Ana içeriğe atla

Nasıl Geldiysen Öyle Gidersin


Bazı insanlar bir koltuğa gelir, bir müddet o koltukta iş ve işlemleri yürütür, kendisine verilen direktifleri doğru-yanlış demeden yerine getirir. Çünkü getiriliş amacı budur. Bir süre sonra da altından o koltuk çekilir, koltuksuz kalır. Yerine bir başkası getirilir.

Ne var bunda? Bu bir bayrak yarışı; biri gider, biri gelir demeyin. Esas gümbürtü bundan sonra. Çünkü görevden el çektirilen veya tenzili rütbe ile bir yere gönderilen daha önceki bu koltuk sahibi, kendisine yapılanı kaldıramaz. İçine düştüğü durum kendisini yer, bitirir. Dün beni getirdiler, bugün götürdüler, buraya kadarmış demez. Kendisine büyük bir haksızlık yapıldığı psikolojisini yaşar durur. Ya içine kapanır, kimseyle konuşmaz, selamı sabahı keser ya da kapı kapı dolaşır, kendisine yapılan haksızlığın giderilmesini ister. Hepsine derdini anlatır, derman arar. Tüm bunları yaparken "Düşenin dostu olmaz" sözünü unutur elbet. Kime derdini açmışsa ya sessizce dinlemiştir birileri ya da "Üzüldük durumuna. Keşke elimizden bir şey gelse… Siz yine de sabredin. Bu yanlış düzeltilir elbet" denir. Adam bekleyecek de nereye kadar? Çünkü durulacak gibi değil. Bu durum ne yedirir ne içirir ne de yatırır. En son çare, yapılan haksızlığa dur demek ve geri görevine iade için idari mahkemesine baş vurur. İdari mahkeme ne zaman karar verir. Karar ne şekilde çıkar. Karar lehinde çıktığı zaman atamaya yetkili makam mahkeme kararını uygular mı bilinmez ama bu durum, beklediği her gün için bir ömre bedeldir.

Bir makamdan el çektirmek kişinin tahammül edebileceği bir durum mu? Değil elbet. Bu tip kişilere haksızlık yapılmış mıdır? Bilmiyoruz. Çünkü olayın perde gerisinde ne döndü bilinmez. Böyle bir durumun başınıza gelmesini ister misiniz? Doğaldır ki kimse bu muameleyi istemez. Hele hakkında soruşturma, inceleme yokken veya yüz kızartıcı bir şey yapmamışken habersizce "Şuraya, şu statü ile atandın" demek herhalde hiç şık değildir. Allah kimseye -düşmanına bile- böyle bir akıbet vermesin. Çünkü sevinilecek, oh olsun denilecek bir durum değildir.

Şimdi madalyonun öbür tarafına bakalım. Bir makamdan el çektirilen bu kişi, bu makama nasıl gelmiştir? Ne fark eder demeyin. Çünkü bir insanın gidişi, gelişi ile bellidir aslında. Daha doğrusu kişi bir makama nasıl gelmişse öyle gider. Eğer bir kişi bir makama bir başkasının mutsuzluğu üzerine gelmiş ise, eğer bu kişi bu makama gelirken koltuğu elinden alanı üzmüş ise, koltuğu elinden alınanın onuru korunmamış ise, eğer bu kişi bu makama getirilirken hiçbir kriter ve prensibe bağlı olmadan gelmiş ise kendisi de aynı muamele ile karşılaşacaktır. Yani aynı durumu yaşayacaktır. Üzülecek, tıpkı kendisinden önceki üzüldüğü gibi. Sevinecek, tıpkı kendisinden önceki, o koltuğa geldiğinde sevindiği gibi. İncinecek, tıpkı kendisinden öncekinin incindiği gibi. Koltuk sahibi iken yanında görünenlerin hiçbiri giderken yanında olmayacak, tıpkı kendisinden öncekinin yanında kimsenin olmadığı gibi. Kimse kendisinin mağdur olduğuna ve mağdur edildiğine inanmayacak, tıpkı kendisinin selefinin mağdur olduğuna inanmadığı gibi. Kimse elinden tutmayacak, tıpkı kendisinin başkasının elinden tutmadığı gibi. Yerine gelen halefi, kendisinin mutsuzluğu üzerine mutluluk kuracak, tıpkı kendisinin başkasının mutsuzluğu üzerine mutluluk kurduğu gibi. Hasılı değişmez kural "men dekka, dükka" sözü gereğince "eden bulur." Kendisi etmişti, buna da biri edecek. Kendisi başkasının canını yakmıştı, başkası da onu yakacaktır.

Bunun bir istisnası yok mu? Olmaz olur mu? Var elbet. Kişi bir yere, konan kriterlere şartları tutarak ehliyetli ve liyakatli bir şekilde gelir, görevini hakkiyle yapar. Vakti  geldiği zaman bayrağı bir başkasına devreder. Durum böyle olunca kimse o makama gelenin haksız bir şekilde gelmediğini, bu göreve layık olduğunu bilir. Kimse ayağını kaydırmaya çalışmaz, kimsenin bu makamda gözü olmaz. Herkes bu makam sahibini kabullenir. Kurumda amir ve memur ilişkisi daha sağlıklı yürür. Böyle bir durumda haksız yere görevden el çektirilirse haksızlığa dur demek için bağımsız mahkeme vaziyete dur der. Tabi böyle bir durumun ve sonucun olması için bir devlette devletin tüm organlarının sorunsuz ve yansız çalışması ve görevini yapması gerekiyor. Hukuk devletinde olması gereken budur. Eğer o devlet hukuk devleti değil de kanun devleti ise, kanunlar kişilere göre çıkarılır ve kaldırılır ise, o devlette oturmuş, prensipleri konmuş kriterler yok ise o devlette dağ(orman) kanunları geçerlidir. Ormanda ise aslanın sözü geçer. Sözü kanundur. Burada mağduriyetlere çözüm üretilmez. İşler ahbap çavuş ilişkisi üzerine yürür. Çavuş değişirse ahbap da değişir. 

Sen çavuşuna yan. Bir daha da prensibi ve kuralı olmayan, hak etmediğin koltuklara göz kırpma ve oturma.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde