6 Aralık 2015 Pazar

Arabama Vuran Beni Buldu

Bugün park halindeki aracıma vurup kaçana serzenişte bulunurken kaza kazayı açtı. 2001 yılında aracıma çarptığı halde kaçmayan bir sürücü aklıma geldi.

-Sanırım- Mustafa Kemal Bulvarında seyir halindeyken arka arka gelen birisi vurdu aracıma. İndim baktım arka sağ teker üstü kaporta ve boya darbe yemişti. Kalabalık hep birden anlaşmışçasına, "bir şey yok, bir şey yok" diye seslendi. "Bir şey yok mu gerçekten" dedim. Kalabalık tekrar bir şey olmadığını teyit etti. Hele şükür, vuran da kaçıp gitmemişti. 
Bir şeyin olduğu belli olan aracıma, bir şey yokmuş muamelesi yapılarak bindim ayrıldım. Araba yıkatmaktan vaz geçip evin yolunu tuttum. Tıraş olmam lazım. En iyisi tabanvay diyerek yürümeye başladım. Akşam karanlığında biri beni durdurdu.
—Beni tanıdın mı?
—Hayır.
—Senin arabaya vuran benim, kaportacıya göster, neyse masrafını ödeyeyim. Ben belediyede zabıtayım. Bir ara uğra.
—Eyvallah kardeş, teşekkür ederim.
Gündüz meydana gelen moral bozukluğunun yerini akşam huzura bırakmıştı. İçten içe, "helal olsun be adama, insanlık ölmemiş hâlâ. Adamı tanımıyordum. Ama adam geldi beni buldu" şeklinde konuşmaya başladım. 
Nice günler sonra zabıtayla tanış olan birisi ile belediyeye giderek bizim zabıtayı bulduk. Selam kelâmdan sonra:
—Arabayı gösterdin mi?
—Evet.
—Ne kadar?
—30 TL 
—Öyle mi, bir dakika ben şu çocuğumu eve bırakıp geleyim, siz bekleyin, hallederiz.
Adamı bekledik epeyce, hem de yaya olarak Kahta'yı bir kaç defa tur atacak şekilde. Ne gelen oldu ne de giden. 
Bir bardak soğuk su ile birlikte geri döndük.
Anlayacağınız, arabama vurup kaçandan  da bana hayır gelmedi vurup kaçmayandan da. Gelen vurdu giden vurdu. Canları sağ olsun. Ancak durup kaçmayana çok da gönül koymadım. Belki de imkanı yoktu. Kim bilir? 18/09/2015

Alavere Olmuş Dalavere

...

"Tek Suçum Güvenmek"

           04/12/2015 Cuma günü bir esnaf ziyareti yapmak üzere iş yerine uğradım. Otururken 2 misafir daha geldi. Birinin müflis bir tüccar, diğerinin ise halen çalıştığını tanışma esnasında öğrendim.

İşler nasıl diye bir dokundum. Bin âh işittim. Adamlar dertli mi dertliymiş. Biri bıraktı, diğeri söz aldı. Dünyaları farklıydı. Dertleri ise benim gibi bordro mahkumundan farklıydı. Hepsinin ortak yönü yaptıkları işin ücretinin zamanında gelmemesinden şikayetçi idi. Sözleri "Bu nasıl Müslümanlık" ile başlıyor. Yine "Bu nasıl Müslümanlık" ile bitiyordu.

Bir tanesi 5 yıl önce işyerinden ceketini alıp çıktığını söyledi, sözlerinin arasında.
Kime bıraktın işyerini dedim. Ortağıma, yani enişteme. Ne yaptı? "Ben polis emeklisiyim. İşyerini ortak açtık. Benim anladığım bir iş değildi. Ben hiç para işine de karışmadım. Hiç bir şey de sormadım. İyi işimiz vardı. Herkes bize açık çek verirdi. Duydum ki iflas etmişiz. Ceketimi alıp çıktım. Çoğu zaman evime ekmek götürecek param olmadı" dedi. Kazancınız da iyiymiş  Niçin iflas ettiniz? Dedim. Eniştemin uçkuru sayesinde dedi.
Ortaksın, fakat para pul işlerine  karışmamışsın. Burada suçun yok mu dedim. Benim tek suçum güvenmek dedi.

Diğeri aldı lafı bu sefer. Piyasaya, nice fabrikatörlere mobilye işi yaptığını, hiçbir işinin karşılığını zamanında alamadığını, aylar sonra güç bela alabildiğini, hatta bazılarının telefonuna çıkmadığını söyledi. Hatta öyle biri var ki işçilerinin parasını bile 15 gün gecikmeli verdiğini söyleyince adama acıdım. Uzun süre paramı istemedim bile. Sonra bir baktım ki işçilerin parasını veremiyorum diyen adam, 2.hanımını almış, kendisinin ve hanımının altına son model iki araba almış, ben neyse paramı 5 ay gecikmeli aldım. O asgari ücretle çalıştırdığı adamların parasını 15 gün gecikmeli verince o işçiler 15 gün ne yedi ne içti hayret ettim. Bu nice Müslümanlık böyle.

Dedim ya esnafın dünyası bambaşka diye. Daha başka örnekler de anlattılar. Anlatılanlardan borcumuza sadık olmadığımız, zamanında vermediğimiz ortaya çıkıyor. Borçlandığımız zaman ise işimizi sağlam yapmıyoruz. Ortaklığımız güven esasına göre işliyor. Kur'an'ın en uzun süresinin en uzun ayeti borçlanmanın esaslarını belirlerken hiç birine riayet etmediğimiz ortaya çıkıyor. Sonunda da suçu Müslümanlığa yıkıyoruz. Kendimize uydurduğumuz İslam bizi rezil ediyor. Bu gidişle cenazemizi de kılar. 

Güvenmek güzel. Fakat tedbiri elden bırakmamak gerektiğini düşünmüyoruz. İnsanlar parayla, dinarla imtihan oluyor. Her alanda olduğu gibi ticaretimiz de berbat anlaşıldığına göre. Sonuç, sınıfta kaldık. Aynı deliğe bin defa girip girip sokuluyoruz. Hâlâ da ibret almıyoruz.

Bundan sonra yapılan bu işlere alavere demeyelim. Yaptığımız olsa olsa dalavere olur. Suçu da Müslümanlığa bulmayalım.
Peygamberimiz, söz verip sözünde durmayana, konuştuğu zaman  yalan konuşana, emanete ihanet edene Münafık demiştir. 

O zaman suçu Müslümanlığa değil de Münafıklıkta arayalım.
05/12/2015

5 Aralık 2015 Cumartesi

"Yazdıklarını bir kitapta toplasan ya"

-Arkadaş, sen bu yazdıklarını bir kitapta toplasan ya.
-Niçin?
-Güzel yazıyorsun.
-Dolduruşa getirme beni?
-Alıcısı olur, hem yazdıkların kaybolmaz.
-Tarihe geçerim belki!
-Nasıl yani?
-Kitabı hiç okunmamış biri olarak tabii.
-Tevazu yapma.
-Tevazu, mevazu değil. O kadar yazılmış kitaplar var. Bir kaç popüler kitabın dışında o kadar yazılmış kitap, kitapçıların tozlu raflarında okuyucu bekliyor. Zaten okuyan bir toplum değiliz. Kim okuyacak?
-Ben okurum.
-Bu şekilde söyleyen tanıdıklarım var.
-Daha ne istiyorsun o zaman?
-Mahalle ve sokağına; doğalgaz gelsin, hemen alırız diye dilekçe üstüne dilekçe verip ortak imza toplayan kimseler tanırım. Firma istek üzerine dolduruşa gelir, doğalgazı geçirir. Doğalgaza abone olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bizimki böyle olmasın?
-Sen de taktın bu "Dolduruşa" ha...
-Dolduruş deyip de geçme. Geriye dön bir bak. Dolduruşla orta yerde kalanların sayısı az değildir.
-Meselâ?
-Ferruh BOZBEYLİ.
-O da kim?
-Adalet Partisinde milletvekilliği, TBMM başkanlığı yaptıktan sonra 41'ler hareketiyle birlikte partisinden ayrılarak  Demokratik Partinin kurucuları arasında yer almış ve partinin genel başkanlığını yapmış bir siyasetçi.
-Eee ne var bunda?
-Demokratik Partinin genel başkanlığına geçmesi -kendisinin anlattığına göre- tamamen bir dolduruş sonucu olmuş.
-Gerçekten mi, nasıl olmuş bu?
-1970 yılında 41'ler hareketiyle birlikte partiden ayrılarak DP'yi kurdukları zaman kendisine genel başkanlığa geçmesi için partililerden epey bir baskı gelir: "Efendim, biz seni orada görmek isteriz. Sensiz olmaz, siz oraya layıksınız vb." şeklinde. Tüm rica ve teşviklere rağmen yapamam diye görevi kabul etmez. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:
"Partimin ısrarlarına rağmen başkanlığı kabul etmedim. Ofisimde çalışmaya devam ederken yanımda babam da vardı. Sekreter, 'Efendim Kayseri'den kalabalık bir ekip geldi, sizinle görüşmek istiyor' dedi. 'Al içeri' dedim. Heyet, 'Efendim biz Kayseri olarak sizi genel başkan görmek istiyoruz, bunun için geldik. Bizi kırmayın' dedi. Ertesi gün Kırşehir ekibi, Sakarya ekibi gelmeye başladı. Her gün birkaç ilden gelen heyetin 'Seni başkan görmek istiyoruz' talepleri birbirini takip etti. Ben yine olmaz diye talepleri reddettim. Türkiye'nin birçok ilinden gelen bu heyetler karşısında babam, 'Oğlum, bu halk seni başkan görmek istiyor. Halkın bu teveccühü karşısında duramazsın. Geç bu partinin başına deyince mecburen kabul ettim. Genel başkan olduktan sonra oyuna getirildiğimi anladım. Meğersem her gün benimle görüşmeye gelen ekip aynı ekipmiş. En önde heyet sözcüsü olarak konuşan birkaç kişi dışında arkadaki kalabalık aynı kişilerden oluşuyormuş."
-İlginç olmuş gerçekten. Sonra ne olmuş?
-İstediği başarıyı elde edemeyince  genel başkanlıktan ve aktif siyasetten çekilmiş.
-Nereye gelmek istiyorsun?
-Sirke olmadan küpe girmek istemiyorum.
-Yani?
-Şimdilik dolduruşa gelip orta yerde kalmak istemiyorum.
-Ben samimiydim halbuki.
-Biliyorum. Senin ve diğer eş ve dostun samimiyetinden şüphem yok. Teşekkür ederim teveccühünüz için. 05/12/2015