7 Aralık 2015 Pazartesi

65’LİKLER (YİNE KIZACAK)


-Yeğenim,hükümetin 65 yaşını dolduranlara şehir içi ulaşımı ücretsiz yapması iyi oldu değil mi?
-Hiç de iyi olmadı bey amca.
-Niçin,bedava olması iyi değil mi?
-Bedava sirke baldan tatlıdır.Orası öyle.Ama otobüsler 65’lilerden geçilmez oldu.Ne kadar evinde oturan yaşlı varsa piyasaya çıktı.
-Çıksın,ne olacak da?
-Çıksın çıkmasına da benim bildiğim yaşlı kişi evinde oturur,torun büyütür.Oğlu,kızı kendisini ziyaret eder.Kendilerine hizmet eder.Şimdi oğlan kızın gelmesine gerek kalmadı,bey amcalar piyasaya çıktı,artık 65’liler çocuklarını ziyarete başladılar.Sadece gideceği yere de gitmiyor.O duraktan beriki durağa, birinden inip diğerine biniyorlar. Otobüste beğenmiyorlar.Geçen gün birisi güç-bela otobüse bindi.Baktı ki otobüs eski Mercedes 302 otobüslerden.Hem kartını uzatıyor, bir taraftan da “otobüs eskiymiş,bayramdan önce belediyeye yeni bir otobüs alayım bari.”diyor.
-Eee?
-Eee’sini bilmem.Ama ne kadar da 65 yaşını geçen büyüğümüz varmış,en azından onu da gördük,nüfusumuz da yaşlanıyor artık bu da anlaşıldı.
-Bedava olması iyi olmadı mı?
-Amca taktın bedavaya.Devlet bunu bedava yapar,diğer taraftan alır.Devlet her şeyi bedava verir görünür,diğer taraftan bonusuyla birlikte alır.Devlet dediğin vergilerle yaşar.Cebinden verecek değil ya.Sonra biz toplum olarak bedava işin kıymetini bilmeyiz.Her yapılanın,her hizmetin daha iyi olabilmesi için az veya çok mutlaka bir maliyetinin olması gerekir.Zaten bizim ülke ekonomimiz üretime değil tüketime dayalı bir ekonomi.Sıcak parayla ülke ekonomisi dönüyor.
-Bedava olmasın mı yani?
-Olmasın tabii.Burada suç otobüse binen 65 yaşını doldurmuş insanımızda değil.Bu kapıyı açanlarda.Madem bedava yapacaksın kazancına göre bir planlama yapılması lazım.Adam paradan köşe olmuş o da bedava biniyor.Asgari ücret kadar maaş alan emekli de bedava biniyor.Buna olsa olsa eşitlik denir,adalet denmez.Bence bedava yapmaktan ziyade her 65 yaşını doldurmuş olana her ay 100 TL ulaşım yardımı adı altında bir zam verilsin.Bundan sonra binen ücretiyle binsin.Hiç olmazsa otobüslere binen binmeyen belli olur böylece.
-Ben sordum bana söyledin başkasının yanında söyleme,adamı linç ederler.Sen devletimizden iyi mi bilirsin.Adı üzerinde devlet baba.Bırak babalığını yapsın.Suç sende değil sana soru soranda. Bırak;ülkeyi,devleti sen mi kurtaracaksın. 06/10/2015

Besmeleli Hırsızlık

“Çingene Beyliği” isimli paylaşımıma bir arkadaşım, "Sende yazarlık damarı var gardaş, gel buralara da elinden tutacak birileriyle tanıştırayım. Muhteşem bir yazı. Şayet çalmadıysan” şeklinde bir yorum yaptı. Yazı öp öz bana ait bir yazı. (https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2015/12/cingenenin-beyligi.html) Cümlesinde geçen “çalmadıysan” kelimesi beni geçmişe götürdü.
-Hiç çaldın mı?
-Teşebbüs ettim fakat beceremedim.
-Ne çaldın?
-Elma...
-Ne zamandı?
-1976-1977 yıllarıydı sanırım.
-Anlatır mısın?
-Anlatamam.
-Niye?
-Çünkü Allah yapılan kötülüğü anlatmayı Nisa süresi 148.ayette:” Allah, zulme uğrayanların dışında çirkin sözün açıkça söylenmesinden hoşlanmaz. Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.” buyurarak yasaklıyor.
-Kaç yaşındaydın bunu yaptığında?
-12-13 olmalı.
-Daha ergen bile olmamışsındır. İstersen anlat.
-Sen istedin, ısrarına dayanamayacağım. Zaten dilim de şişmişti.
-Hah şöyle! İçindeki çocuğu çıkar artık.
-Köydeydim o zamanlar. Köy dediysem kasabaydı. Sonra birbirine yakın iki kasabayı birleştirerek İlçe yapıldı. Benim köyüm mahalleye dönüştü. Kasaba da olsa, ilçe de olsa, mahalle de olsa benim gözümde dil alışkanlığı olarak hep köy olarak kaldı orası. O zamanlar, şimdi park yapılan yerde 9 gözlü çeşmesi vardı. Oluklarından bilek kalınlığında suyu akardı. Hayvanların su içmesi için önlerine yalaklar yapılmıştı. Akşamları da burası, gençlerin yüzmeyi öğrenmek için pratik yaptıkları havuz görevini üstleniyordu. Alt tarafında belki de kaç nesli gölgesinde büyüttüğü çınar ve söğüt ağaçları vardı. Hemen altında ise bugün bazı yerlerde adına hobi bahçesi adı verilen ve köylünün avar ekmesi için üleştirilmiş çiziler, daha aşağısında ise badem, kayısı, elma vb meyvelerin bulunduğu meyve bahçeleri vardı. Mevsim, meyvelerin olgunlaştığı dönem. 
Köy bahçesinin bekçisi, meyvelere zarar vermesin diye çocuk ve gençlerin bahçelere gitmesine izin vermezdi. Aslında bahçelerin girişi çoktu. Dileyen dilediği yerden girebilirdi. Bahçelere giriş tıpkı Nasreddin Hoca’nın türbesine giriş gibiydi.
Kur’an Kursu’nda okuyan 3 çocuk, şansımızı deneyelim diyerek bahçelere doğru yöneldik. Hayret! Kimseyi salmayan bekçi bize bir şey dememişti. Ne de olsa Kur’an Kursunda okuyor, Kuran öğreniyorduk. Cebimizde ise “Made in China” yazan beyaz namaz takkeleri vardı. Adam bize güvenmişti: ”Bunlar çalmaz, çırpmaz, başkasının meyvesinde gözü olmaz” diye düşünmüştü. 
Biz 3 arkadaş aşağı bahçelere doğru adımladık. Aramıza yaz dönemi katılan –Allah hayrını versin-büyüğümüz, önümüze geçerek bizi bir bahçeye götürdü. ”Burada güzel elmalar var” dedi. ”Elmalar bizim değil, yememiz uygun değil” diye düşünürken kırmızı kırmızı meyveleri olan elma ağacının altında bulduk kendimizi. Eğilip yere dökülen elmaları pantolonun cebine -ne kadar doldurabilirsek- doldurmaya başlamıştık. Bir baktık! Bahçenin sahibi 70’ine merdiven dayamış piri fani amca da bahçenin kenarında bize bakıyor. Gözleri pek görmeyen, kulakları fazla işitmeyen dede hiç tepki vermeyince biz de işi aymazlığa verip dökülmüş elmaları almaya devam ettik. Az sonra yukarılardan dedenin torunları hem koşuyor hem de "Hırsız vaar, hırsızlar! diye bağırıyorlar. Cebimize doldurduğumuz elmaları bir taraftan tekrar yere atarken bir taraftan da tabana kuvvet kaçmaya başladık. Çamursuz taşlarla örülmüş kuru ihata duvarlarından elimizi değmeden atlamaya başladık. Kendimi bir an için Bizans surlarından atlayan Cüneyt Arkın’a bile benzettim. Ama zaman benzetme zamanı değildi. Yakalanıp dayak yemek ve hırsız damgası yemek de vardı. Bu yüzden arkamıza bakmadan kaç bahçe duvarı atladık hatırlamıyorum. Nice soluk soluğa süren maraton koşusundan sonra kendimizi trafonun yanında bulduk. Nihayet arkamıza bakmayı akıl ettik. Kimsecikler yoktu. Şükürler olsun! Kendimizi yakalatmamış, postu deldirmemiştik. Üstelik bizi de tanıyamamışlardı. Haliyle hırsız damgası da yemeyecektik. Sevincimize diyecek yoktu. Kısa bir birliktelikten sonra üç kafadar evlerimizin yolunu tuttuk.
Ertesi gün baktım dedenin torunu yanıma geldi: ”Dün bizim bahçede yanında iki kişi vardı. Onları tanıyamadık ama seni tanıdık.” demez mi. 
Saç rengim ele vermişti beni. 
İşte benim elma hırsızlığım bu şekilde başlamadan bitti. Rabbim Bakara 138.ayette:” Allah'ın boyasına bak! Kim, Allah'tan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz O'na ibadet edenleriz. “ buyurmaktadır. Rengim beni kötülük yapmaktan uzak tuttu. Demek ki bunda da vardır bir hayır değil mi?
-Kardeş! Sen hırsızlık yapmamışsın ki...
-Evet yapmadık ya da yapamadık ama teşebbüs ettik. Şayet bunu yapabilseydim, bunu yaparken de rengim beni ele vermeseydi, bir zaman sonra belki de şehrin en ünlü hırsızı olurdum.
-Başka yaptın mı?
-Hayır, asla,  tövbe, tövbe! Allah çalanlardan, haksızlık yapanlardan eylemesin.
-Amin amin!
- Elmayı ısırıp sonra da helallik dilemek için sahibini arasaydın ne iyi olurdu.
-Senin dilinin altında bir bakla var ya, neyse. Belki de dayak yerdim. Ama sonradan helallik dileyenlere köyüm insanının, "Yerden göğe kadar helali hoş olsun” dediğini biliyorum.
-İyi de bu hikayenin adını ne koyalım?
-“Besmeleli Hırsızlık” olsun.
-Niye ki?
-Hiiiç! İçimden öyle geçti.
02/07/2015

"Ne olursun sen ekmek ye"


-Azizim,göbek biraz inmiş.Nasıl becerdin bunu?
-Ekmek yemeyi bıraktım,ondandır.
-Zor oluyor mu?
-Zorluğu yok da
-da'sı ne?
-Sadece elin yoruluyor?
-Niye ki?
-Kaşık tabağa sürekli gidip geliyor.
-O zaman ben de bırakayım.Başka türlü bu göbek erimeyecek.
-İyi olur olmasına da eşinle aran açılır.
-Niye ki?
-Çünkü ekmek yemeyince sofrada yemek kalmıyor,kaşık da elden düşmüyor.
-Olsun,nasılsa yenecek.
-Olsun olmasına da. Bu gidişle yemek yetişmeyince hanım bana "Varsın kilolu ol.Ne olursun,sen ekmek ye." diyecek.

Fire**



“Bizim buralarda böyle”

Duymuşsunuzdur, herhangi bir ürün için: “Şu kadar fire verdi/verir" diye. Baştan söyleyeyim ben ilk defa 1994 yılında duydum. Daha önce duyduysam da hiç dikkatimi çekmemiş. Benim burada değineceğim fire bir başka. Bundan sonra da bu kelimeyi hiç unutmadım.

1994 yılı idi. Kış yaklaşıyor. Kömür işini halletmem lazım diye bir mahrukatçıya uğradım. Kok kömürünün tonunun 5.250.000 lira olduğunu söyledi. Satıcıya, geldiğim ilçede kömürün fiyatı 5.500.000 TL idi. Siz niye ucuz veriyorsunuz dedim. "Hocam, biz gani gönüllüyüz. Fazla kâr etmeyiz" şeklinde cevap verdi.

800 kilo kömür tartın dedim. 760 kilo tartıldı. "Tamam 800 kg oldu" dedi. Daha 40 kg eksik dediğimde, " Biz tonda 50 kilo fire keseriz. Senin kömür 800 kilo oldu" cevabını verdi… Fire ne demek dediğimde " Kömür gelirken toza çıkar, ıslak gelir, kuruyunca eksilme meydana gelir" şeklinde açıklamada bulunuldu. Be kardeşim! Kömürü daha ucuza vereceğinize kömürün vereceği fireyi  hesaba katarak 5.500.000 lira deseniz ve kömürü de fire kesmeden kilosunu tam verseniz olmaz mı dediğimde de "Bizim buralarda böyle" dendi. Mecburen kömürü aldım içime sinmese de. Bir daha buradan kömür almayacağım diyerek oradan ayrıldım, tabii içimden.

Bir başka odun-kömürcüden 500 kg odun almak için gittim. Bana “Şurası 500 kg” dendi. Tartalım dediğimde “Kesip parçalamadan önce yaşken tartıldı,” dendi. Oduna baktım kurumuş haliyle sanırım, 300-350 kilo ancak gelirdi. Yine aldım tabii mecburen içime sinmese de.

Bu bölgede 7 yıl kaldım. Her yıl başka bir satıcıya müşteri oldum. Her birine bu durumun dinen caiz olmadığını, Şuayp Peygamberin kavmi olan Medyen ve Eyke halkının ölçü ve tartıda eksik tartıp  hile yaptıklarından dolayı helak olduklarını anlattım. “Hocam seneye dediğiniz gibi yapacağım” sözüne karşılık  alışverişimi yaparak ayrıldım. Seneye aynı kişiye gittiğimde "Hocam diğer arkadaşları karşıma alamam, bizim burada böyle" cevabıyla karşılaştım.

Eksik tartma konusunu zaman zaman gündemde tutmaya çalıştım. Çalıştığım okuldaki oralı yerli öğretmenlere konuyu açtım: " Hocam, siz cuma günleri vaaz vermeye çıkarsınız, vaazınızda bu konuyu gündeme getirin, ya da o esnafları tanırsınız, gidin konuşun" dediğimde kaldığım müddetçe vaazda konu edildiğine şahit olmadım. Esnafa söylediklerini de duymadım. Anlaşılan yerleşik düzeni ve bu âdeti değiştiremeyeceklerine inanıyorlardı veya kimseyle kötü olmak istemiyorlardı. Bulunduğum yerin esnafından, öğretmenine ve halkına varıncaya kadar hepsi mütedeyyin ve iyi insanlardı. Kendi evim, bölgem gibi rahat ettim orada 7 yıl boyunca. Hepsi de iyi niyetlilerdi. Fakat o kadar  iyi niyetli arasından odun-kömürün tam ve eksiksiz tartılması konusunda bir mesafe alamadım.

Adetlerimizden maalesef kolay kolay vazgeçemiyoruz. Bu durumdan halkın da çok hoşnut olduğunu sanmıyorum. 15 yıl önce ayrıldığım o bölgedeki mahrukatçılar hâlâ aynı şekilde mi satış yapıyorlar bilmiyorum.  Aynı  duruyor  cevabı alırım endişesiyle oradaki dostlarıma da bu durumu sormadım. İnşallah ölçü ve tartı işindeki fire meselesi ortadan  kalkmıştır.

Bu konuyu, Hud süresi 85. ayet mealiyle bitirelim: " “Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. İnsanların eşyalarını (mallarını ve haklarını) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. ”Ölçü ve tartıda peygamberlerini dinlemeyen halkı Allah Teala, kavurucu sıcaklık ve ardından gelen rüzgarla birlikte helak ettiğini belirtir.

Helal kazanan, haram lokma yemeyen, ölçü ve tartıda hile yapmayan güvenilir kimselerden olmamız temennisiyle...06/12/2015

**09/05/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır

"Sen o gözlerini göster"

-Hem suçlu hem güçlü-

Adana'dan Konya'ya nakil oldum. 2005 yılının Ramazan ayı idi. Bir elimde 3 yaşındaki çocuğum, diğer elimde akşam pidesi ile fırından çıktım. Pazarın kenarından etrafı seyrederek evime doğru gidiyordum.

Bir kamyon içinde karpuz satan birisi seslendi:
-Vereyim mi bir tane?
-Tane ile mi veriyorsun, kilo ile mi?
-Kiloyla. Tartayım mı bir tane?
-Tamam tartalım.
Pazarcının, karpuzu teraziye koymasıyla kaldırması bir oldu. Tartıp tartmadığını da
görmedim. Çünkü uzağındaydım.
-Bir milyon lira.
-Kalsın, istemiyorum.
-Niçin?
-Çünkü tartmadın.
-Gel gözlerin görsün.

Karpuz alma niyetim ve ihtiyacım olmadığı halde yanına yaklaştım. Şimdi teraziyi gördüm. Görüntülü, elektronik terazi vardı önünde. Karpuzu teraziye koydu tartmak için. Terazide hiçbir görüntü yoktu. Sonra eline aldığı teraziyi ters çevirdi. Diğer elindeki bıçakla terazinin altındaki vidayı açmaya başladı. -Arkadaş kalsın. (Dedim ve yürüdüm)
-Niye?
-Çünkü tartmadın.
-Git sen o gözlerini göster. Senin o gözlerin kör tamam mı? Diye bağırdı ve ardından bıçakla geldi. Niyeti kavga artık, belli. Hem suçlu, hem güçlü. Nasıl kavga edecektim. Bu konuda hiç becerikli de değildim. Sonra nasıl ve neyle kavga edecektim: Bir elimde 3 yaşındaki çocuğum, diğer elimde ekmek, gözümde gözlük. Adamın ise elinde bıçak. Kilo ise o biçim. Bak gayri sen. Çatmıştım belâya. Belâ geliyorum diyor artık.

İşini ve rızkını helal bir yoldan elde ettiği belli olan pazarcı kardeşim üzerime yürüdü. İteklemesiyle sendeledim. Yıkılmadım hâlâ ayaktayım. Oradan bir kaç kişi araya girmeye çalıştıysa da nafile. Bizim ki bana haddimi bildirmeye niyetliydi. Bağırış-çağırışımıza diğer pazarcılardan bazıları "250 lira için kavga etmeyin, şu mübarek günde" diye seslendiler. Beni bir onlar anlayacaklardı. Maalesef onlar da yanlış anladılar.

Derdim karpuzun parası değildi. Ucuz-pahalı hesabı da yapmamıştım. Sadece tartıyı güzel tartsın. Bana "arkadaş terazi bozuldu. Ya tamir edeyim bekle, ya da bu karpuz zaten bir milyon lira eder" deseydi alırdım gerçekten. Ki geldiğim Adana'da zaten karpuzu tane ile veriyorlardı. Tane ile almaya alışkındım.

İteklemeyle düşmemiştim. Uzaktan gelen biri "Ulan yanında çocuğu var. Utanmıyor musun? Bak çocuk yere düştü. Çekil şurdan terbiyesiz" deyince çocuğumun düştüğünü anladım o kargaşada.

Pazarcı-bıçak, ben ve kavga... Canımı kurtarmıştım. Daha doğrusu pazarcıyı itekleyen adam canımı kurtardı. Mübarek O kadar kişinin içerisinde sanki Hızır'dı. Yetişti bana. Tanımıyorum. Tanıyamadım da. 10 yıl olmuş. Allah o kimseden razı olsun.

Pazar yerinden biraz uzaklaşınca, adamın yanına kalmasın, bu ülkede kötüler varsa devlet de var dedim. Telefonla 155'i arayarak tanımadığım pazarcıdan şikayetçi oldum.  Durumu anlattım. Polis bana, "Lalebahçe Karakolu'na gelip dilekçeyle adamdan şikayetçi olacaksın beyefendi" dedi. "Sağ kalırsam gelip dilekçe veririm" dedim, kapattım telefonu. Halbuki ben, herkesin gözünün önünde polis gelir, adama kelepçeyi takar diye düşündüm. Çünkü adam bana bıçak çekmişti. Karakola gidip adam hakkında nasıl şikayetçi olacaktım. Adını bilmem sanını bilmem. Görsem de adamı tanımam. Gidip adama, " senin hakkında şikayetçi olacağım, adını söyle mi" diyecektim. Emniyetin genel tavrı mı böyle. Acaba o polise özel bir tavır mıydı? Neyse geçti gitti artık. Rabbim eksik etmesin onları. Ama bana gölge olmasınlar yeter. Başka da ihsan istemem.

Niyetim ölçü ve tartıda hilenin kötülüğünü anlatmaktı. Ama 2005'de olup geçmiş bir olayı anlatırken duygusallaşıp o anı yeniden yaşamış gibi oldum.

Rabbim bizleri kavgadan, kötülerden berî kılsın. Ölçü ve tartıyı tastamam yapan kullarından eylesin. Evine, çoluk, çocuğuna helal kazanç ve helal rızık götüren/getirenlerden eylesin. 06/12/2015

6 Aralık 2015 Pazar

Kirli Savaş

-Kardeş Kavgaları-

Tarihte devletler arasında savaşlar, kardeşler arasında mücadele hiç eksik olmamıştır. 

Hiç bir savaş kardeş kavgası kadar şiddetli olmamıştır. Kardeş derken sadece kan kardeşliği akla gelmesin: Kan kardeşliği, din kardeşliği, soy  kardeşliği vb. kardeşlikler düşünülebilir. Özellikle İslam dünyasında taht ve rant kavgaları unutulmaz yaralara yol açmış. Bir çok ayrışmanın tohumlarının  atılmasına sebebiyet vermiştir. 

Asabiyet, aşiret ve aidiyet kavgaları hakeza aynı ayrışmanın tohumlarını atmıştır. Habil-Kabil Kavgası, Yusuf ve Abileri, Filistin(İsmail Sülalesi)-İsrail(İshak Oğulları), Cemel Vakası, Sıffın Savaşı, Kerbela Olayı, Emevi-Abbasi Mücadelesi, Yıldırım Bayezit-Timur Savaşı, Yavuz-Şah İsmail Mücadelesi, Osmanlı-Şerif Hüseyin, Osmanlı Padişahlarının kardeş katline cevaz veren fetva çıkartmaları, Cem Sultan-Bayezit Mücadelesi, Alevi-Sünni Çatışması, Cemaatlerarası Çatışma, Cemaatlerin Hükümetlerle Mücadelesi, Mezhep Savaşları, Suriye, Irak'daki savaş...vb.

Görüldüğü gibi birbirimizle boğuşmaktan yaşamaya fırsat bulamamışız. Hâlâ da kan akmaya/akıtmaya devam ediyoruz. 

Biz bu şekilde olmaya devam ettikçe düşmana ihtiyacımız yok. Allah Müslümanlara akıl, iz'an ve feraset versin. 29/10/2015

Meslekî Çalışmalar


"Türkiye Cumhuriyeti formaliteler üzerine bina edilmiş bir devlettir" dense sanırım yanlış olmaz. Formaliteyi yerine getirdin mi gemisini kurtaran kaptansın.

Yönetmelik ve Yönergelerle kurulmuş, düşünce ve planlaması güzel ve bu çerçevede işletilmeye çalışılan toplantılardan bahsediyorum. Her meslek grubunda  vardır buna benzer toplantı ve çalışmalar. Burada Milli Eğitimin toplantı, komisyon, kurul vb çalışmalardan bahsetmek istiyorum. Örnek:
● Yılda 3 defa yapılan Eğitim Bölgesi Danışma Kurulu, Müdürler Kurulu toplantıları,
● Okul, ilçe zümre toplantıları,
● Mesleki çalışmalar vb.

El'an gündemde olduğu için mesleki çalışmalardan bahsetmek istiyorum.

İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 38.maddesinde "Okul öncesi eğitim ve ilköğretim kurumlarında görevli yönetici ve öğretmenlerin genel kültür,  özel alan eğitimi ve pedagojik formasyon alanlarında, bilgi ve görgülerini artırmak, yeni beceriler kazandırmak, eğitim ve öğretimde karşılaşılan problemlere  çözüm yolları bulmak, öğrencinin ve çevrenin ihtiyaçlarına göre plan ve programları hazırlamak ve uygulamak amacıyla derslerin kesiminden Temmuz ayının ilk iş gününe, Eylül ayının ilk iş gününden derslerin başlangıcına kadar; yıl içinde ise yıllık çalışma programında belirtilen sürelerde mesleki çalışma yapılır." denilmektedir.

Yıllardır İlköğretimlerde yapılan bu çalışma 2 yıldır  liselerimizde de  yapılmaya başlanmıştır. Yönetmeliğin amir hükmüne bakınca amacı gayet güzeldir. Amaca itiraza mahal yoktur. Yılda toplam bir ay bu hedefler için günlük 09.00-13.00 saatleri arasında bu çalışmalar yapılmaktadır. Esas mesele  birçok meselemizde olduğu gibi bu çalışmalarda da maalesef formaliteden öteye geçilememiştir. Haziran ayında bir yılın yorgunu olan bir kesimin tatil 
havasına girmesi, eylül ayında ise iki aylık tatilden dönen bir kesimin tatil  havasından kurtulamaması isteksizliği beraberinde getirmektedir. Bakanlık ve MEM'lerin de çok isteksiz olduğu göze çarpmaktadır. Çoğu zaman Bakanlığın mesleki çalışma planlaması ile taşranın çalışma takvimi ve ele alınacak konuları örtüşmemekte,  hatta kapalılıklar açıklamaya muhtaç görünmektedir. Her çalışma döneminde mutlaka bir mesleki çalışma planı gönderilir okullara. Ardından düzeltme, ardından bir, iki düzeltme daha. Sonra açıklama ve açıklamanın izahı gelir.   İsteksizliğin olduğu bir yerde maalesef verimden bahsedilemez. Birçoğumuz da bu tür çalışmaların faydasına kendimizi ikna edemedik. Yine de çalışmaların sonunda raporlar hazırlanır. Elde edilen sonuç okul müdürlüğüne teslim edilmek üzere hazırlanmış bir rapordur: Denetlenmeye gelindiğinde gösterilmek üzere dosyalanan ya da dijital ortamda saklanan. Aslında kişi ne isterse karşılığında onu bulur.

Niyetim öğretmeni, yöneticiyi, MEM'i, MEB'i suçlamak ve eleştirmek değildir. İstisnaları mutlaka vardır ama genel görüntü maalesef bu şekildedir. Bu kadar isteksiz, bitkin ve yılgın bir görüntünün akabinde amaca hizmet eden bir başarının ortaya çıkması söz konusu olamaz. Demek istediğim adı ister zümre, ister kurul, ister komisyon, ister çalışma olsun çoğu amaca hizmet etmemektedir. Sadece bir kesim yılın belli günlerinde bir yerde tutulmuş, oyalanmış ve bir formalite daha yerine getirilmiş olur. Bir işe, bir konuya kendimizi vermediğimiz ve faydasına inanmadığımız müddetçe verim elde edilemez. Biz bu tür çalışmalarda da kendimizi ortaya koyamadık. Belki de dert edinmedik.

Verimin olmadığı bu çalışmaları kaldırmakla işe başlanabilir. Yok, öğretmenin yaz tatili üç aya çıkar, bu da çok dikkat çeker denilirse o zaman  mesleki çalışma günleri eğitim ve öğretim süresine ilave edilsin. Eğitim ve öğretim bu ülkede 180 iş günü olacağına 200 iş günü olsun. Yok. Türkiye şartları iki yüz gün eğitim yapmaya müsait değil denirse o zaman bu mesleki çalışmalar adam gibi yapılsın. 28/08/2015