26 Ağustos 2018 Pazar

Af Maraz Doğurur

"Kader mahkumları" diye bir şey yoktur.
Kişinin yapıp ettikleri vardır.

Yapıp edilenin karşılığı cezadır. Bu, adalettir.

Yapılan cezanın karşılığını gördürmemek, affetmek hakkaniyete uygun değildir.
Adaletin yerini hiçbir şey tutmaz. Zira mülkün temelidir.

Bu dünya affa da, merhamete de, adalete de  muhtaçtır. Af (merhamet) mi yoksa adalet mi? İkisi  karşı karşıya gelirse adalet tercih edilir. Zira af, maraz doğurur. O yüzden affı konuşmamak, kaşımamak, akla bile getirmemek gerekir. Af tartışmaları dolayısıyla hapisteki uyuyan hücreleri uyandırmamak, yakınlarına umut vermemek gerek.

Suçlu cezasını çekmelidir. Asla aftan yararlanmamalıdır. Evet, affetmek büyüklüktür ama kadir kıymet bilene.  Eğer bir af düşünülüyorsa af, mağdurun affetme şartına bağlanmalıdır. Bu, Meclisin üzerine vazife olmamalıdır. Eğer bir genel af düşünülüyorsa, ülke için elzemse Meclisin karar vermesinden ziyade bu konuda halka gidilmelidir.

Bazı siyasi partiler bazı mahkumların haksız yere içeride yattıklarına dair bir kanaate sahip iseler o kişiler için yeniden yargılama isteyebilirler. Ama bir genel af için bırakın teklif vermeyi, düşünmemeliler bile. Zira ülkeye en büyük kötülüğü yapmış olurlar. Kimsenin buna hakkı yoktur.


25 Ağustos 2018 Cumartesi

Gelin Bu Profili Tanıyalım!

Kendisini 24 yıl öncesinde tanıdım. Birlikte çalıştık bir süre. Kendi halinde sakin, beyefendi bir görüntüsü var. Yine kendisini öğretmenler kurulu toplantısında her konuda görüş serdeden, konuştuğu zaman mangalda kül bırakmayan, işini en iyi şekilde yaptığını hissettiren ve herkesin kendisini öyle sanmasını bekleyen biri imajı edindim. Öğretmenliğin yanında ticaretle uğraşır, aynı zamanda bir oluşumun temsilciliğini yapardı. 

Her şeyi bilirim, her şeyden anlarım görüntüsü veren bu bilge kişiyi çalıştıkça daha iyi tanıdım. Bu cevher içimde kalsın istemedim. En iyisi bu profili bir yazı konusu edinerek taçlandırayım istedim.

Benden kıdemli olan bu kişi ben derse girdikten sonra kaç defa kapımı açtı. Hayırdır hocam soruma "Ders senin mi, benim dersim bu sınıfa değil mi" cevabı alırdım. Ben dersi işlemeye başlayalı ne oldu, garibim sallana sallana derse yeni geliyor, ah bir de yanlış sınıfa gelmese derdim kendi kendime. O kapıyı kapatırken öğrencilere "Bunlar aşağıda ders programına bakar, hangi sınıfa dersi olduğunu öğrenir, yine de yanlış sınıfa girerler" der demez öğrenciler kahkahayı basardı. Hemen bu arkadaş kapıyı tekrar açar: "Ramazan Hoca yine ne dedin" derdi. Ben de az önce öğrencilere söylediğimi kendisine tekrar ederdim. Hafif bir gülümseme edasıyla kapıyı tekrar kapatırdı. Ama sağ olsun ders arasında bana bu şekilde soluk aldırırdı.

Ders çıkışı biraz nefesleneyim, öğretmenlerle muhabbet edeyim derken arkadan bu arkadaş gelirdi. Ama tek başına gelmezdi. Kendisiyle beraber sınıfın yarısı ardından öğretmenlere has odaya gelirdi. Gelen çocukların biri hocayla konuşurken diğerleri ağzını ayırır, diğer öğretmenleri süzerdi. Bu rahatsızlığımı birkaç defa öğretmenler kurulunda dile getirdim. Hatta öğrenci ve öğretmen görüşme odası ayarlansın, bazı arkadaşlar teneffüste öğrencileriyle görüşsün, biz dr rahat rahat çayımızı yudumlayalım teklifi yaptım. "Bundan sonra kimse ardından öğrenci getirmeyecek, görülme yapacak çıkıp koridorda konuşsun" kararı alındı. Ama nafile! Kellim kellim, la yenfeu oldu. Çünkü aynı kişi hiç dinlemedi. Sınıftaki söküğünü öğretmenler odasında dikmeye devam etti.

Kimsede cep telefonu yokken bunda cep telefonu vardı. Ne de olsa iş adamıydı. Öğretmen görünümlü iş adamı. Dersten sonra işinin başına geçen bu arkadaş dersi olduğu zamanlarda bir çalışanına emanet ediyormuş dükkanını. Ben görmedim ama bazı öğretmenler söyledi. Dersteyken telefonu kalınca açar, müşteriyle çatır çatır pazarlık yaparmış. Ne güzel değil mi? Bir taşla iki kuş! Hem öğretmenliğini yapıyor, hem dersin arasında telefonla konuşuyor, hem ticaretini yapıyor, hem de arta kalan zamanda dersini işliyor.

Ders anlayışı, dersteki verimi nasıldı bilmiyorum ama istenen evrakı vermediğini, çünkü yapmadığını ya da savsakladığını duyardım müdür yardımcılarından. Çünkü ona göre formaliteydi bunlar. Öğretmenlik dediğin derse girip çıkmaktan ibaretti ona göre. Gereksizdi aynı zamanda. Sonra kim yapacaktı bunları? Onlara ayıracağı zamanını işine verirdi. Bu yüzden okul idaresi ona sorumluluk vermezdi. Semeri benim gibi birkaç kişiye yüklerdi.

Okulun son haftaları ve sınav dönemlerinde okul müdürü öğrenci kişisel dosyalarını doldurun, en azından teşekkür ve takdir durumunu not edin derdi. Benim gibi çaylaklar müdür yardımcısı odasından tüm sınıfının öğrenci kişisel dosyalarını alır, öğretmenler odasındaki masaya koyar, tek tek öğrenci bilgilerini doldururken bu arkadaş bir patron edasında öğretmenler odasına girer. Kolay gelsin arkadaşlar diyeceği yerde "Çalışın çalışın, belki müdür ödül verir" derdi aymazca.

İnternetin olmadığı ya da varsa da erişimin pahalı olduğu o dönemlerde okuduğumuz gazeteleri eleştirir: "Bunları okumayın, doğru yazmazlar" derdi. Hocam hangisi doğru yazar sorumuza hiçbiri derdi. Bir zaman geldi. Bağlı olduğu ve temsilciliğini yaptığı cemaat bir gazete çıkarınca koltuğunun altında o gazeteyle beraber gelmeye başladı. Hocam, siz gazete almaya ve okunmasına karşıydınız. Zira doğru yazmıyorlardı. Şimdi gazeteyle geliyorsun. Fikrin mi değişti, yoksa bu gazete doğruları mı yazıyor dedim. "Bu gazete doğru yazar, tavsiye ederim" dedi. Ne de olsa cemaatinin gazetesiydi. Ona göre cemaatinin yazdığı her şey doğruydu.

Ben vardığımda aynı okulda yıllar yılı öğretmenlik yapıyormuş, epey birlikte çalıştık, ben o okulu terki diyar eyledim, aradan 17 yıl geçti. Arkadaş aynı okulda halen çalışıyor. Öyle zannediyorum tedrisinden baba/anne, oğul/kız, torun geçmiştir. Nice müdür ve yardımcılar eskitti. Gelen gitti ama o demirbaş olarak kaldı, eskimedi. Saçı-başı ağarsa da dinçliği hala devam ediyor. Sanırım 65'ten emekli olacak.

Bir ara yaptığım hizmete biraz da siyasette devam edeyim diye milletvekili aday adaylığına soyundu. Ama siyaset onun değerini tespit edemedi, elinin tersiyle itti. Aday yapılmadı. Halbuki tam zamanıydı. Bir zamanlar cemaati hakaretler ederek gittiği partiye geri dönmüş, şimdilerde el üstünde tutuluyordu. Nasılsa cemaatinin her bir ferdi FETÖ'den sonra bürokrasinin her yerindeydi. Bunun cemaatinin borusu ötüyordu. Ha buna da bir vekillik verselerdi ne güzel olurdu. Öğretmenlikteki kıdemi 35 yılı geçmiş, ticareti alasıyla yapmış, cemaatinin temsilciliğini şeyhin değişmediği gibi değişmeden bugüne kadar getirmiş, her parmağında ayrı bir hüner olan bu tecrübeye aday adaylığı başvurusu yaptığı parti havada kapmalıydı. Belki de o parti onun sayesinde o bölgede oy patlaması yapardı. Çünkü sadece yetiştirdiği kaç nesil ona oy verseydi vekil seçilmesi hiçten değildi. Mecliste tecrübe konuşacaktı. Burada hocamız değil, onu tercih etmeyen siyaset kaybetmiştir. Çalıştığı okul mesleğin duayenini kaybetmemiş oldu.

Kendisini uzun yıllardır görmem. Sadece öğretmenliğe devam ettiğini biliyorum. Size onu daha çok anlatmak, taze haberler vermek, onu daha iyi tanıtmak isterdim.  Bu vesileyle müstefit olurdunuz. Ama takdir edersiniz ki kendisinden 17 yıldır uzağım. Tıpkı sizin gibi onun yeni hizmetlerinden ben de mahrumum. Üzüldüğüm bir değerden koca Türkiye'nin mahrum kalması...




"Davetiye 2 Kişiliktir"

Üzerinde "Davetiye 2 kişiliktir" not yazılı bir düğün davetiyesi aldım. Davetiye üzerinde bu şekil not çok yaygın değil. İçinizden rastlayan vardır. Notu görünce garipsemiş olabilirsiniz.

Bana çok garip gelmedi. Belki de olması gereken bu şekil not yazılmasıdır. Hatta "Düğünümüze çiçek gönderilmemesi, kap-kacak getirilmemesi şeklinde ilave notlar eklenmelidir. Çünkü ne gönderilen çiçek, ne de getirilen kap-kacak sadra şifadır. Düğün sahibinin işi yoksa düğün bittikten sonra yorgun-argın bir şekilde iken getirilen eşyayı ve çiçekleri evine taşısın. Çiçek kuruyacak, kullanmayacağı birbirinin aynısı hediyeyi muhafaza için evinde depolayacak. Hediye faslı başlı başına bir sorun. Şimdi gelelim 2 kişilik davetiye notuna.

İçinizde düğünlere iştirak etmeyeniniz yoktur. Düğünde ikram edilen yemeğin yetmediğine de şahit olmuşsunuzdur. Davetli olarak gittiğiniz düğünden karnınızı doğurmadan geri dönünce ne hissettiniz? Ya düğün sahibi yemek yetmeyince kimseye görünmemek için kaybolur, ayakta dursa bile  başından kaynar sular dökülmüş hisseder. Bir de yemeğin yetmediğini görenlerin gittikleri yerde "Falanın yemeği yetmedi, gelen geri döndü, aman senin düğün onunkine benzemesin" dediğini bir düşünün.

Düğünde yemek niçin yetmez? Gelecek sayıdan daha fazla bir davetiye mi bastırmıştır düğün sahibi? Belki şunun da gönlü olsun, bunun da gönlünü yapalım, şunu çağırmazsak olmaz deyip fazla çağıran olmuş olabilir. Ama bunun dışında yemeğin yetmemesinin sebebi bizde davetiyeler dipsiz bir kuyu gibidir. Kimin kaç kişiyle geleceği, gelip gelmeyeceği, kız evinden ne kadar katılım olur belli değil. Şurada düğün yemeği var diye davetsiz katılanlar da var. Yemeğin yetmemesinin bir diğer sebebi de normal yemiyoruz. Sofraya oturan kendini merkeze alıyor; arkada bekleyenler var, diğer davetlilere yetmez diye düşünmüyor. Arka arkaya pilav istenir. Üstelik etli olacak. Birini bitirmeden diğeri istenir. Tıka basa yenir. Mide, "Yeter Allah aşkına" der ama biz ona da aldırmıyoruz. Yemekten sonra bir de "Baya yedik" diyor ve sağa sola bakınıyoruz soda bulmak için. Gerçi içi pirinç ile dolu mideyi maden suyu falan paklemez ya. Ha bir umut bizimkisi. Ardından 

Hasılı "Davetiye 2 kişiliktir" notu bana garip gelmedi. Belki de olması gereken bu. Aslında nota bile gerek yoktu. Ama biz istedik böyle not yazılmasını. Çünkü düğüne katılırken normal katılmadık. Hasılı kaç kişi varsa koştuk. Oturduk mu ölümüne yedik. Düğün sahibinin ucu açık bir şekilde cümle alemi doyurma imkanı olamaz. Düğünlere cümbür cemaat değil, temsilen katılmayı öğrenmemiz ve buna alışmamız gerekiyor.
*
Yemeğe eşimle birlikte katıldım. Boş masalardan birine oturduk. Nikahtan sonra yemek servisi yapıldı. Yemek Konya'nın meşhur düğün yemeği değildi. Alakart usulü. Tek tek herkese servis yapıldı. Ayakta bekleyen, arkamızda bekleşen yoktu. Menüde yoğurt çorbası, ardından börek, sonra ana yemek olarak kavurma/pilav, en son tatlı ikramı yapıldı. Kimse ilave yemek istemedi, ortak kaba kalık sallamadı. Az gibi görünen menü herkesi doyurdu.

Konya düğünlerinde yemek faslının bu şekil alakart usulüne geçmesinde fayda var. Çünkü ne israf oldu, ne fazla yendi, ne kargaşa oldu. 200-250 kadar davetli hem yedi, hem oturdu, düğün sahibi yemeğim yeter/yetmez endişesine kapılmadı.