17 Eylül 2020 Perşembe

Uçkur Meselemiz *

Çocuklara ve kadınlara taciz ve istismar bu ülkenin kanayan bir yarası. Her gün bir yerden bir taciz olayı patlak veriyor. Taciz iddialarının bazısının bir müddet sonra iftira olduğu ortaya çıksa da gün yüzüne çıkan taciz ve istismarlar, buzdağının görünen yüzü. Kapalı kapılar ardında kalan ve üstü örtülenler de az değil bu ülkede.

Taciz ve istismar konusunda hiçbir mahalle, hiçbir kesim, hiçbir zümre maalesef masum değil. Bugün bir mahallede çıkan taciz, yarın bir başka mahallede kendini gösteriyor. Bu demektir ki uçkurda çoğumuz sınıfta kalıyor.

Gündemi epey işgal eden bir taciz vakası da köklü ve güzide bir üniversitemizde, kadın akademisyenin şikayeti üzerine ortaya çıktı. Ardından erkek akademisyen de şikayetçi oldu. Üniversite yönetimi tarafından açığa alınan iki akademisyen hakkında kararı bundan sonra yargı verecek. 

Hangi kesim ve statüde olursa olsun taciz, tasvip edilebilecek ve masum görülebilecek bir şey değil. Hele bu işi yapanlar, çocuklarımızı teslim ettiğimiz bir eğitim yuvasından çıkarsa, hele bu kişiler evli barklı iseler, hele bu kişiler çocuklarımızın hocası ise varın ötesini siz düşünün. 

Bu uçkur meselesi ne menem bir şeymiş ki sorumluluklarımızı bir kenara itebiliyor. Girdiğimiz yolun sonu olmayacağını bile bile gözümüz hiçbir şeyi görmüyor. 

Olay yargıya taşındığı için gazetelere yansıyan içerikten bahsetmeyeceğim. Olayın bazı yönlerine değineceğim: 

Olayın aslı var ise bu olayda;
1.Evli barklı bu iki akademisyen, çocuklarına ve kocalarına aldırmadan liseli gençler gibi gönül ilişkisi yaşıyor. Aralarındaki bu duygusal ilişki iki yıldan fazla sürüyor. (Çocuklarına ve eşlerine ihanet var.)
3. İdari ve öğrenci işleri görülsün diye tahsis edilen idare ve temsil odası yatak odası olarak kullanılıyor. (Emanete ihanet var.)
4. Hanımefendinin yardımcı doçentlik ve doçentliğe giden yolda kayırılması var. (Akademik unvanın nasıl alındığı manidar. Siz buna beşik ulemalığı da diyebilirsiniz.)
5. İki yılın ardından bu böyle gitmeyecek  ayrılalım dendiği zaman "Fotoğrafları eşine ve çocuklarına gönderirim" tehditleri yapılıyor. (Şantaj var.)

Aynı fakültede akademisyen olan bu ikili, sınıf arkadaşları imiş. Yani fakülteden önce tanışıyorlar ve birbirlerini iyi tanıyorlar. Merak ettiğim; bu ikili, bu gönül ilişkisini niçin bekarken yaşayıp ilişkilerini evlilikle taçlandırmadılar da bir başkasıyla evlenip çoluk çocuğa kavuştuktan sonra böyle bir maceraya giriştiler? Böyle yapsalardı kim ne diyebilirdi onlara? En azından eşlerini ve çocuklarını aldatmamış ve iki aile faciasına sebebiyet vermemiş olurlardı. Kendileri rezil olmadıkları gibi çocuklarının da yüzüne gönül rahatlığıyla bakabilirlerdi. Üniversiteye geri dönerlerse lekeledikleri o akademik unvanlarını nasıl kullanacaklar? Mesai arkadaşlarının yüzüne nasıl bakacaklar, hele ders verdikleri öğrencilerinin yüzüne? O öğrencilere nasıl dürüstlükten ve iş ahlakından bahsedebilecekler? 

Haydi, hiçbirini düşünemediler, akılları sonradan başlarına geldi diyelim. En azından, içinde ihanet ve aldatma barındıran bu ilişkiyi yaşamadan, mevcut evliliklerini bitirip evlenme yoluna gidebilirlerdi. 

İkilinin anlattıklarının neresinden tutarsanız elinizde kalır, mideniz bulanır. Birbiri hakkında şikayet ettikleri hususları gazetelerden okuyunca onlar adına ben utandım. Bir eğitim yuvamızın adının böyle çetrefilli ilişkilerle anılması beni derinden üzmüştür. Bu olay bir müddet sonra unutulsa da belleklerde kalacaktır. Bu aşamadan sonra bu ikili hakkında yargı ne kadar verir, üniversite nasıl bir tasarrufta bulunur bilmiyorum. Bu ikilinin aynı üniversitede görev yapmaması, akademik unvanlarının incelenmesi, usulsüzlük ve kayırma varsa gerekirse unvanlarının geri alınması, mümkünse çalıştıkları üniversite ve başka üniversitelerde görev verilmemesi doğru olur kanaatindeyim. Böyle yapılmalı ki bu yolun yolcularının kulağına küpe olsun. Allah kimseyi böyle bir duruma düşürmesin. Uçkurlarımıza sahip çıkmayı ve hakim olmayı nasip etsin.

* 19/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

16 Eylül 2020 Çarşamba

Kim Sahte, Kim Değil? *

Ne zaman bir tarikat bir vukuatıyla gündeme gelse bu ülkede hakiki tarikat ve sahte tarikat veya gerçek şeyh ve sahte şeyh konusu açılır. Vukuatıyla ortaya çıkan tarikata birileri “Bunlar sahte. Biz bunların sahte olduğunu biliyorduk ve önceden söylemiştik” der. Nedense bu söyleneni daha önce kimse duymamıştır. Gördüğüm, bir yerde şeyh ve müritler varsa herkesin kendilerini hakiki gördükleri ve fırkayı naciye kabul ettikleridir. Bugüne kadar vukuatları ortaya çıkan tarikat müntesiplerinden bile kendilerini sahte göreni görmedim. Çünkü hepsi dört dörtlük.

Sahte-hakiki veya kim hakiki kim sahte üzerinde durmayacağım. Zaten durmaya kalksam da hakikisini sahteden veya sahtesini hakiki olandan ayırt edecek elimde bir kıstas yok. Bugün bu ülkede “Tarikata girmek isteyen olursa hakikisini sahtesinden ayırt etsin ve ona göre girsin” düşüncesi hakim olduğuna göre kaç insanımız hakiki olanları bulur, bunu da insafınıza bırakıyorum. Sahte veya hakiki üzerinde durmaktan ziyade kıssadan hisse alınsın diye size bir anekdot aktaracağım:

Bir zamanlar yönetici olarak görev yapan bir arkadaşımın bir çalışanı vardı. Kendisi uyku nedir bilmediği gibi beni dinleyeceksin diye eşini de hiç uyutmazmış. Kurumda bir yerden bir malzeme kaldırılacağı zaman “Parayı fazla alan kaldırsın” deyip kenara çekilen bu kişi; parayı çok sever ve gam taşımazdı. Namaz kılmadığı gibi hasta olduğu için oruç da tutmazdı. 107 yaşına kadar yaşayacağına inanan bu kişi, dünyada yaşamakta olan beş dahiden bahsederdi. Onlar;  Obama, Putin, Tayyip, kendisi, bir de çalıştığı kurumun müdürü.

Kendisine tedavi olması söylenmesine rağmen hasta olduğunu kabul etmediği için doktora gitmeye ve tedavi olmaya da yanaşmıyordu. Hastaneye gidip tedavi olması için müdürü bir yol bulur. Gider önce bir psikologla görüşür. Psikologa “Ben hastayı getireceğim. Benimle konuşurken o zaten lafa girer. Siz bu esnada teşhisi koyarsınız” der. Ardından bizim dahiye gelir: “Kardeşim, bende şöyle şöyle rahatsızlıklar var. Yalnız ben doktora gidemiyorum. Zira hastane fobim var. Doktor beni muayene ederken yanımda eşlik eder misin” ricasında bulunur. Birlikte doktorun odasına girerler. Bizim arkadaş, personelinde olan belirtileri kendisinde varmış gibi doktora anlatır. Bizimki, rahatsızlığını sayarken personel de bazı belirtileri araya sıkıştırır. Doktor, “Sizin hanginiz hasta” deyince personel, “Bu hasta” dercesine parmağıyla müdürünü işaret eder. Sonunda hasta olmadığı halde bizim arkadaşa ‘Bipolar bozukluk’ teşhisi konur ve tedavi için yatış yapılır. (Bipolar bozukluk, "Maniden depresyona kadar uzanan ruh halindeki aşırı değişiklikler" olarak tanımlanır. Bu duruma bipolar bozukluk denir.)

Bizim arkadaş, personeline “Ben hastanede tek başına kalamam. Benimle beraber sen de yat, bana verilen ilaçlardan sen de kullan” der. Bu vesileyle personelin tedavi olması sağlanacaktır. Bizim arkadaş hasta olmadığı halde personelinin tedavi olması için bir süre hastanede yatar ve tedavisini yaptırtır.

Toptancı değilim. Kimseyi töhmet altında bırakmak istemiyorum. Ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Teşkilatlanma ve çalışma şekilleri birbirine çok benzeyen bu yapıların her biri; kendisini doğru yolda, başkasını yanlış yolda gördüğüne göre acaba bunlar da ha bire başkalarını mı işaret ediyorlar?

* 18/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

13 Eylül 2020 Pazar

Niyetimiz Üzüm Yemek Olmalı *

Türkiye ve dünyada ne kadar tarikat var, bilmiyorum. Bildiğim, irili-ufaklı çok sayıda olduğu. Göz önünde, herkesin bildiği geçmişten günümüze gelen bazı tarikatlar olsa da adı, sanı pek duyulmamış tarikatların adını, müntesipleri bilse de kamuoyu onları bir olaya adı karıştıkları zaman öğreniyor. 

Konu Türkiye gündemine düşünce kamuoyu, meselenin aslını astarını öğrenmeden soluğu kutuplaşmada alıyor. Kimine göre bu tarikatlar,

*"İslam'a ve topluma zarar veriyor. Bunlar uluslararası istihbarat örgütlerinin emrinde. Bunların köküne kibrit suyu döküp yok etmek gerekir".

*”Laik bir ülkede bunlara yer yoktur. Bunlar devrim yasalarıyla yasaklanmıştır. Devlet bu konuda görevini yapmalıdır. Çünkü bu ülke dervişler, şeyhler ülkesi değildir. Bu görüntü ve yaşayış çağdaş Türkiye'ye yakışmıyor".

*”Tarikatlar İslam'ın çimentosudur. İslam'ın kendisidir. Ehlisünnetin kalesidir. Tarikatlar yok edilirse İslam gider. İslam'da bu yapılara yer vardır. Hz Ebu Bekir ve Hz  Ali vasıtasıyla bu yapılar peygambere kadar gider. Tarikatlar geçmişte İslam'ın Anadolu'da, Balkanlarda ve Afrika'da yayılmasında önemli bir rol ve misyon üstlenmiştir. Günümüzde ise insan eğitimine önem vermekte, insanları terbiye etmektedir. Tarikatlar üzerinden yapılan bu tartışma ve bu yapılara yapılan saldırılar, İslam'ın kendisi olan tarikatları yok etmeye ve itibarsızlaştırmaya yöneliktir. Uyanık olmak lazımdır. Hakiki ve sahte olanı ayırt etmeden hepsini aynı kefeye koymak iyi niyetle bağdaşmaz". 

*”Yasal statüye kavuşturulmalı. Bu yapılar şeffaf olmalı. Kuracağı bir mekanizma ile devlet, bu yapıları denetlemeli”.

*”Eskiden önemli rol üstlenmiş bu yapılar asli hüviyetine çekilmeli; ticaret, siyaset ve kamuda kadrolaşmaktan arındırılmalı”.

*”Hepsi FETÖ’nün yolundan gidiyor. Aynı akıbete duçar olmadan tedbir almak lazım”.

Yer verdiğim bu örneklerden hareketle toplumun bir kesimi, bu yapıları zararlı görüp kapatılmasını savunurken bir kesimi de faydalı görüp devamını savunduğu görülmektedir. Bir kesim daha var ki toplumsal vakıayı göz önünde bulundurarak bu yapıların şeffaf ve denetlenebilir bir statüye kavuşturulmasını istiyor.

Bir tarikat şeyhinin bir vukuatı üzerinden yapılan bu konuşmalar bir vuzuha kavuşmadan bir müddet sonra yerini başka gündeme bırakacak. Ta ki yeni bir vukuata kadar konu, buzdolabında bekletilecek. Çünkü savunma ve saldırma refleksi bu meseleyi bugüne kadar hep çözümsüz bırakmıştır. Belki de tarafların istediği bu. Halbuki mesele bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olmalıydı.

Ben savunan ve saldıran tarafta değilim. Bu yapıların çoğu görüşlerini, işleyişlerini ve verdikleri görüntüleri tasvip etmesem de bu yapıların bir ihtiyaçtan ortaya çıktığını ve sosyal bir tabanının olduğunu düşünüyorum. İhtiyacı ortadan kaldırmadan resmiyette yok kabul edilse de merdiven altı veya başka statülerle bu yapılar yoluna devam edecek. Bu tezimi ispatlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Yakın tarihte dershanelerin kapatılması konusu bile bize bu konuda bir fikir verir. Hepsi, kurs veya etüt merkezi şeklinde devam ediyor ve dünün dershane işlevini yerine getiriyor. Merkezi sınav sistemi olduğu müddetçe bu ihtiyaç da devam edecek ama resmi ama merdiven altı. Tarikatlara verilecek yasal statünün sorunu en aza indireceğini düşünüyorum.

Tarikatları denetleyecek ve çekip çevirecek bir üst çatı olmadığı müddetçe sahtesi-hakikisi yoluna devam edecek. İşin garibi hangisi sahte hangisi hakiki, bunu tespit etme imkanı da yok. Her oluşum kendini fırkayı naciye olarak görüyor. Ne zaman ki bir tanesinde bir olay patlak verince “Onlar zaten sahte şeyh idi” deniyor. Halbuki eğrisi-doğrusu halka bırakılmadan ve testi kırılmadan tedbir alınmalı diyorum.

Yazıma son verirken kafamı kurcalayan bir konuya kısaca değinmek istiyor ve ilgililerinden cevap bekliyorum. Günümüzde, ama tarikat ama cemaat olarak yoluna devam eden bildiğim ne kadar oluşum varsa şeyhleri vefat edince yerine ya oğlu ya damadı ya kardeşi ya torunu vs. geçiyor. Bunun bir hikmeti var mı acaba?

* 16/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.