31 Ağustos 2018 Cuma

Yav! Ne zorlayıp duruyorsun? Almayız diyorlar ya!"

Fakültede öğrenciyim ve evliyim. Kuvvetle muhtemel bir çocuğum var. Fırsat ve iş buldukça inşaatlarda amele olarak çalışıyorum.

Bir haftasonu idi. Bozkır'da bir sınıf arkadaşımın düğünü var. Tam düğüne gitmeye hazırlanırken eşimin bir akrabasının bir inşaat işi varmış, çatıya makat atılacakmış. (Kiremitin altına kiremiti tutsun diye konan çamur) 

Bozkır'a düğüne gitsem hem masraf edeceğim. En iyisi çalışmaya gideyim ki hem aile bütçeme katkı olsun, hem de akrabanın işi görülsün. 

Sabahleyin erkenden ortaokulda okuyan kayın biraderimle birlikte akrabanın evinin yolunu tuttuk. Ücret falan konuşmadık. Zira akraba ile ücret konuşulur mu? Akşama kadar ben, kayın birader, akrabanın kendisi, usta (var mıydı hatırlamıyorum) ahır veya samanlığın tüm makat işini bitirdik. İyi de yorulduk. Çalışanlar bilir, inşaatta çalışmak zordur. Hele makat atmak belki de en zoru. Toprağı samanla bir güzel harmanlayacaksın. Su ile karıştırıp karmak için daire şeklinde havuz yapacaksın. İçini su ile dolduracaksın. Ardından elindeki kürekle toprağı suya yavaş yavaş bir güzel emdirip çamur yapacaksın. Çamur ne cıvık, ne de pek olacak. Yan kıvamında olması için kürekle durmadan aktaracaksın. Yani bu arada suyu da dışarı kaçırmayacaksın. Güneş tepene dikilmiş, elime geçtin, ne yapayım sana der gibi ısısını verdikçe buram buram terletip ter akıtıyor, üzerimizde boza pişiriyor. Sarısın zaten Güneşin seni yakmaması mümkün değil. Kıvamına getirdiğin çamuru kürekle kovaya doldurup dört gözle çatıda bekleyen ustaya uzatıyorsun. Gönderdiğin kovayı boşaltmasıyla birlikte usta sana boş kovayı tekrar uzatıyor ve ardından çamuuur diye sesleniyor. Soluklanmadan gelen kovayı tekrar tekrar doldurup uzatıyorsun. Gönderdiğin kovadaki çamur ne ki? Bir kiremitin altını kapatacak şekilde kalınca döşeyiveriyor. Mesai kavramı da yok. İş bitinceye kadar çalışacaksın, bu iş zormuş, ben bırakıyorum, ne halin varsa gör deme durumun da yok. Çalışıyoruz ama emeğimizin, alın terlememizin ve kürek sallamamızın karşılığını alacaktık. Şurada akşama ne kaldı? Ceniniz para görürse tüm yorgunluğumuz giderdi nasılsa.

Bize su getirip götüren, getir-görür işi yapan ev sahibinin hanımı kocasının huyunu iyi biliyormuş ki biz çalıştıkça "Sağ olsun çocuklar yardımımıza geldi. Bu çocukların yevmiyesini ver" dedi kocasına. Bunu birkaç defa tekrarladı. Kayın biraderle ben, "Yok ya, ne parası? Biz öylesine yardıma geldik" dedik. Kadın akşama doğru "Bu çocuklara paralarını vereceksin" diye kocasına bir daha söyledi. Adam, "Yav! Ne zorlayıp duruyorsun? Almayız diyorlar ya!" demez mi? Buyur buradan yak şimdi! 

Akşam ezanlarıyla birlikte (belki de ezan okulalı epey olmuştu) işi bitirdik. Vedalaşıp ayrıldık. Yürüyerek evin yolunu tuttuk. Belki de bir saat yürüdük. Çünkü uzaktı mesafe. Enişte ayrılırken sağ olun dedi mi hatırlamıyorum.  Yorgunluğu, terlemeyi, yürüme mesafe ve saatini de unuttuk. Çünkü aradan 29 yıl geçti en azından. Her şeyi unuttuk ama noktası virgülüne unutmadığımız tek şey eniştenin hanımına kızarak "Yav! Ne zorlayıp duruyorsun? Almayız diyorlar ya!" şeklinde bağırmasıydı. Kayın ile bir araya geldikçe hatırlarız o anı.

Rahmetliden ne ne umduk, ne bulduk! Enişteyi tanırdım ama cebinde bu kadar akrep olduğunu bilmiyordum. Böyle dedi ya, giderken cebimize biraz para koyar umudu vardı. Zira öğrenciydik ne de olsa. Ayrılırken arkamıza baka baks gittik acaba insafa gelir mi diye. Ama ne Nuh dedi, ne de peygamber! İşini bedava yaptırdığını kar saydı.

Aradan yıllar geçti. Bir gün eşi, "Beni evime bir bırakıver, neyse paranı vereyim" dedi. "Ben para falan istemem. Eğer illa para vereceksen eniştenin bizi çalıştırdığı o bir günlük yevmiyeyi verseniz iyi olur, zira hiç aklımdan çıkmadı. Oğlunuz müteahhitlik yapıyormuş, üstelik işi de iyiymiş. Babası rahmetlinin borcunu ödeyiversin" dedim. Sadece güldüler o ve arabadaki diğer taşıdıklarım. Tamam söyleyeyim de versin dedi. Yine öyle kaldı. Şaka yaptığımı sandılar. Ciddi olduğumu nasıl gösterebilirim ki? Gerçi vermezler. Verseler de ne ifade eder ki? İşçinin alnının teri kuruduktan sonra ne işe yarar ki?

Bilemediğim Hassasiyetleri Ne Ola ki?

—Üstat! ... gazetede yazmak ister misin? Ben yazmanı istiyorum. Gazetenin sahibi arkadaşım olur. Sizi bir görüştüreyim.
—Olabilir.
*
—Alo üstadım! Müsait misin haydi gidiyoruz.
—Gidelim.
—Selamün aleyküm!
—Aleyküm selam!
—Size bahsettiğim arkadaş. Ben aradan çekiliyorum. Aranızda şartları konuşursunuz.
*
—Kaç gün yazarsınız?
—İki gün.
—Salı-perşembe uygun olur mu?
—Olur.
—Yayımlanacak yazımı en geç ne zamana kadar göndermem gerek?
—Akşam 17.00'ye kadar.
—Yazı konusunda herhangi bir hassasiyetiniz var mı?
—Hayır! İstediğinizi yazabilirsiniz. Size referans olanın hassasiyeti bizim de hassasiyetimiz. Zaten müstear isimle yazacaksınız. Daha rahat yazarsınız.
*
—Selamün aleyküm!
—Aleyküm selam!
—Benim yazıya yer vermemişsiniz gazetenizde.
—Erken seçim kararı alınınca baskıya erken geçtik, sizin yazı da geç gelince giremedik. Yarın yayımlayacağız. İki yazı göndermişsiniz. Son gönderdiğinizi yayımlamazsak...
—Niçin? Yazıda bir sorun mu var?
—Yazının içeriğinde sorun yok da. Başlıkta bir sıkıntı var. 
—Ne var başlıkta?
—Başlığınız "Baskın Seçim" ifadesini şu şu siyasi parti liderleri de kullandı. Buna tepki gösterildi. O yüzden yani.
—Ama alınan bu karar olsa olsa ancak baskın bir seçim olur.
—Öyle de, yani!
—Tamam o zaman önceki gönderdiğim yazıyı yayımlayabilirsiniz.
—Teşekkür ediyorum.
*
Günler, aylar geçti. Gönderdiğim yazılar haftada iki gün yayımlanmaya devam etti. Bayramdan sonra gönderdiğim (https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2018/08/ekonomide-geldigimiz-nokta-duvara.html)
yazım yine yayımlanmadı. Ne ben aradım niye yayımlanmadı diye. Ne de gazeteden bir arayan oldu. 

Üzüldüm mü? Evet! Kırıldım mı? Elbette! Kim üzülüp kırılmaz, kim yazısının çizik almasını ister ki? İlk çizikten sonra ikinci çizik almak... İçim rahat mı? Fazlasıyla. Zira amatörce, severek yaptığım bu işte yüz kızartacak bir şey yapmadım, kimseyi mahcup etmedim. Tüm yazılarımda yaptığım, içimi içtenlikle yazıya dökmektir. Adı geçen gazetenin, başlığından korkarak yayıma vermekten imtina ettiği yazıyı diğer yazdığım gazeteye gönderdim, aynen yayımlandı. Hiç de sorun olmadı. İkinci çizik alan yazımı da noktası, virgülüne dokunmadan diğer gazeteye göndereceğim. Yine bir sorun olmayacak. 

2015 yılından beri yazdığım bütün yazılarım "dilinkemigiyok.blogspot.com" adlı mütevazı blogumda yayımda ve herkesin okumasına açık. Bugüne kadar 1800'den fazla yazı yazarak yayımlamışım. İki-üç gazeteye gönderdiğim yazılarım da bloğumdan seçerek gönderdiklerimden oluşuyor. Bir kısmını da sosyal medyada kendim paylaşıyorum. Son üç-dört aydır yazdığım tüm yazılarımı whatsappımdaki durumdan da paylaşıyorum. Bugüne kadar kimseden bir yergi, herhangi bir makamdan uyarı almadım.

Hiçbir zaman için iyi yazarım, iyi düşünüyorum, yazdıklarım doğru iddiasında olmadım. Yazmaya başlarken neyi dert ediniyorsam o konuyu ele alacağım demiştim. Şükür ki hemen hemen her konuda yazdığım bir birikimim oldu. Yazdığımdan para kazanmadım. Kazanmayı da düşünmüyorum. İleride derli toplu olsun diye bloğumdaki yazılarımı derleyip kitap haline getirirsem ne ala. Bunun için de bir çabam yok.

Tekrar çizik yediğim konuya gelirsek; üzülsem de, kırılsam da içimde adını koyamadığım bir sevinç var. Çünkü birden fazla yerde yazmak bana sıkıntı vermişti. Çizik yediğim gazeteye çok iştahlı göndermedim. Dostumun yazar mısın teklifine gayri ihtiyari olarak telefonda olabilir dedikten sonra, olmaz diyememiştim. İlk çizikten sonra iyice soğumuştum. Şükür ki bırakan taraf ben olmadım. Böylece zoraki evlilik sona ermiş oldu. 

Yazımı uzattım biliyorum. Son kez gazetenin duruşu bir şey söyleyeyim. Zira içimde bir ukde kalmasın. Gazetenin yayın politikasına saygı duyarım. Mutlaka her gazetenin bir hassasiyeti vardır. İşin başında gazetenizin herhangi bir konuda bir hassasiyeti var mı diye sordum. Yok dendi. Pekala bana "Bizim şu konuda, şöyle şöyle hassasiyetimiz var" şeklinde açıkça söyleyebilirlerdi. Ama söylemediler. Çalışırken gördüm ki en ufak bir yapıcı eleştiriye bile tahammülleri yokmuş. Buna tahammülleri yok da niye çıkarıyorlar ki gazeteyi? Gazete ve gazeteci dediğin olaylara biraz eleştirel yaklaşır, halkın nabzını tutar, halka doğru haber vermeye çalışır. Bir partinin bülteni gibi çıkmaz, kraldan fazla kralcı olmaz. Ödü kopmaz. 

Kimse kusura bakmasın, tıpkı insan gibi gazetelerin de bir onur ve itibarı vardır. İnsan da kendi itibarını kendi kazanır ve kaybeder. Gazete ve gazeteci de. Kimse, kimseye bir itibar elbisesi kazandırmaz. Bu durumda gazeteye tavsiyem, gazetenin başlığının altına "Gazetemiz x partisinin bültenidir" yazmasıdır. Bu durumda kimse bir şey demez. Çünkü adı üzerinde bir partinin bültenidir.

30 Ağustos 2018 Perşembe

Dilime Kemik Koydurmak İstiyorum

—Neyin var?
—Bir şeyim yok.
—Ne demek bir şeyim yok? Niye geldin ya?
—Benim bir isteğim var.
—Burası istek kapısı değil, hastane. Lütfen meşgul etme. Başka hasta alacağım.
—Dur hele dur! Dilimin kemiği yokmuş benim.
—Ne yapayım yoksa? Ne var bunda? Dilin kemiği mi olurmuş? Sonra kimin var?  Allah öyle yaratmış.
—Deme ya! Ama bana herkes "Senin dilinin kemiği yok" diyor.
—Evladım, Allah öyle yaratmış. Atasözümüz bile var, dilin kemiği yok diye. Zaten olması mümkün değil. Zira dilde kemik olsa dil sağa sola dönmez. İstediği lafı evirip çeviremez. Zaten dilde kemik olmamalı.
—O zaman ne diye bana durmadan senin dilinin kemiği yok diyorlar. Bende bir eksiklik olmalı. Ama ne?
—Diline sahip çık, ne konuştuğuna dikkat et demek istiyorlardır. Benlik işin yok senin. Haydi lütfen!
—Ben dilime kemik koydurmak istiyorum ama...
—Fesübhanallah! Be adam dile kemik konur mu? Dil dediğin kemiksiz olur. Al bak! Bende de yok. (Burada doktor dilini çıkarıp bir güzel gösteriyor.)
—O zaman ben ne yapacağım şimdi?
—Sen şimdi git, öğle arası oturalım seninle. Ben sana ne yapman gerektiğini bir güzel anlatırım.
—Çok teşekkür ederim.
*
—Anladığım kadarıyla senin dilin biraz sivri. Diline mukayyet olacaksın, olur olmaz konuşmayacaksın. "Sövene dilsiz, dövene elsiz" olacaksın. Her doğruyu, her yerde söylemeyeceksin. Köre kör, sağıra sağır, şaşıya şaşı, kiloluya kilolu; gözün üstünde kaşın var demeyeceksin.  Nabza göre şerbet vermeyi bileceksin. Fincancı katırlarını ürkütmeyeceksin. İyi bir tasdikleyici olacaksın. Rüzgara doğru işemeyeceksin, ona göre yön değiştireceksin. Asla muhalif olmayacaksın. Doğrucu davutluk yapmayacaksın. Sürü psikolojisini iyi bileceksin. Kalabalık nere gidiyorsa, ne diyorsa vardır bir bildikleri diyeceksin. Muhatabın konuşurken kendisiyle çelişirse, bir sözü öncekini tutmuyorsa "Efendim siz daha önce şöyle demiştiniz" demeyeceksin. Gücü-kuvveti elinde bulunduranlara karşı nezaket ve saygıyı elden bırakmayacaksın. Onlar konuşurken can kulağıyla dinleyeceksin. Konuşmaları içine sinmese bile asla karşı gelmeyeceksin, onlar gibi düşüneceksin. Hatta çok haklısınız, çok güzel tespit yaptınız diyeceksin. Su akarken testini doldurmayı bileceksin. Dediklerimi yaparsan diline kemik koymaya gerek yok. Zaten konmaz. En azından ben bilmiyorum.
—Çok teşekkür ederim doktor bey!
—Ne işle iştigal ediyordunuz?
—Eğitimciyim.
—Eğitimciler çok konuşur.
—Mesleğin dışında ne tür hobilerin var?
—Kendi halimde karalarım.
—Resim mi yapıyorsun?
—Bloğum var. Oraya dökerim içimi.
—İyi güzelmiş. Adı ne bloğunun?
—dilinkemigiyok.blogspot.com.
—Ne tür konulara değiniyorsun blogta?
—Siyasi, sosyal, güncel, dini-ahlaki, ekonomi konuları... İnsanı ilgilendiren her konu ilgi alanıma girer. Neyi dert ediniyorsam onu.
—Yazman güzel. Ama sana tavsiyem bloğun adını değiştir. Tehlikeli zira. Üstelik file benzemez yazı. Dilden çıkan uçar gider, ama yazı kalır. Yazarken çok dikkatli olmalısın. Yoksa başına iş açarsın. Sen diline dikkat ederken eline de çok dikkat edeceksin.
—Bunları biliyorum da yapamıyorum ki...
—Yapacaksın, yapmalısın, yapmak zorundasın. Senin bu hastalığının ilacı benim söylediklerimdir. Yoksa ağrımaz başını ağrıtırsın. Bundan başka diline kilit vurup elini bağlayamam ya...
—Teşekkür ediyorum.