10 Eylül 2018 Pazartesi

"Elimi Bırakma!"

Tv'lerde yayımlanan dizilere pek bakmam. Geçmişte Yaprak Dökümü, Karadayı gibi dizilere baktım, bağımlılık yaptı. Saatlerce televizyonun karşısında oyaladı beni. Bir daha mı asla dizi izlemeyeceğim dedim. Kaç yıldır da izlemiyorum. Ama şimdi bir dizim var artık. 

Bir pazar günü o değilden kanal değiştirirken elim yorulmuş olmalı ki TRT1'de takılıp kaldım. Eski bir bölümmüş. Az bakınca beni kendine çekti. Akşamında da yeni bölümü varmış. Pazar akşamı ekranın başına oturdum. Gece 12.00'ye kadar süren bir dizi. Adı da Elimi Bırakma. O mu bırakmıyor, ben mi? Belki ekran ve ben birlikte birbirimizi tutuyoruz.

Dizide başrolde ABD'de eğitim almış iki kişinin serüveni işleniyor. Kızımız ABD'de aşçılık eğitimi almış, Türkiye'de aşçılık üzerine iş aramakla meşgul. Ne varsa bu Amerika'da? Bir defa ABD yemek kültürüyle bizim yemek kültürümüz uyuşmaz ama akşam sabah ABD ile yatıp kalktığımızdan mıdır kızımızı aşçılık eğitimi için Amerika'ya göndermiş senaristimiz. Gaziantep'e gönderseydi daha iyi olurdu. Hâsılı dizinin kurgusunun başında bir sakatlık var ama dizi dizidir. İzlemeye başlamışsan bağımlılık yaptığından -mantıksız da olsa- izlemeye devam ediyorsun. Ben böyle diyorum ama sakın ola siz dizi falan izlemeyin.

Dizide başrolde bulunan Azra, onun üvey kardeşi, bakıcıları, Cenk, babaanne Feride, bir de Cenk'in arkadaşı dışında herkes bir hesap ve kitap içinde. Yüze gülüp arkadan iş çeviren cinsten. 

Dizinin kurgusunda bir mantık hatası olmakla beraber alacağımız dersler olduğunu düşünüyorum. Dizi farklı bir sektörü işliyor. Yemek sektörünün başında da ipleri elinde bulunduran aynı zamanda hayırsever olan Feride Hanım var. Yürüttüğü grubu daha ileriye taşıyacağına inandığı torunu Cenk'i hazırlamaya, pişirmeye çalışıyor. Torun ABD'de okuduğu okulu yarım bıraksa da şirketin başına geçmeliydi. Torun şirketin tepesinde idari bir görev beklerken babaanne ona mutfakta bulaşık yıkama görevi veriyor. Çünkü babaanneye göre şirketi yürütecek ve büyütecek kişinin kıymet bilmesi için her alanda çalışmalıydı. Başta torun Cenk olmak üzere herkes bu durumu garipsedi. Koskoca Çelen Grubunun varisi mutfakta çalışır mıydı? Bana da garip geldi bu durum. Çünkü torun grubun en tepesinde emreden olmalıydı. Emir alan değil. Çünkü gündelik hayatta ve filmlerimizde bugüne kadar hep öyle gördük.

Diziden benim anladığım bir numara olması için Feride Hanım torununu pişirmeye çalışıyor. İlginç gelen bu çaba aslında hayatın her alanında olması gerekir diye düşünüyorum. Çünkü pişmeyen insan ham olur, başarılı olamadığı gibi yüz de ağartmaz. Herhangi bir diziyi ve bu diziyi izlemenizi tavsiye etmiyorum ama özellikle ahbap-çavuş ilişkisi çerçevesinde özellikle kamuda eşe-dosta makam veren/makam dağıtan siyasilerimizin bu diziyi iyi izlemesinde fayda var. Çünkü bir siyasi bir makama getireceği yakınını alt kademelerde pişirmeden ederinden daha yüksek bir makama paraşütle getirirse geldiği yerin kerametini kendinden bilen yakını o siyasinin altını oyar. Kamuda bunun örnekleri çoktur. Şimdi size bir ilimizde meydana gelmiş ibretlik bir makam sahibinden bahsedeceğim: 

Kendisi milletvekili seçildikten sonra nüfuzunu kullanarak yaptığı işlerden biri ağabeyini(veya kardeşini) bir ilde şube müdürü olarak görev verdirtir. Çok iş bilen biri olmasa da arkasında vekil var. Birkaç yıl şube müdürlüğü yapar. Aynı zamanda bu şube müdürümüz mahallindeki bir gazetede köşe yazıları yazmaya başlar.  Yerine kadrolu şube müdürü gelince vekil kardeşi boşta kalır mı? Kendisine valiliğe bağlı başka bir müdürlük verilir. Deruhte ettiği işi nasıl yaptı bilinmez ama burada da birkaç yıl çalışır. Hakkında evli bir kadına taciz isnadı ile ilgili savcılık ifadesi bir kısım mahalli basının internet gazetelerinde yer alır. Ardından gazetelerdeki suç isnadı birden kaldırılır. Yani sumen altı edilir. Sonra ulusal basın bu olaya el atar. Mızrak çuvala sığmayınca kardeş müdürle ilgili savcılık inceleme başlatır ve ilgili kişi dilekçe vererek emekli olur. Dava kapatıldı mı devam mı ediyor bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, arkasında dağ gibi vekil ağabeyi olan müdür, uçkur davasına koltuğundan olur. Yani kendisiyle birlikte vekil ağabeyi de vekillikten eder. Üzerlerinde de koca ve silinmez bir leke kalır.

Olan oldu. Önemli olan bundan sonra böyle menfur olayların olmaması için bu ibretlik olayı kısaca anlattım. Keşke vekil kardeş, kardeşinin elinden tutmadan önce dizide Feride Hanımın yaptığı gibi kardeşini bir güzel test etmiş ve kardeşi geldiği yere bileğinin hakkıyla getirtmiş olsaydı inanın bugün kendisinin vekilliği devam eder, kardeşi de daha yüksek koltuklarda olurdu. Maalesef beklemeye tahammülümüz yok.  Gözümüzü hırs bürümüş. İllaki su akarken testiyi doldurmamız gerekiyor.

Tekrar diziye gelelim. Aslında dizide işlenen bir yerde iyice pişme, elemanı test etme bizim kültürümüzde usta-çırak ilişkisinde var. Şimdilerde piyasada çırak olmayınca bu usulü unuttuk sanırım. Bizde usta-çırak ilişkisi ustanın ilk başta çırağı test etmesiyle başlar. Usta o değilden yere para atar. Bakalım çırak süpürürken usta yerde para buldum diye getirecek mi diye. Çırak parayı getirirse tamam bundan çırak olur der. Çırak parayı cebine atarsa günün akşamında "Yavrum babana selam söyle bizim elemana ihtiyacımız yok. Baban sana başka bir yerden iş bulsun der, çıkışını verir. 

Biz şimdi ne yapıyoruz? Hiç test etmeden akraba diye boyundan büyük makamlar veriyoruz. O da bilinçaltında olanı koltuk gücüne dayanarak uygulamaya kalkıyor. Zaten başkası da beklenmez.

O zaman "Elimi Bırakma" dizisini izlemeye devam. Özellikle torpil yapmak isteyenlere  şiddetle tavsiye ederim.

Pişkinliğin Sınırı mı Olur? Kabe Gölgesinde Pişti! *

Etliye-sütlüye karışmayan, fincancı katırlarını ürkütmeyen haberler tek elden çıkmış gibi gazetelerimizde haber olarak çıkmaya başlayalı gazete çıkarmanın, gazete okumanın bir anlamı kalmadı. Çünkü çoğu gazete halkın gündeminden uzak, halka tercüman olmayacak şekilde yayın yapmaya başladı. Artık eskisi gibi bir gazeteci meslektaşlarına haber atlatma yapmıyor/yapamıyor. Belki de bundandır gazeteciliğin eski gücü ve cazibesi kalmadı. 

Gazete çıkarmanın, gazetecilik yapmanın hatta gazete okumanın bir anlam ve heyecanının kalmadığı günümüzde sosyal medya dünün gazeteciliğini yapıyor. Şimdi artık herkes gazeteci. Vatandaş gördüğü ilginç olayları cep telefonu marifetiyle çekmek suretiyle aynı anda sosyal medyada paylaşarak haberi taze bir şekilde milyonlara ulaştırıyor. Üstelik sosyal medyada paylaşılan haberlerin denetimi de yok, paylaşanın kimseden çekincesi de yok. Vatandaş Türkiye ve dünya gündeminden sosyal medya sayesinde haberdar oluyor ve bu tür haberler ses de getiriyor, kamuoyu da oluşturuyor.

Örnek mi istersiniz? Buyurun sosyal medyada paylaşılan bir haberi İnternethaber'in "Kabe'de pişti oynadılar! Sözde hacca gittiler..." başlığıyla verdiği haberi birlikte okuyalım: 
"Suudi Arabistan'ın Mekke kentinde çekilen bir görüntü olay oldu. Sosyal medyada paylaşılan görüntüde ihramları içindeki gençlerin yanlarında insanlar namaz kılıp dua ederken kağıt oyunu oynadıkları görülüyor...SOSYAL medyaya düşen ve Mekke'de çekildiği belirtilen bir video büyük bir tartışma yarattı. Görüntülerin Kabe'den olduğu belirtilirken videoda, ihramları içinde bazı hacı adayları namaz kılıp bazı hacı adayları da dua ederken 4 gencin yanlarında götürdükleri oyun kağıtlarıyla oyun oynadıkları görülüyor.
Dinlenmeye çekilen bir hacı adayı tarafından çekilen görüntüde dört kişinin oturdukları yerde kağıt oynadıkları fark ediliyor. Her yıl milyonlarca Müslüman’ın Hac ibadetini yerine getirmek için gittiği kutsal topraklardaki bu manzara tepki çekti.
İşte o skandal görüntüler..."
Verilen haberin altında da pişti oynayan gençlere ait bir de video var. Yani haber asparagas değil. 

Haberi ilginç kılan her insana nasip olmayan bir ibadeti yerine getirmek için hacca giden gençlerin herkesin var gücüyle kendisini ibadete verdiği bir ortamda, yani Kabe'nin gölgesinde pişti oyunu oynamalarıdır. Üstelik mahşeri kalabalıktan hiç çekinmeden. Tam da "Allah'tan korkmuyorsanız, bari kuldan utanın" şeklinde taşı gediğine koymanın zamanıymış. Gençler pişti oynarken "Allah'ın bildiğini kuldan niye saklayalım" dercesine pişkinliklerini göstermişler. Parayla mı sanki pişkinlik dediğimiz? Yeter ki insanımız arsızlık ve yüzsüzlük yapmak istesin. Üstelik bu yaptıklarıyla haber olmuşlar. Öbürleri gibi Kabe'yi tavaf etselerdi, namaz kılıp Kur'an okusalardı haber olurlar mıydı? Gençler bu hızla Kabe'nin kapısını açık bulup içeri girebilselerdi orada da oynarlardı. Yeter ki dört kafadar bir araya gelsin. Üstelik bir taşla yani kağıt oyunuyla kaç taş vurmuş oldular: Kabe'nin gölgesinde kimsenin yapmadığı ya da cesaret edemediği bir oyunu oynayarak hem meşhur oldular, hem Allah'ın evinin yanında ihramlıyken oyun oynayan ilk kişiler olarak tarihe geçtiler, (ihram deyip de geçmeyelim. Zira ihram gündelik hayatta yapılması meşru olan birçok fiilin kişiye yasak olması demektir.) hem hacı oldular, hem hoşça vakit geçirdiler, hem etrafındaki "Burada da bu oyun oynanır mı" dercesine burun kıvıranlara "Bakın biz bal gibi oynuyoruz, ne varmış bunda" deyip kimseye aldırmamış ve bir çığır açarak kötü örnek olmuşlardır, hem memleketlerine gittikleri zaman hac ibadetinin yanında neler yaptıklarını hatta pişti bile oynadıklarını hoş geldin ziyaretine gelenlere bir güzel anlatacaklar. Hatta dört kafadar hacı arkadaşı olarak bir araya geldikleri zaman "Nasıl oynamıştık Kabe'nin etrafında, ne günlerdi, nasıl yenmiştik sizi" deyip hasret giderecekler. 

Konuyu uzattım biliyorum. Ne yapayım huyumdur, bir konuyu ele alınca suyunu çıkarmadan bırakıvermiyorum. Bir de bu konuyu başka bir açıdan irdeleyelim. Yukarıda gençlerin yaptığını eleştirdim ama ayıplamıyorum, kızmıyorum ve onları ve niyetlerini yargılamıyorum. Öncelikle hacları mebrur olsun, nasip olmayan bizlere de nasip olsun. Ne güzel genç yaşta hac farizasını yerine getirmiş oldular! Gençler yaptıklarının hoş olmadığını bilselerdi eminim yapmazlardı. Biz gençlerin oynadıkları bu oyunu mukaddes belde de oynadıkları için garipsiyoruz. Gençler bu oyunu memleketlerinde gözümüzün önünde oynadıkları zaman garipsemeyecektik. Ne fark eder? Ha Beytullah civarında oynanmış, ha uzağında! Allah her yerde hazır ve nazır bizi görüp gözetlemiyor mu? Okey, tavla, pişti vs oyunlar her yerde oynana oynana bize normal gelmeye başladı. Vakit geçirmek için zevkine oynanan bu oyunları garipsemez olduk.

Hasılı gençlere kızıp ayıplarken olaya bir de bu yönden bakalım istedim. (Yoksa bu bakış açıma Konyalıların deyimiyle "Bakmaz gomaz ol" mu dediniz? Canınız sağ olsun!)

* 14/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Konya'da Adi Suçların Artış Göstermesinin En Önemli Sebebi

Türkiye'de işlenen suç oranlarında eskiye oranla bir artış olduğu hepimizin malumu. Hapishanelerimiz de bunun göstergesi. Düne göre yeni yeni cezaevleri yapmamıza rağmen hapishanelerin doluluk oranı kapasitesinin üzerinde bir doluluğa ulaştı. İşlenen suçlar o kadar çoğaldı ki kanun koyucu cezası belli yıla kadar olan suçların suçlularının ifadelerini aldırdıktan sonra adli kontrol şartıyla salıveriyor. Çünkü suçluyu yatıracak yer yok. 

Mantar biter gibi suç işlemenin arttığı ülkemizde bir zamanlar "Huzur Kenti" olarak anılan Konya da nasibini aldı. Gün geçmiyor ki bu şehirde menfur bir olay vuku bulmasın. Diğer şehirleri bilmem ama Konya'daki suç sayısının artış göstermesinin nedeni üzerinde durmaya çalışacağım. Sahi bu şehirde suç artışının nedeni nedir? Birden çok nedeni olabilir ama ben en önemlisi üzerinde duracağım. Bana göre şehrin toplu konut çerçevesinde dokusunun değişmesidir, yüksek katlı binalardır. Binaların ne suçu var diyebilirsiniz. Doğru binaların suçu yok. Suç insanımızda, daha doğrusu sosyal dokumuzun değişimesinde.

Şehirde oturanların göç edip geldiği yer ilçe ve köy merkezi. Çoğunluğumuz ya dağlı, ya da ovalıyız. Konya merkezin yerlisini ara ki bulasın. Köyden şehre göçenlerin mahallesi vardı bir zamanlar. Kim şehre göçmeye karar verirse hemen şehre daha önce göç etmiş bir hemşehrisini bulur, onun yakınından bir yer tutar veya satın alır, orayı mesken tutardı. Birçok muhit aynı köyden gelenlerin meskun mahalli olarak bilinirdi: Bozkırlılar, Beyşehirliler, Güneysınırlılar, Derbentliler, Akörenliler ve öbek öbek aynı muhiti mesken tutmuşlardı. Mahallede herkes birbirini tanır, içinde kötülük yapma düşüncesi olsa bile kimse karizmasını çizdirmek istemez, ele-güne karşı ayıp olur veya hemşehrilerim tarafından dışlanırım korkusuyla kötülük yapmaya yeltenemezdi. Çünkü sağına baksa amcası, soluna baksa dayısı, karşısına baksa köylüsü vardı. Herkes birbirini yedi ceddine kadar tanıyınca mahallelerde adı konmamış bir denetim, yani mahalle baskısı vardı. Ya şimdi? Çarşı merkezindeki kimsenin kimseyi tanımadığı yüksek katlı binalar şartların zorlamasıyla kenar semtlere de yapılır oldu. Kooperatifleşme arttı. Arsasını kat karşılığı müteahhide veren kişi çok sayıda daire sahibi oldu. Müteahhit sattı, mal sahibi sattı. Apartmanlara değişik bölgeden insanlar taşındı. Artık çarşı merkezde  oturanların birbirini tanımadığı ortam kenar mahallelere de sirayet etti. Ayrıca günümüzde "Ev alma, komşu al" atasözü de tarih oldu veya köylülerimin oturduğu muhitte oturacağım anlayışı da kalmadı. Kimin gücü nerede oturmaya, nereyi satın almaya yetiyorsa orada oturuyor. Baba ile oğul bile aynı semtte oturmuyor. 

Anlatmak istediğim Konya şehri neredeyse Türkiye'nin bir mozaiği oldu. Her şehirden insan var şehrimizde şimdi. Bu demektir ki kim kime dum duma durumundayız. Bu da eski denetimi yani hemşerim duyarsa ayıp olur, nasıl yüzlerine bakarım mantalitesini veya mahalle baskısını yok etti. Kimse kimseyi tanımıyor ve takmıyor artık. Bunun da suç oranlarını artırdığını düşünüyorum. Belki de en önemli sebebi bu. Katılır veya katılmazsınız benim kanaatim bu şekilde. Eğer bu kanaatime katılıyorsanız demek ki her mahalle baskısı kötü değilmiş!