7 Aralık 2025 Pazar

Şemsiyem de Şemsiyem

Kayınpederin kızı, "dün soğan almadın mı" dedi. Yok almadım. Bugün markete gideriz diye almamıştım dedim. "İyi de ben şimdi yemek yapıyorum. Soğansız mı olsun" dedi. 

İyi ki yemek yapmayacağım o zaman demedi. Öyle ya soğan da soğan. Değilse sen bilirsin deseydi, pazar pazar çekilmezdi açlık. 

Her zaman son dakika golü yemek yapan kayınpederin kızının bugün erkenden yemek yapası geldi. Vardır bir hayır. 

Soğansız yemek nasıl olurdu. Ya bir de yemekte tat ve lezzet olmazsa. Mazeret de hazır. "Soğansız yemek böyle olur. Bunu bulduğuna şükret" der miydi derdi. 

Zaten önüne gelen haline şükret diyor. Hiç, paran, pulun var mı diyen yok. 

Yağmur da yağıyor. Üstelik duracak gibi değil. Olmazsa yarı ıslanıp şu markete gidip geleyim dedim. 

Üzerime yağmur geçirmez oğlandan geçme montu geçirdim. 

Ne olur ne olmaz deyip 2000 öncesine ait evladiyelik şemsiyemi de aldım. 

Almakla iyi yapmışım. Öyle böyle değil, baya yağıyor. Şunu söyleyeyim ardı arkasına üç gündür ince ince yağan bu yağmur sanki bu sene eski kışlardan bir kış göreceğimizin habercisi gibi. İnşallah böyle olur. 

Soğan ve elma alayım dedim. İki markete baktım. Birinde soğan 9 lira idi, diğerinde 8.99 lira. Haliyle 8.99'u tercih ettim. 

Elmadan vazgeçip soğanın yanına üzüm aldım. 

Giderken yağan yağmur, dönüşte de hız kesmeden yağmaya devam etti. 

Eve gelip aldıklarımı koydum. Şemşiyeden şıpır şıpır su akıyor. 

Şemsiyeden su damlaması ne anlama gelir? Hayır mı şer mi bilmem ama bizim kırmızı çizgimiz. 

Kayınpederin kızı şemsiyenin suyu aksın ve kurusun diye yer ararken dur şuraya koyayım diye dairenin girişindeki çöp kovasının üzerine koydum. 

Çocukların anası "Bir şey olmaz mı" dedi. Olmaz, ne olsun dedim. İçeri girdim. 

Aradan birkaç saat geçti. Yağmur hafif çisentiye bıraktı. Hava kararmadan alışverişi yapıp geleyim diye çıktım. Arabayla gidecek olsam da şemsiyeyi de almalıyım dedim ama benim şemsiyenin yerinde yeller esiyordu. 

Gelinlerin annesine sordum, şemsiyeyi aldın mı diye. "Hayır, ben almadım" dedi. 

Az önce oğlan yağmur yağarken spora gitmişti. O almış olabilir mi dedim. Arayıp oğluna sordu. Almamış. O zaman az önce senin diğer oğlun gelmişti. O almış olabilir mi dedim. Onu da aradı. O da almamış. 

Çocukların anası, annelerinin iki çocuğu da almadığına göre bu şemsiye nere giderdi. Komşular almaz. Apartmana giren çıkan olmaz. 

Adeta tutuştum. Zaten canım sıkkındı. Çünkü pazardan başlar bendeki pazartesi sendromu. Öyle ya yarın okul vardı. Üzerine bir de şemsiye eklenirse katmerli bir üzüntü çökerdi üzerime.

Nitekim öyle oldu. 

Hıncımı soğandan almalıyım. Öyle ya pazar pazar şu soğanın başıma açtığı işe bak. Ha dün alıverseydim olmaz mıydı. Bir de şemsiye bulunmazsa, bundan sonraki geriye kalan ömrüm bilin ki benim için çok yavan geçecek. Zira ağzımın hiç tadı olmayacak. Bu şemsiyeyi çok kullanmasam da 2000 öncesine ait bir şemsiye idi. Manevi değeri önemli değil de maddi değeri önemliydi benim için. Çünkü az paraya almamıştım o zaman. 

İyi de uçmuş muydu bu şemsiye? 

Can havliyle kışlık sporları geçirip dışarı attım kendimi. Hava soğuk, yağmur hafif çiselemesine rağmen adeta içim yanıyordu. Ne soğuk söndürürdü bunu ne de yağmur damlacıkları. Az sonra yapacağım yüklü alışveriş de tüm bunun üzerine benzinle ateşe gitmek gibi olacaktı. 

Bu durumda moralin bozuk yarın okula gitme bari deseler bile sönmezdi bu ateş. Sonra okula gitmemek de çözüm olmazdı. Çünkü nereden bakarsan 27-28 yıllık şemsiye. Vay be çeyrek asrı devirmiş. Ben geldim gidiyorum o ise hala yepyeni ve işlevini harfiyen yerine getiriyor. Bir daha böyle şemsiye bulabilir miydim. Buldum diyelim, böyle bir şemsiye şimdilerde kaç para idi. Haydi bulup aldım diyelim. Kasım ayında enflasyon 0,87 çıkmıştı. Benim yeni şemsiyeyi almak demek, inişin inişine geçmiş enflasyonun inişini yavaşatabilirdi. Çünkü her alışveriş enflasyonu körüklerdi. 

Ben böyle bir haletiruhiye içerisinde abuk sabuk düşünceler içerisinde apartman kapısını açınca, karşımda kapı önünü süpüren site görevlisini gördüm. Sevindim görünce. Çünkü şemsiyeyi soracağım bir kişi daha bulmuştum. Kolay gelsin. Yukarıda şemsiye gördün mü dedim. "Evet, gördüm. Attım çöpe" dedi. Abi, benim evladiyelik şemsiye o. Islanınca suyu aksın diye çöp kutusunun üzerine koymuştum. dedim. "Çöpün üzerine konunca çöpe gidecek diye aldım. Arka taraftaki çöp kutusunun içine koydum. İyi ki bugün oğlan ve hanım yoktu. Onlar olsaydı, esas çöpe giderdi. Bulunamazdı" dedi. 

Hemen arka tarafa geçti. Benim şemsiyeyi getirdi. Kaybolup gitti dediğim şemsiyeme dair tüm umutları bitirdiğim anda, şemsiyem geri geldi. Bir sevinç bir sevinç. Anlatılmaz yaşanır. 

Bundan sonra kim tutar beni. Markete gidip gördüğümü market arabasına attım. Dolaştım marketin içinde. Gerçi bu market arabasıyla altın ve gümüş de taşınıyormuş ama benimkisi gıda taşımak. 

Yaptığım alışveriş 3.049,13 TL tutmuş. Bir iç geçirdim ama şemsiyenin üzüntüsü kadar değildi. 3.049'u anladım da şu 13 ne? Bu küsurat nereden oluştu? Yoksa adliye soygununun 13 Kasım olduğuna bir telmih mi vardı? 

Aman neyse ne? Evladiyelik şemsiyem çöpten de olsa geri geldi ya. Bundan iyisi can sağlığı.

Bu da benim kulağıma küpe olsun. Bir daha çöpün üzerine atılmayacak bir eşya koyar mıyım? Tövbe tövbe.

Not: Bu şemsiye nasıl bir şemsiyeymiş dşye merak edenler için bir görselini buraya koyuyorum. Böyle büyük göründüğüne bakmayın. Katlanır da. 

Not: Size sıcağı sıcağına bir not paylaşayım. Bu yazımı okuyan çanta, şemsiye, kemer türü malzeme satan esnaf bir arkadaş, "Ramazan Hocam. Dert edindiğin kadar varmış. Şu an onun değeri 1000 TL civarı." mesajı gönderdi. Bu mesajı görünce büyük tehlike atlamışım, verilmiş sadakam varmış. Bir de şemsiye geri gelmeseydi, cepten 1000 TL çıkacaktı. Bir diğer husus da bu evladiyelik şemsiye beni öbür dünyaya gönderir diye kendime bir hedef koymuştum. Cepten para çıkacağı gibi ölmeden şemsiye benden önce öleceği için hedefim gerçekleşmeyecekti. Bu da her yıl, yıl sonu enflasyon hedefi koyup da hedefi tutmayan Merkezi Bankası gibi olmak demekti. Hedefi tutmadığı için MB'nin karizması çizilmese de benimki çizilebilirdi.

Bu notu da böylece paylaşmış olayım ki amma da şemsiye imiş. At ile deve mi diyenlere bir cevap niteliğinde olsun.

Bir diğer not daha. Bu yazımı okuyan biraderim, ağa, şemsiye iyiymiş bana ver diye telefon açmaz mı? Dinledim. Ciddiydi. Belli etmedim ama aklım çıkıvirdi. Bunun şakasını bile sevmem. Biraderim ise ciddi mi ciddi. Ona da hiç kusura bakma. Bu şemsiye benimle gidecek. Ben gittikten sonra vereselerden iste. Verirlerse senin olsun dedim. Bu not da şemsiyeme göz kırpanlara gelsin. 

Tavıra Tavır

Tanımam etmem. Kimdir, necidir bilmem. Sosyal medyadan arkadaşlık göndermiş. Baktım ortak arkadaşlar var. Kabul ettim.

Sonrasında yüz yüze tanıştık. Pek yakınımda imiş. 

Gündeme dair yazdığım yazılara yorumlar yazdı. Kimdir bu diye baktığımda, şu ortak arkadaşların arkadaşı dedim. 

Yorum yazıyor ama yorumdan başka her şeye benziyor. Tepeden bakıyor, Buyurgan davranıyor, ayıplıyor, başka mahalleye şirin gözükmekle itham ediyor. Kısaca itici yorumlarına ve yazdığı yorumlardaki üslubunu çok itici buldum. Cevabi yazılarımda özellikle üsluba dikkat çektim. Yazımı ve içeriğini beğenmeyebilirsiniz. Yorum yazmak zorunda değilsiniz. Yorum yazacaksanız da üsluba dikkat etmesinizi, çünkü bu suçlayıcı üslubun faydasının olmayacağını ifade ettim.

Gel gör ki kaba kuvvet üsluba devam etti. En son yorumuna cevap yazdım. Böyle üsluba bir daha cevap vermeyeceğim. Bu size son yorumum dedim. Oymuş bir daha cevap yazmadı. Hele şükür dedim.

Şimdi karşılaşıyoruz. Ne selam var ne sabah. Beni görünce başını eğip geçip gidiyor. Selam verip hal hatır sordum. İyiyim dedikten sonra geçip gittim.

Sonrasında soğukluğu devam etti. Belli ki küs. Benim ona küsüp gönül koyacağım yerde o bana küs. Daha doğrusu tavırlı.

Belli ki selam vermeye, hal hatır sormaya gönlü el vermiyor. Gerçi gönlü el vermiyorsa yine eh diyeceğim. Adam basbayağı tavırlı. Belli ki inancının gereğini yapıyor. Aklı sıra "Allah için buğzedecek, Allah için sevecek". Felsefesi bu olunca niye selam versin değil mi? Çünkü ben onun dini anlayışına ve siyasi görüşüne yabancıyım. Yani dinen ve siyaseten onun gibi düşünmüyorum. Bu da benimle selamı sabahı kesmek için yeter de artar bile. Çünkü bir doğru onun kafasındaki şablon. Ona göre ya bizdensin ya da karşı mahalleden. Ortası yok. Kendi görüşünde bir yamukluk olmadığına göre yamukluk bende, sapıklık bende. Öyle ya böyle birine selam verip niye günaha girecek? Adam dört dörtlük Müslüman. Müslümanca davranıyor. Benimkisi ise ona göre yoldan çıkmadır. Belki de mürtedim ona göre.

Bana tavır alacak ki daha fazla sevap kazanacak. Onun bu davranışı beni ondan uzaklaştırırmış. Çok da tın. Çünkü ne kadar kişiyi cehenneme gönderirse kendisi için kâr. Öyle ya Allah için sevip Allah için buğzettiği için Allah onu cennetine koymayacak da beni mi koyacak?

Bu dört dörtlük dinini yaşayan, üslubu bozuk kardeşimiz keşke mesaisine dikkat etse, geç vakit geldiği mesaisine dört elle sarılsa, dört elle görevine el atsa dersin ki işini de düzgün yapıyor. Bu, bir değil, beş değil. Anlayamadım gitti.

Gerçi benim anlayamamam normal. Çünkü onun asli işi kendisi gibi düşünmeyene tavır almak, bozuk üslupla saldırmak. Esas işi bu iken mesai dediğin nedir ki. Mesaiye ha zamanında gelmiş ha iki saat sonra. Allah öbür dünyada ona mesai sormayacak ki. Müslümanca tavrına bakıp bu kulum ne kadar samimi ne kadar tavırlı. Benim için karşı mahalleye şirin görünenlere tavır aldı. Bu samimiyet bu tavır yeter de artar bile. Gir kulum cennete diyecek.

Mesele bu kadar kolaysa ne diye mesaiye riayet etsin değil mi?

Bu durumda bana düşen de tavrına tavır almak. Başka da elimden bir şey gelmez. 

Meslek Okullarında Kültürcülere Üvey Evlat Muamelesi Yapılmamalı

Bir öğretmen arkadaşla teneffüs arası çay alırken selamlaşıp hal hatır sorduk. Ayrılırken “Ramazan Hocam, şu kalabalık sınıfları da bir yazı konusu edinsen olmaz mı” dedi. Olur, hocam. Aklımda zaten. Bu arada şu benim yanımda girdiğin sınıf çok kalabalık, çocuklar oturacak yer bulamıyor. Kaç kişi o sınıf dedim. “Dört sınıf birleşiyor benim dersimde. Tam 58 kişi” dedi.

Sınıfın kalabalık olduğunu, mevcudunun normal olmadığını biliyordum ama mevcudun 58 kişi olacağını hiç düşünmemiştim.

Hocamın dediği sınıfı teneffüslerde diğer sınıflardan sıra ararken görürüm. Fazla sıra bulmak mesele. Bulduğun sırayı sınıfa sığdırmak mesele. Çünkü kutu gibi bir sınıf. Bir defasında bu hocamızın raporlu olduğu bir gün sınıfın yoklamasını almak için gitmek istemiştim de içeriye girememiştim. Çünkü oturan kadar ayakta bekleyen, kapıda dikilen, kitap konulan kısma oturan, duvar kenarında, koridorda ve tahtada bekleşen öğrenciler gördüm. Ben bu sınıfın yoklamasını alıp dersime nasıl geçeceğim derken nöbet arkadaşım, “Benim dersim yok. Yoklamayı ben alayım” demişti de 58 kişiyi tek tek okumaktan kurtulmuştum.

Buraya kadar okuyan benim yaşıtım olan bazıları, “Biz yetmiş kişilik sınıflarda okuduk, ne var bunda” diyebilir. El hak doğrudur. Bir zamanlar sınıflar kalabalıktı. Sıralara üçer kişi otururduk. Şimdiki sıralar ikişer kişilik. Bir de sınıfın kapasitesi almıyor. Halbuki eski sınıflar ince uzundu. Sınıfa daha fazla kişi sığabilirdi. Bunlar geçmişte kaldı. Çünkü eski çamlar bardak oldu. Zamanın ruhu bu elli sekiz kişilik sınıfı kaldırmaz.

Üstelik 222 sayılı halen geçerli kanunda, “Bir sınıf mevcudu 40 kişiden fazla olamaz” demesine rağmen bazı okullarda maalesef bu anormal mevcutlar hala bu çağda mevcut.

Öğretmen bu sınıfta nasıl hakimiyet sağlasın nasıl ders işlesin nasıl yoklama alsın.

Geçen yıl 50 kişilik sınıflara ben de girdim. Ama bu mevcutlar tek sınıftan ibaretti. Zorlandığımı söyleyebilirim.

58 kişilik sınıfa her öğretmen girmiyor. Kültür öğretmenleri bu kalabalık sınıfların ceremesini çekiyor. Bu sınıfların dersi meslek dersi olduğu zaman öğrenciler sınıflarına geçiyor. Her bir meslekçiye 14-15 öğrenci düşüyor.

Sınıf olmaz, okula talep olur eh dersin. Ama bu 58 kişilik sınıf meslek dersinde sınıfına gittiğine göre demek ki sınıf var. O halde bu sınıflar yani kültürcülerin sınıfları niçin bu kadar kalabalık oluyor? Sınıf olduğuna göre kültür öğretmeni eksiği mi var? O da değil. Çünkü her bir kültürü 12-20 saat arasında haftalık derse giriyor.

O zaman dört sınıfı birleştirmenin ne anlamı ve âlemi var? Dert yanan hocamın girdiği sınıf zannedersem 9.sınıf. Bakanlık her ne hikmetse mesleki eğitim merkezlerinin kaydına aralık sonuna kadar izin veriyor. Okul idaresi eylül ayında ders programı yaparken mevcudu az olan sınıfları birleştirme yoluna gidiyor. Aralık sonuna kadar kayıt olunca mevcut bu derece artıyor. Beklenmedik bu artış sonucu okul idaresi yeni ders programı değişikliği yapmak suretiyle birleştirdiği sınıfların bazısını ayırma yoluna gidiyor.

Bazen de mevcutların kalabalık olmasında, derslik ihtiyacının yanında, okul yönetimlerinin işgüzarlığı da oluyor. Şöyle ki: 10.11.ve 12.sınıflarda bölüm ve alan farklı olduğu için meslek hocaları, 1-5-10-15 kişilik mevcutlarla ders işlerken, iş kültür dersine gelince, okul idarelerinin aklına devleti korumak geliyor. Biz bu sınıfları iki, üç, dört sınıfı birleştirerek tek kültür öğretmenine verelim. Kültürcüler boşu boşuna ek ders almasın mantığı güdülüyor olmalı ki mevcudu az sınıflar birleştiriliyor. Tamam, az mevcutlar kültür derslerinde birleştirilsin. Ama iki sınıf birleştirilsin. Üç dört sınıf birleştirilince kültür öğretmeni bir derste dört ayrı deftere konu yazmak zorunda kalıyor. Her sınıfın ayrı ayrı yoklamasını yapıyor. Diğer meslek öğretmeni beş kişiye sınav yaparken kültür öğretmeni tek sınıfta dört sınıfın sınavını yaparak daha fazla kağıt okuyor.

Sınıf birleştirme yapılsın ama makul ve insafı elden bırakmamak lazım. Kültür öğretmeninin canı çıksın mantığı güdülmemeli. İdareciler biraz empati yapmalı. Mesela 58 kişili dört sınıfa idareciler bir iki hafta derse girmeli. “Biz bilmeden kültürcülere eziyet etmişiz” demeli ve gereğini yapmalı.

Kısaca, meslek okullarında kültür öğretmenlerine üvey evlat muamelesi yapılmamalı.