20 Ağustos 2020 Perşembe

Siz Olsaydınız Bu İhaleyi Kime Verirdiniz?

Bir tanıdığım, fi tarihinde resmi bir kurumda satın alma işlerinden sorumlu iken kurumuna yüklü miktarda araç lastiği alınması gerekir. 

Tanıdığım, ihale için gerekli evrak ve şartnameyi hazırladıktan sonra hazırladığı teklif mektuplarını, teklif vermeleri için firmalara verir. 

Verdiği teklif mektuplarını geri alırken daha önceki lastik ihaleleri hep kendisinde kalan bir firma sahibi tanıdığıma "Sen ne dolaşıp duruyorsun, başkasından teklifler alıyorsun? Nasılsa ihtiyacınız olan lastikleri benden alacaksınız" diyor.

Tanıdığım, "Olur mu öyle şey? En uygun teklifi kim verirse ihale onda kalır” der. Firma sahibi "Sen görürsün" cevabını verir.

Gelen teklif mektupları açıldığı zaman görülür ki en uygun teklifi bir başkası vermiştir.

Lastikler ihalenin kaldığı kimseden alınacağı zaman kurumun amiri, satın alma işlerini tevdi ettiği tanıdığımı çağırır: "Lastikleri daha önceki aldığımız falan firmadan niçin almıyoruz" sorusunu sorar. Tanıdığım, "Efendim, dediğiniz firmanın teklifi yüksek. Şartname gereği en uygun teklifi veren firmadan almamız gerekiyor" der.

Kurum amiri, "Verdiği teklif uygun olmasa da biz lastikleri bizim adamımıza vereceğiz. İhale onda kalacak" deyince tanıdığım, "Efendim, bu durumda kurum zarara uğrar. Çünkü lastikleri pahalıya almış oluruz" şeklinde itiraz eder. Kurum amiri "Pahalı olursa olsun. Dediğim yerden alınacak. İhaleyi ona göre düzenleyelim" talimatı verince buna ortak olmak istemeyen tanıdığım, bu talimatı hazırlama yerine, hazırladığı emeklilik dilekçesini kurum amirine sunar ve o gün emekli olur. 

Tanıdığım genç yaşında emekli olduktan sonra lastik ihalesi kimde mi kalmış? Herhalde kitabına uydurularak kurum amirinin dediği yerden alınmıştır. Gördüğünüz gibi ihaleye fesat karıştırma durumu yok. Yani işlem temiz... Bu temiz işe fesat karıştırsa karıştırsa tanıdığım karıştırmış olur.

Bana göre bu ihale sürecinde tanıdığımın takındığı tavır yanlış. Bizim adam varken bizden olmayan birinden lastik almak da neyin nesi? Nerede görülmüş böyle bir şey. Bizimki aklı sıra eski köye yeni âdet getirecek... Bizimkinin hesaba katmadığı bir şey daha var: Emekliliği de gelse işinde acemi gayri, belli. Kurum amirinin bir bildiği var, değil mi? İşte bunu hesaba katmıyor. Ah bizim insanımız! Bunu akıl etse hazırladığı o kadar evrak boşa gitmezdi. Yazık değil mi o kağıtlara! Boşa giden her bir evrak milli bir servet. Maalesef cebimizden çıkıyor. Bir lastik için yorgan yakılır mı hiç? Sonra ne diye emekli oluyorsun? Sallasan başını, alsan maaşını olmaz mıydı? İhaleyi yabancıya vererek göğe mi erecektin? Hasılı kurum amirlerinin işi zor. Bu tür memurlarla bu işler nasıl yürüyecek? Sonra da millet iş yapmıyor diye kurum amirine kızıyor. Ah işin iç yüzünü bir bilseler...

Sanırım bu satışta siz de benim gibi düşünüyorsunuz? Biliyordum. Teşekkür ediyorum.

18 Ağustos 2020 Salı

Soyadı Gibi Adildi! *

Gazeteye göndereceğim yazıyı yazıp tam gönder tuşuna basmaya hazırlanırken sevip saydığım bir büyüğümün vefatını öğrenince göndereceğim yazıyı rafa kaldırdım. Büyüğüm hakkında yazmak istedim. Nedense elim klavyeye gitmedi. Yazdım yazdım, ardından sildim. Zira nereden başlayacağımı, ne yazacağımı bilemedim. Ölümün hak olduğuna ve sıra takip etmeden bir gün kapımızı çalacağına inanmış olsam da değer verdiğim biri hakkında kalem oynatmak zormuş meğer. Hüseyin Adil Abiden bahsedeceğim bugün size.

Kendisini ilk defa 1981 veya 1982 yılında Konya İHL’nin karşısına yeni açılmış küçük bir lokantada tanımıştım. Halen Konya Kahveciler, Çay Ocakları ve Büfeciler Esnaf Odası Başkanı olan oğlu Mehmet Adil’e “Arkadaşlarını okulun yakınındaki şu lokantaya getir, onlara bir yemek ikram edeyim, hem onları tanımış olurum” demiş. Bir öğle arası birkaç arkadaşla beraber lokantada bizi bekler bulduk. Kısa bir tanışma faslından sonra önümüze önce bir çorba, ardından halen adını bilmediğim üzeri yoğurtlu, altı etli bir yemek geldi. İlk defa içtiğim bu çorbanın adının Ezogelin Çorbası olduğunu sonradan öğrendim. Hem çorba hem de ana menü nefisti gerçekten. Sonraki yıllarda ne zaman bir lokantaya girsem uzun yıllar hep bu çorbadan içtim. İçtikçe de cebimde metelik yokken Hüseyin Abinin ikram ettiği bu çorba aklıma geldi hep.

1986 yılında üniversiteyi okumak için Kayseri’ye gideceğim zaman hem barınma hem iaşede yardımcı olmaları ve görüp kollamaları için oradaki tanıdıklarına bir mektup yazarak cebime sıkıştırmıştı.

Okulları bitirip başka yerlerde çalıştıktan sonra Konya’ya geldiğimizde iki sofralık kalabalık bir arkadaş grubuyla birlikte yılda en az bir defa evine yemekli misafir olduk. İzzet ve ikramın sınırı yoktu. Tüm çoluk çocuğu bize hizmet etmek için seferber olurdu. Kendisi pek yemeyi sevmese de sofrada bize eşlik ederdi. Zengin biri olmasa da yedirmeyi severdi. Zira sahavet ehli biriydi.

Yemekten önce veya sonra “Ramazan’ım, Osman’ım, Mustafa’m, Ahmet’im, Bekir’im, Ali Osman’ım, Ömer’im… diyerek her birimize ismimizle hitap eder, halimizi hatırımızı sorardı. Daha önceden görmediği bir arkadaşımız aramıza katıldığı zaman “Sizi ilk defa görüyorum. Tanışalım” derdi. Bizi unutmadığı gibi yeni tanıştığı kişinin de adını unutmazdı. Müthiş bir hafızası vardı ama hafızadan ziyade karşısındaki, çocuğunun yaşında da olsa herkese değer verirdi. Tanışma faslından ve hal hatırdan sonra konuyu Müslümanların dertlerine getirir. Bunun üzerine neler yapılabilir diyerekten kafa yorar, her birimizin görüşünü dikkatli bir şekilde dinlerdi. Ardından ”Evimizi şereflendirdiniz, hepinize çok teşekkür ediyorum. Allah sizden razı olsun. Siz oturmaya devam edin. İzninizle ben kalkacağım” der, biz de oturması için ısrar etmemize rağmen “Fazla gevezelik yaptım, kafanızı ağrıttım, hepinizden özür diliyorum” diyerek müsaade alır giderdi.
Ne mezunu, nereden mezun bilmem. Sorma gereksinimi de duymadım. Zira her yönüyle dopdolu bir insandı. Kendisini hem dinen hem ilmen hem görgü yönünden yetiştirmiş, hayatın her safhasında pişmiş,  ömrünü inandığı değerlere hizmet etmeye adamış birisi idi. Nerede bir hareket, bir miting, bir toplantı ve etkinlik varsa “Benden geçti” demez bir nefer olarak oradaydı. Tam bir aksiyon adamıydı. Onun aksiyonluğu; hamasete, vurmaya, kırmaya dayalı bir aksiyonluk değildi. Ayakları yere basan, düşünen, yanlışa yanlış, doğruya doğru diyen, inandığı değerler uğruna son ana kadar pes etmeden çorbada tuzum olsun diyerek çalışan birisi idi.

İnandığı değerleri aynı zamanda yaşayan birisi idi: Kimsenin aleyhinde konuşmaz, gıybet nedir bilmezdi. Mütevazılığı, beyefendi kişiliği ve nezaketi hiç elden bırakmadı. İbadetlerine devamlılığının yanında bir Müslüman’da olması gereken tüm ahlaki özelliklere sahipti. Kurumunda, fahri olarak çalıştığı vakıf ve derneklerde veya hayatın içinde gördüğü bir haksızlığa usulünce müdahale etmeye çalışır, gücü yetmez ise oradan uzaklaşır ve haksızlık yapanlara gönül koyardı. Gönül koyduklarına da Allah affetsin diye duasını eksik etmezdi. Bunlar böyle yaptı deyip köşesine çekilip oturmazdı. Soluğu, daha düzgün çalıştığına inandığı yerlerde alırdı. Düşünce olarak son ana kadar Milli Görüş çizgisini terk etmeyen, kavgalarda taraf tutmayan, tarafları anlamaya çalışan ve dinini dört dörtlük yaşayan nevi şahsına münhasır, samimi birisi idi. Kısaca her yönüyle örnek bir Müslüman, soyadı gibi adildi dense yeridir.

Tebliğ ve irşat görevini yaparken önce ailesinden başlayarak çevreye açılmayı yeğlerdi:

Oğlu Mehmet, Oda başkanı olduğunda hayırlı olsun ziyaretine gitmiştim. “Hüseyin Abi geldi mi ziyaretine” demiştim. “Geldi sağ olsun. Bu yaşında buraya kadar gelip ‘Oğlum, buralar insanın ayağını kaydırır, aman dikkatli ol, doğruluktan ayrılma…’ şeklinde bana bir saat nasihat etti gitti. Allah kendisinden razı olsun” demişti.

Bir yerde öğrenci yetiştiriliyorsa Hüseyin Ağabeyi orada bulabilirdiniz. Değişik vakıf ve derneklerde rol üstlenmişti. Dizlerinde bir ağrı olmasına rağmen son yıllarda hafızlık yapan bir derneğe kendini adamıştı. Bu salgın döneminde “Ben riskli gruptayım” demeden, buradaki öğrencilere katkı olsun diye bayramın ilk günü, kendisini deri ve kelle toplamaya adamış, akşama kadar tek başına hatırı sayılır bir deri toplamıştı. Akşamında yorgun, bitkin eve gelen Hüseyin Ağabeyin vücudu daha fazla dayanamadı ve kimseye yük olmadan 17 Ağustos günü 74 yaşında iken hayata veda etti. Dün de kendisini ebedi istirahatgahına defnettik.

Allah kendisinden razı olsun. Mekanı cennet olsun. Rabbim ona gani gani rahmet eylesin. Zira biz kendisinden razıyız. Kendisi gibi dürüst yetiştirdiği oğulları Mehmet ve Osman’a, diğer Adil ve Küçükbüğrü ailelerine baş sağlığı diliyorum. Tüm Konya’nın ve ihtiyaç sahibi öğrencilerin başı sağ olsun.

*19/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

17 Ağustos 2020 Pazartesi

Hamaset Nereye Kadar Olmalı? *

Yiğitlik, kahramanlık ve cesaret  takdir edilen güzel değerlerimizdendir. Bu değerlere hamaset diyoruz. Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır dense de korkaklık, toplumda yerilirken yiğitlik ve kahramanlık övülür. Yine toplum, hamasetin kendisi olan cesurluğu ve gözü pekliği takdir ederken hamaset yapmayı veya hamaset edebiyatı yapmayı “hamaset yapma” veya hamaset yapıyorsun” diyerek eleştirir. Çünkü hamasetin bu yüzü, bol keseden atmaktan, yıkama-yağlamaktan, gaz vermekten, sevenlerin ayaklarını yerden kesmekten ibarettir. İş başa düşünce bu tiplerin kahramanlığı karton kahramanlığı olduğu ortaya çıkar.

Hamaseti, kitleleri arkasında sürüklemek isteyen kişiler özellikle siyasi liderler çok kullanır. Amaç, miting alanlarını doldurmak, seçmenini arkasında kenetlenmiş görmek ve yaptığı bu gövde gösterisiyle rakiplerine “gücümü gör”, “benden kork” derken henüz kararını vermemiş aradaki seçmenlere de göz kırpar. Bu durum sadece siyasette değil, tarihimizde de böyle. Bundandır ki ne siyasetimiz bir arpa boyu yol alır ne de tarihi gerçeklikleri tam anlamıyla öğrenmiş oluruz. Çünkü bu tür hamaset gerçekle yüzleşmemek, olanı olduğundan farklı göstermek demektir.

Hamaset sadece bize mahsus hasletlerden değildir. Bir toplumun yumuşak karnı üzerine bir devlete yön veren liderler kitleleri arkasında görmek, onları motive etmek, onları arkasından sürüklemek için zaman zaman hamasete başvururlar. Çünkü bu tür hamaset kitleler üzerinde prim yapar. Bu da hamaset edebiyatı yapanlar için geçer akçedir. Buna Naziler örnek olarak verilebilir. Maalesef bu örnek, kaybedecekleri bir savaşa ülkelerini sokmakla sonuçlanmıştır. Bugün kimse Adolf Hitler’i ağzına almıyor. Övmeye kalkan olursa da lanetleniyor.

Hamasetin bizi sevenler nezdinde bir karşılığı olsa da nereye kadar yapılması gerekir? Çünkü hamaset iki tarafı keskin bir bıçak gibidir. Kullanmayı bilmek lazım. Bence hamaset yerinde, zamanında ve kıvamında olmalı, bir yere kadar yapılmalıdır. Bana göre bunun ölçüsü, yemeğe konan tuz kadardır. Nasıl ki yemeğe tuz atmayınca tatsız, tuzsuz bir yemek karşımıza çıkıyorsa hamaset olmadığında moral motive olmaz. Aynı şekilde yemeğe fazla tuz atmak yemeği yedirmez. Zorla yersen bu yemek içini yakar. Çünkü fazlası zarardır. İçine hiç tuz atılmamış yemeğe tuz takviyesi yaparak telafi edebilirsin. Fazla tuzlu yemeğin ise telafisi yok. Anlatmak istediğim önü, arkası ve sonuçları hesaba katılmadan haddinden fazla yapılan hamaset, ayakları yerden keser. Yere basmayan ayaklar ise yerden güç almadığı için asla son vuruşu yapamadığı gibi bir müddet sonra da mevcut kazanımlara zarar vermeye başlar. 

Sözün özü; bu ülkede siyaset yapanlar, geçmiş tarihimiz üzerine konuşan tarihçiler, söylemlerinde hep dini referansa başvuranlar; vatan, millet, din, bayrak, Atatürk diyenler, işleri ters gittiği zaman sağda-solda, içeride ve dışarıda düşman arayanlar, bu ülkeye bir iyilik yapmak istiyorlarsa bu ülkenin ortak değerlerinden ellerini çekmeliler. Hala hamaset yapacaklarsa kendilerine başka malzeme bulsunlar. Değilse bunun bedelini millet olarak çok ağır öderiz. 

*26/08/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.