18 Eylül 2018 Salı

Kendine Özgü Bir Adı Olmayan Günlerimiz

Bir haftanın yedi günden ibaret olduğunu hepimiz biliriz. Beş tanesinin kendine özgü adı var. İki tanesi var ki kendinden önceki isimlerle anılıyor. Bunlardan bir tanesi cumadan sonraki gelen gün, diğeri de pazardan sonra gelen gün. Cumartesi ve pazartesiden bahsediyorum. O kadar kelime içinde diğer günlere isimler konurken kelime kıtlığı mı çekildi ki bu iki gün diğerlerine göre garip kaldı? Yani isimsizler.

Bir işlevi mi yok bu günlerin? Önemsiz iki gün müdür? Ya da bir önceki günün devamı mıdır bu günler? Son sorudan başlayalım. Cuma ve Pazar ertesileri kendinden önceki günün devamı ise diğer günler de bir önceki günün devamıdır. Çünkü hayat kesintisiz bir şekilde devam ediyor. Bugünler önemsiz değil aynı zamanda. En az diğer günler kadar hatta daha fazla bir işleve sahip.

Cuma ve Pazar ertesilerinde mutlaka bir farklılık bulacaksak cumartesi ve pazartesi günleri aynı işlevi yapan diğer kardeşlerine göre birbirleriyle sıkı bir ilişkiye sahip. Cumartesiyi ele alalım: Cumartesinin sevinci cuma gününden başlar. Hafta sonu tatili geliyor. Şu özel işimi yapayım, ya da nasılsa yarın tatil diye cuma akşamı biraz daha rahat edeyim diyor  insan. Cumartesi geç kalkarım diye alabildiğine geç yatıyor. Allah ne verdiyse cumanın ertesinde uyuyor. Kalkınca çocuklar gibi şen. Nasılsa tatil. İş yok, güç yok. Ardından gezme-tozma, dolaşma ne varsa planında ya da plansızlığında onu yapıyor.

Cumartesi akşam yine rahat oturma. Gecenin geç saatinde vücudun uykusuzluğuna yenik düşüp yatıyoruz. Yine uzun bir yatış bu.

Pazar tatil olmaya tatil ama. Cuma ertesindeki rahat yok. Yüzümüzdeki dünkü gülücükler yok. Ne de olsa ertesi ilk iş günü. Ertesinin sıkıntısı karabasanlar basar gibi pazar günden başlar. Oturup kalksan, dolaşsan da fayda etmez. İçimizde rahat değil çünkü. Ertesi gün iş başı ne de olsa. İki günlük rehavetten sonra tekrar işe odaklanmak zor mu zor. Üstelik erken kalkacaksın. Ne de çabuk bitti tatil bilemeyiz. Halbuki geç kalkmaya da ne güzel alışmıştık. Şimdi kim kalkacak bugünün ertesinin köründe. Pazar günden başlayan bu kabusun adı pazartesi sendromudur. Çoğu çalışan yaşar. Pazardan başlayan mutsuzluk pazartesi iş başındayken de devam eder.

Gördüğünüz gibi birbiriyle ayrılmaz bir yedili olan ve bir makinenin dişlileri gibi kesintisiz devam eden günlerden cumartesi ve pazartesinin işlevi diğer günlere nazaran daha farklı. Cumartesinin sevinci cumadan, pazartesinin sendromu ise pazar gününden başlıyor. Demek ki atalarımız bu iki güne kendi adlarını vermezken bir bildikleri varmış. Boşu boşuna bu iki güne farklı bir isim verme yoluna gitmemişler.

Yoksa sizin nazarınızda bu iki gün tıpkı diğer günler gibi mi? Hiç mi fark bulamadınız? Gördüğünüz gibi ben buldum. İster kabul eder, ister etmezsiniz. Siz ne derseniz deyin cumartesi ve pazartesi günler içerisinde önemli bir işlevi olan isimsiz kahramanlarımızdır.

17 Eylül 2018 Pazartesi

İletişim ve İstişare

Gözümüzün gördüğü, elimizin uzandığı, burnumuzun kokladığı, kulağımızın işittiği, dilimizin tattığı, vücudumuzun dokunduğu her şey Allah tarafından bize bahşedilen birer nimettir. Akıl vermiş, irade vermiş, feraset vermiş. Allah'ın insan için verdiği nimetler say say bitmez. Neler vermiş neler!

Allah'ın verdiği bu sayısız nimetleri yerli yerince kullanabiliyor muyuz? Kullanamıyoruz ki sorunlarımız eksilmiyor, artıyor. Eğer sorun çözülmek isteniyorsa bunun yolu iletişimdir. İletişim yolunun kapalı tutulmamasıdır.  İletişim yolunun açık tutulmasının yanında bir de istişare gereklidir. Çünkü iletişim kendi başına yeterli gelmeyebilir.

İnsanın olduğu, amme hizmetinin yapıldığı yerlerde başvurulacak iki yöntem iletişim ve istişaredir. Kim bu iki yöntemi hayatına düstur edinirse bulunduğu ortama barış ve huzur getirir. Çünkü muhatabına değer verdiğini gösterir. Doğru dürüst konuşmaz, iletişime açık olmaz, kimseyle bir şey paylaşmaz, kapalı kutu gibi olursa böylesi ortamlar kimseye güven vermez. Kimse birine bir derdini paylaşmaz. Herkes karnından konuşmaya, birbirinin arkasından atmaya başlar. Kimse eleştiriye açık olmaz. Birbirine bakarken duvara bakar gibi bakar.

Kamu kurum ve kuruluşlarda özellikle okullarda iletişim yolu daima açık tutulmalıdır. Çünkü okul ortamında barış iklimi olsun, herkes birbirini sayıp sevsin, değer versin isteniyorsa olmazsa olmaz iki güzel kelime iletişim ve istişaredir. Bu ikisinin olduğu yerde yüzler güler, çalışanlara huzur gelir. Dostluklar oluşur, okulda kurum kültürü gelişir. Herkes birbirinin derdiyle dertlenir. Çünkü kendisine değer verildiğini, önemli görüldüğünü hisseden bir insan o okula, o kuruma canını verir. Ekmeğini alsan sesini çıkarmaz. Elinden gelen fedakarlığı gösterir. Yapılan hataları görmezden gelir. Çünkü bilir ki adı üzerinde bir hatadır. Kasıt akla gelmez kimsede. Telafi edilme yoluna gidilir.

Ben yaptım oldu, ben asla danışmam, işimi kimseyle paylaşmam deyip odaya çekilmek, insanlardaki mutsuzluğu okuyamamak bir kuruma yapılabilecek en büyük kötülüktür. Niye kötülük yolunu seçiyoruz ki? Ne kazanacağız iletişim ve istişareye kapalı olmakla? Yoksa iletişim ve istişare karizmayı çizdirir diye mi düşünüyor bazıları? Eğer böyle düşünüyorlarsa bu işte çok çiğ oldukları ortaya çıkar. İletişimsizlik ve istişaresizlikte kibir kokusu vardır. Tersinde ise tevazu vardır. Seçin beğenin; kibir sahibi olmayı mı tercih edersiniz yoksa tevazu sahibi olmayı mı?

Hafızamızı Kaybediyoruz *

Bir zamanlar öyle bir eğitim sistemimiz vardı ki birçok şeyi sular seller gibi ezberlerdik. Çarpıp tablosuyla başlamıştık ezbere. Milli bayramlarda şiir okumak için arkadaşlarımızla yarışırdık. Ardından İstiklal Marşı, Gençliğe Hitabe hepimizin ezberlediklerindendi. Matematik formülleri hep belleklerimizdeydi. Sınıf arkadaşlarımızın numaralarını ezbere bilirdik. Sülfürik asit bileşenini (H2S4O) hafızamızda yer etsin diye Hasan2, Salak Osman4 diye kodlardık. Türkçe, Hayat Bilgisi gibi derslerde öğretmen okuma parçasının özetini çıkartır, tahtada anlattırırdı. Çoğu elementlerin sembolünü bilirdik. Çünkü ezberletirlerdi öğretmenlerimiz.

Okullardaki bu ezber mantığını günlük hayatımızda da kullanırdık. İletişim halinde olduğumuz çoğu kimsenin ev telefonunu birkaç aramayla hafızamıza yerleştirir, bir daha ajandaya bakma ihtiyacı hissetmezdik. Bakmayın siz bazılarının "Bu millet balık hafızalı" dediklerine. Sağlam ve çakı gibi bir hafızası vardı bu milletin. Ya şimdi? Şimdi aynı şeyi söyleyemiyoruz maalesef. Bunun iki nedeni var. İlki nice zamandır ezberci eğitime karşı olmamız. Diğeri de cep telefonları. 


Ezberci eğitime karşıyız diye çocuklarımıza doğru dürüst hiçbir şeyi ezberletmez olduk. Ezber dendi mi ürküyor bugünkü çocuklar. Hatta ailesi çocuğunu İHO ve İHL’ye vermek istediği zaman çocuk, “O okullarda ezber varmış, benim ezberim iyi değil, o okulu ben yapamam” şeklinde ayak diretiyor. Halbuki İHL’lerde yapacağı ezber toplamı 8-10 sayfayı geçmez.


Ezber kötüdür diyerek zihnimize hiçbir şey almaz olduk. Günübirlik yaşıyoruz artık. Üstüne üstlük cep telefonlarının yaygınlaşması da bu işin tuzu biberi oldu. Olan hafızamız da gitti. Çünkü hiçbir şeyi akılda tutma gereksinimi duymuyoruz. Lazım olacak ne varsa cep telefonumuza kaydediyoruz. Kaydetmekle kalmıyor, kullanacağımız ne varsa telefondan otomatik açıyoruz. Ne var bunda? Şifre yazmak için zaman kaybetmiyoruz diyebilirsiniz. Doğrudur zamandan tasarruf ediyoruz. Ama bir başka bilgisayardan girmek durumunda kaldığımız zaman şifremizi hatırlayamıyoruz. Düşün dur artık! İşin ne? Halbuki  şifre adına ne varsa cepten otomatik açmaya ne güzel alışmıştık. Burada yapacağımız tek çözüm eğer sistem kabul ediyorsa “Şifremi unuttum” butonuna basıp yeni şifre almak. Hele işin acilse dokuz doğurursun yeni şifre alıncaya kadar.

Geçen gün e sınav türü bir sınavda görev aldım. Görev yerimize yarım saat önce varmamız yeterliydi. Vardığımızı göstermek için ana bilgisayardan mebbis şifremizle sisteme giriş yapmamız gerekiyormuş. Ben kısa bir duraklamadan sonra şifremi buldum. Ama benden sonra gelen sisteme girmek için “Şifremi unuttum” butonuna basmak ve yeni şifre almak zorunda kaldı. Bu işi yapmak için de cep telefonundan faydalanması gerekiyor. Ama salona cep telefonuyla girmesi yasak. Dışarıda ve koridorda 25 dakika yeni şifre almak için uğraştı durdu. Neredeyse “Sınava gelmedi” muamelesi görecekti. Sınavın başlamasına 5 dakika kala nihayet işini halletti. Tabi o şifre almak için uğraşırken onun semeri bana vuruldu. Canı sağ olsun! Problem değil.

Hasılı, ezberci eğitime hep birlikte rezerv koyduktan sonra ardından gelen cep telefonları bizim hafızamız oldu. Akşam yediğimizi hatırlamıyoruz. Bereket kendi cep numaramızı ve her yerde istenen TC numaramızı ezbere biliyoruz. Kazara cep telefonumuz arızalanırsa işimiz kül. Birini aramamız gerekirse ezberden bildiğimiz bir numara yok.

Sonuç, sonucu ne olursa olsun ezberci eğitime karşı olmaya ve cep telefonunu kullanmaya ve şifremizi otomatik olarak açmaya devam. Kim vazgeçirebilir bizi bundan. Atın ölümü arpadan olsun! Acaba hafızamızı zorlamamak Alzheimer hastalığını tetikler mi? Şimdi siz düşünün artık!

* 22/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.