hayvana mı bakacağız, yine gözümüz hayvanın fiziğinde. 

Hasılı her şeyimiz fizik. Alaverelerimiz  fizikle başlıyor, fizikle bitiyor. Lise 1'den itibaren hayatımıza bir de öğrencilerin korkulu rüyası Fizik dersi giriyor. Ne olduğunu doğru dürüst anlamadan sınıf geçmek ve test çözmek için uğraşır dururuz.

Hayatımız, içimiz, dışımız fizik dersek yeridir. Fizikle yatar, fizikle kalkarız. Rüyalarımıza girer. Bütün derdimiz fiziktir. Elde etmeye dünyayı veririz. Elde ettikten sonra kerevetimize eremiyoruz. Esas hayat, esas sıkıntı bundan sonra başlıyor. Çünkü biz Allah'tan fizik istemiştik verdi.

Görüntüsüne aldanıp aldığımız aracın içine binince motor başta olmak üzere diğer aksamının teklediğini, sos verdiğini görürüz. Ama iş işten geçmiştir artık. Bundan sonra geri kalan ömrümüzü araçla beraber sanayide tamirci ustasıyla geçireceğiz demektir. Görüntüsüne hayran olduğumuz kaportaya bir vuruldu mu, kaportacının elinden nasıl kurtulursun bilemem.

Hayatımızı birleştireceğimiz eşimizin albenili görüntüsü çektikçe çekmiştir seni. O cazibe merkezi, dünyanın merkezidir artık. Geri kalan ömrünü ona hizmet ederek onu memnun etmek için geçirirsin. Allah vere de görüntüsü meleği andıran perinin içi de güzel olsun. Özü de güzelse keyfine diyecek olmaz. Değilse yat ağla. Kalk ağla onu memnun edeceğim diye.

Kurbanlık hayvanın görüntüsünü beğenirsen genelde içinden de memnun kalırsın. Çünkü hayvanların genelde içi dışı birdir; şayet satıcı bir hile yapmamışsa.

Derslerden Fizik'ten pek yüzün gülmez. Çünkü bu ders sevdirmek için değil. Sanki nefret ettirilmek için icad edilmiş gibidir. Ders kolaylaştırılırsa öğrenci sınıfı geçeceğinden öğretmen pek cazibe merkezi olmaz. Ağırlaştıracaksın ki öğrenci peşinden ayrılmayacak. Gördüğü zaman sana saygı gösterecek, bir dediğini iki etmeyecek, selam verirken gözü sana bakacak, gerekirse senden ya da bir başka okuldaki meslektaşından özel ders alacak. Meslektaşınla çaprazlama paylaşacaksın. Gördüğün gibi çekim alanın hiç yok olmayacak.

Dediklerimden ve verdiğim örneklerden ikna olmadıysan seni sanal aleme davet edeyim. Orayı biraz izle. Paylaşımları gör. Gerçek hayatın yansımasını tüm çıplaklığıyla görürsün orada.  Ne mi demek istiyorum. İstersen kaportanı orada bir paylaş. Kısa zamanda beğeni rekorları kırarsın. Gelen beğenir, giden beğenir kaportanı. En beğeni almayan kaportanın sayısı yüzün altına düşmez. Ama kazara bir de orada fikir, düşünce, yazı paylaşırsan kaportana verilen değerin sayısı bir elin parmağını geçmez. Onlar da ayıp olmasın diyedir. Çünkü önemli olan senin fikirlerin değildir. Dış kaporta daha önemlidir. Çünkü fikir, düşünce gibi şeyler okuma gibi bir sorumluluk gerektirir. Oldum olası sorumluluğu sevmeyiz. Kazara okusa bile, sen ona; iyi ol, adil ol vb. Şeyler söyleyeceksin. Bir defa bu alem sorumluluk yeri, hatta hatırlatma yeri hiç değildir.

Eğer illa yazı ve düşünce paylaşacağım diyorsan ya etkili bir makamda, ya da ünlü bir yerde ağırlığın olmalıdır. Yerin iyi olunca bir hayırlı geceler diye bir yazı paylaşsan yine beğeni rekorları kırarsın. Yok böyle bir yerin yoksa otur oturduğun yerde. Fikrim de, zikrin de senin olsun...

Baharı beklerken*

İlkokulda okurken sınıfımızın panosunda mevsimlerin yazılı olduğu bir bölüm vardı: “İlkbahar, yaz, sonbahar, kış” diye.  Öğretmenimiz ülkemizde yaşanan mevsimler bunlar derdi. Her üç aya bir mevsim düşüyordu. Arkadaşlar arasında en iyi mevsimin ilkbahar olduğunu konuşurduk.

Büyüdükçe mevsimleri takip etmeye başladım. İçinde  altı ay süren kış ve altı ay süren yazdan başka bir mevsim göremedim.  Kışın donduk, yazı bekledik. Yazın da kavruldukça kışı bekledik. Bu ülkede mevsimlerin en iyisi dediğimiz,  ya kışa dahil oldu. Ya da yaza. Kışın habercisi sonbahar da; ya yaz,  ya da kış olarak kendini gösterdi. Baharın özellikle ilkbaharın hep yalan, ya da gelmesiyle gitmesinin bir olduğunu gözlemledim hep.

Tıpkı yalancı bahar gibi ülkemizde barış, adalet, demokrasi, insan hakları, huzur ve sükunet gibi değerler de yalanmış maalesef. Gördüğüm herkes  ülkemizin en fazla ihtiyaç duyduğu bu şeylere özlemini dile getirir. Sonuç, sıfır; elde var,  sıfır. Yarım asrı devirdim doğru dürüst bahar görmedim. Barış, demokrasi, huzur vb şeyleri bekleyen ve isteyen herkesin de -istisnalar kaideyi bozmaz- beklediğinin kendi barışı, huzuru ve adaleti olduğunu gördüm. Bu değerlerimiz, yetkili makamlara gelenlerin unuttuğu, yetkisizlerin  dile getirdiği kavramlar oldu.  Bir gün yetkisizler yetkili olunca onlar da kendi adaletini, demokrasisini oluşturdular. Bu ülkenin sessiz çoğunluğunun kaderi hiç değişmedi. Tıpkı gelmesiyle gitmesi bir olan yalancı ilkbahar gibi bu ülkeye hiç huzur gelmedi. Bizden görünen “İçimizdeki İrlandalılar”  ve kendi ihtiraslarımız yüzünden pek geleceğe de benzemiyor. Gelmeyen bu bahar yüzünden hepimiz birbirimizi suçluyoruz. Her birimiz sorunu diğerinde aramaktadır. Nedense hiç birimiz bu konuda burnundan  kıl aldırmıyor. Burnumuzun dikine gidiyoruz. Rakip/düşman gördüklerimizin derdi, sıkıntısı, ihtiyacı nedir diye düşünmüyoruz bile. Herkes; kendi çizdiğimiz, belirlediğimiz çizginin dışına çıkılmasın istiyor.

Eskiden “Huzur İslam’dadır” derdik.  Huzur, yine İslam’dadır. Buna eyvallah. Bilelim ki, gelmeyen huzur, dirlik ve birliğin sorumlusu İslam değil. Yaşadığımızı sandığımız İslam’dadır.

Adalet, huzur, dirlik isteyen bizler  ilk önce kendimizden ziyade karşı taraf için istesek sorun çözülür aslında. Her birimiz bozulmamış aklımızla hareket etsek bu akıl, vahiyle çatışmaz. Aklımızla konuştuğumuzu sandığımız birçok hususta aslında midemizle, nefsimizle hareket ediyoruz. Nefislerimizin çarpışmasından  huzur gelmediği gibi  bu mücadelenin kazananı da olmaz. Ah bir bilsek! Ah bir anlasak!

Eğer samimiyetle adalet, huzur, demokrasi vb hususlarda baharı bekliyorsak hepimiz ilk önce kendimize bakalım. Çünkü  Maide 105’de Allah: “Ey iman edenler! Siz, kendinizi düzeltmeye bakın. Siz, doğru yolda oldukça sapmış olan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O size neler yapıyor olduğunuzu haber verecektir.” Buyurmaktadır.

Her birimiz mevcut pozisyonuyla  devam ettiği müddetçe  Sünnetullah dediğimiz yasa değişmez. “…Bir toplumu oluşturan fertler kendi iç dünyalarındakini değiştirinceye kadar, Allah onların oluşturduğu toplumu değiştirmez….”(Ra’d Süresi 11) Görüldüğü gibi istediğimiz iyi şeylerin gelmesi için öncelikle kendimizi değiştirmemiz lazım. Eğer Allah’ın verdiği güzel şeylerin yok olmamasını istiyorsak bunun da yolu yine ayette bellidir: “Bu böyledir, çünkü Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez; ve Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.”(Enfal 53)

Barış , huzur, adalet.. istiyorsak, bu konuda samimiysek haydin öyleyse ilk önce kendimizden başlayıp taşın altına elimizi koyalım… Kendimiz için istediğimizi başkası için de isteyelim.

*08/02/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.