21 Kasım 2025 Cuma

Ebu Zer el Gıfâri'ye Ne Reva Görülürdü?

5.Müslüman olarak bilinen, içine sinmeyen hususları failine söylemek için gözünü budaktan esirgemeyen, doğrucu Davut biridir Ebu Zer el Gıfâri.

Sözünü söylerken başıma şu gelir, beni yaşatmazlar, işimden, gücümden olurum, ağrımaz başımı ağrıtmayayım demeyen biri.

Akrabalarını gözeten, onları devletin her bir kademesine yerleştiren Hz Osman'ın tasarrufuna karşı çıkmış. Devlet başkanının yüzüne, bu yaptıkların doğru değil diyerek onu eleştirmiştir. 

Ebu Zer'in eleştirilerine tahammül edemeyen Hz Osman, onu Şam'a Muaviye'nin yanına gönderir. 

Ebu Zer, Şam'da da rahat durmaz. Çünkü Muaviye'nin de yönetim tarzını beğenmez. Onun şaşalı hayat ve saltanat sürmesini de eleştirmiştir. 

Ebu Zer'in eleştirilerinden rahatsız olan Muaviye, ya Osman! Şu Ebu Zer'i yanımdan al demek suretiyle onu tekrar Medine'ye Hz Osman'ın yanına gönderir. 

Medine'den Şam'a yer değişikliği Ebu Zer'i değiştirmemiş olmalı ki Hz Osman Ebu Zer'i Rebeze çölüne sürgün eder. Geri kalan ömrünü Ebu Zer Rebeze'de geçirir ve burada ömrünü tamamlar. 

Gördüğüm kadarıyla Ebu Zer ne devlet başkanına ne valiye eyvallah dememiş. Onlara boyun eğmemiş. Doğru bildiğini yüzlerine söylemekten ictinap etmemiş. Konforu değil, çileyi göze almış, üç maymuna oynamamış, sessiz kalmamış, bana dokunmayan yılan bin yaşasın dememiş. Hz Osman peygamberin damadı. Onu eleştirmek bana yakışmaz deyip içine kapanmamış. Dilsiz şeytan olmak istememiş. Medine ve Şam'ın güzel havasından ve imkanlarından yararlanmak varken çölün zor şartlarında yaşamayı tercih etmiştir. Kısaca Ebu Zer tasarruflarıdan dolayı kendi camiasınıe leştirmiştir. 

Bugün Hz Osman'ın tasarrufları eleştirilirken, Muaviye'nin ismini doğru dürüst kimse ağzına almazken Ebu Zer'i eleştireni pek görmedim. Çünkü zaman Ebu Zer'i haklı çıkarmıştır. 

Anladığım kadarıyla günümüzde olduğu gibi geçmişte de kimse eleştiriye pek gelmemiş. Eleştiriye gelmeseler de ne Hz Osman ne de Muaviye Ebu Zer için hapsi düşünmemiş, rızkını kesmemiş. Sürgün etmişler sadece. 

Düşünüyorum da Ebu Zer bugün aramızda yaşasaydı, aynı ya da benzer eleştirileri bugün de yapacaktı. Çünkü huylu huyundan vazgeçmez. Hele ki doğrucu Davut ise. 

Bugün de en ufak bir eleştiriye tahammül yok. Belki karşıt düşünce sahiplerine tahammül edilse de evin içinden eleştiriye hiç tahammül yok. Hatta böyle eleştiri getirenlere karşıt mahalleye şirin gözükmeye çalışıyor diyorlar ya da pirincin içindeki beyaz taş benzetmesi yapıyorlar. 

Öyle zannediyorum, Ebu Zer bugün yaşasaydı, eleştiri oklarını evin içine döndürecekti. Böyle bir Ebu Zer'e günümüzde ne yapardık? Öyle zannediyorum, sürgünle yetinmez,  onu doğduğuna, doğacağına pişman ederdik. Rızkını kesme, makam ve mevkisini alma, dışlama, horlama, cezaevi vs. her şeyi ona reva görürdük sanki. 


20 Kasım 2025 Perşembe

Keşke Herkes Siyasiler Gibi Olsa!

Kendileri için bir şey istemezler. Parolaları, "Kendim için bir şey istiyorsam namerdim" derler.

Hep milletine hizmeti şiar edinmişlerdir.

Yola çıkarken, mesele vatansa gerisi teferruat prensibini düstur edinmişlerdir. Çünkü vatan sevgisi böyle bir şey.

Bundan dolayıdır ki yaşı başını almış, yürümekte zorlanmalarına ve okumakta güçlük çekmelerine rağmen torun torbaya vakit ayırmadan, gecelerini gündüze katarak hummalı bir şekilde çalışmaya devam ediyorlar.

Yaz demezler, kış demezler. Memleketi bir uçtan diğer uca arşınlarlar.

Yorulmak nedir bilmezler. Uyku, dur, durak kendilerine yabancı mı yabancı.

Memleket sevdası onları bu yola iten.

Yola çıkarken kah kefenlerini giyerler kah kızılcık şerbeti içerler kah baldıran zehri.

Bu yola baş koyarken ben baş olayım demezler. Yol arkadaşları onları baş yapar. Ben aday olayım demezler. Birlikte ıslandıkları, ne yapıp ne edip onları aday gösterirler.

Sevenleri tarafından kendilerine gösterilen sevgi, saygıdan mahcubiyet duyarlar.

Yaptıklarını ve yapacaklarını balık bilmezse Halik bilir düşüncesi içerisindeler. Ama balık da bilirse fena olmaz. Çünkü nankörlüğün gereği yok.

Hizmette sınır tanımazlar. Bunun için saçlarını süpürge ederler.

Normal şartlarda çok tevazu sahibidirler. Koruma istemezler, konfordan nefret ederler. Uçak, özel oto, makamı şoförü bile istemezler. Kendi eşyalarını kendileri taşımak isterler. Ama bulundukları makam ve temsil ettikleri yerin itibarını korumak için bunlara boyun eğerler. Bir de zamanla yarıştıkları için mecburen birileri eşyasını taşımak zorunda kalıyor. Değilse, niye taşımasınlar.

Tasarruf onların olmazsa olmaz kırmızı çizgisi olsa da işin içine itibar girince maalesef mecburen itibarı tercih etmek zorunda kalıyorlar.

Allah vergisi kabiliyetleri var. Belli ki doğuştan gelen bir yetenek.

Anlamadıkları yok. Her şeyden anlarlar.

Konuşmak, hep konuşmak, sadece konuşmak onlardan ayrılmaz bir parça. Allah var, hakkını veriyorlar. Değme avukatlar onlarla yarışa giremez.

Onlar eşittir; hamaset, slogan, meydan okumadır. Analar ne yiğitler doğurmuş dersin onlar gürledikçe.

Savunma, saldırı, çamur at izi kalsın, algı, mazeret üretme, kılıf bulma, bahane uydurma gibi özellikleri saymakla bitmez.

Allah vergisi bir yönleri daha var. Kırarlar, dökerler. Faturayı halka fatura ederler. Bu da çok önemli değil. Zira gülün dikeni gibi bir şey bu. Halk o kadarına da katlansın artık. Ayrıca sevmenin, ölümüne destek vermenin bir bedeli olacak değil mi? 

Başka ülkelerin siyasetçileri gibi sevenlerini yarı yolda bırakmazlar. Pazara kadar değil, mezara kadar bu mesleği icra ederler. İstifa nedir bilmezler. Çünkü istifa demek, kaçmak demektir, suçu kabullenmek demektir.

Zaman zaman özeleştiri yapıp acaba bende bir hata var mı, yaptığım yanlış var mı diye sorgularlar. Ama bulamıyorlar. Çünkü vermeyince Mabud, ne yapsın bunlar.

Bir başka maharetleri daha var. "U" dönüşünde, zikzak çizmede, büyük lokma yemede, en son söyleyeceğini en başta söylemede üstlerine yoktur. Çünkü mesele memleket meselesi olunca, sınır tanımazlar.

Bunlar ve daha fazlası siyasilerde var. Keşke siyasilerdeki saymakla bitmez bu özellikler halkta da olsa, bu memleketin çözülmedik hiçbir meselesi kalmaz. Keşke onlardaki vatan sevgisi ve hizmet aşkı millette de olsa. Keşke emeklilikleri gelmesine, yaşları 65'i geçmesine rağmen bu memleketin tüm fertleri bunlar gibi çalışsa, ülke şaha kalkar. Ülkeyi yere de kimse indiremez. Bu ve bundan sonraki yüzyıllar bizim asrımız olur.

Tüm bunlara rağmen kıymetini biliyor muyuz onların? Maalesef buna evet diyemeyeceğim. Çünkü nankörlük bizde diz boyu.

Hazır Yiyici Güvercinler

Tarihi Buğday Pazarı çarşısının içerisinde çok sayıda çay ocağının ve hepsinin de müşterisinin olduğunu önceki yazılarımda ifade etmiştim.

Çay ocaklarına gelen müşterilerin çoğu,buranın gediklileri. Kimi iş güç arasında eş dostla buluşmak için gelse de büyük çoğunluğu emekli. Sabahtan akşama buradalar.

Ben de fırsat buldukça bu çarşının müdavimleri arasındayım. Bugün hem bir iki işimi halletmek hem de rutin yürüyüşümü yapmak için çarşıya çıktım. İşimi bitirdikten sonra biraz soluklanıp çay içmek için buraya uğradım. 

Boş masa olarak kuşların yem yediği kısmın önünde bir masa buldum ve güvercinlerin yem yemesini bir güzel seyrettim. Çünkü bu çarşının bir başka müdavimi de güvercinler. Hem de sürü sürüler. Tıpkı Valiliğin yanındaki eski miting yerindeki güvercinler gibi. Bunlar da tıpkı çay ocaklarının müşterileri gibi buranın gediklileri. Kursaklarını burada doyuyuyorlar, burada tünüyorlar. Tüneme yerleri de çarşının çatıları. 

Sabahtan akşama vatandaş tarafından çarşının ortasına serpilen yemleri dıkdıklıyorlar*. Daha doğrusu gagalıyorlar. Yanlarına biri yaklaşınca korkup kalkıyorlar, çarşının çatılarına konuyorlar. 

Sadece birinin gelmesiyle kaçmıyorlar. Önlerine serpilen yemler bitince de çatıya geçiyorlar. Çatıdan çarşının avlusunu temaşa ediyorlar. Ne zaman ki birinin gelip yeniden yem saçtığını görünce, çatıdan uçup yeniden yem meydanına iniyorlar. O kadar hızlı gagalıyorlar ki bir güvercinin gagalamasını saymak mümkün değil.

Kursaklarını doyururken hiç sağa ve sola bakmıyorlar. Hepsi karınlarını doyurmaya kendilerini veriyor. Yukarıdan uçup gelen de aralarındaki boşluğa inip dıkdaklamaya başlıyor. Hiçbiri de benim yemimi yiyorsun, rızkıma mani oluyorsun, az öteye git, burası benim demiyor. Yan yana ya da karşılıklı yemeye devam ediyorlar. Hiçbiri diğerini rahatsız etmiyor. Aralarında kavga ve niza yok. Kardeş kardeş yiyorlar ve geçinip gidiyorlar. 

Bugün yemin dışında ekmek de atılmış kuşların önüne. Çoğunluğu yemle kursağını doyururken pek azı ise bölünüp parçalanmış ekmekleri gagalarına alıp yere çarpmak suretiyle kopardıklarını kursaklarını indirirlerken gördüm. 

Gördüğüm kadarıyla bizim insanımızdaki ekmek sevgisi güvercinlerde pek yok. Hele yemi ekmeğin içine koyup yiyenini görmedim ya da bir ekmekten bir de yemden yiyene rastlamadım. 

Gördüğüm kadarıyla kuşlar bu çarşının çocuğu olmuş. Burayı mesken edinseler de uzaklara uçup dolaşıp gelmiyorlar. Nasılsa yem atılıyor önlerine. Yemi takip edip kursaklarını doyuruyorlar. Çarşıda bol miktarda yiyecek yem olunca rızıklarını temin için uzaklara gitmeye gerek görmüyorlar. Belki de uçup dolaşmak isteseler de beş yıldızlı otellerde bizim insanımızın az sonra yemek saati. Uzağa gidersek yemeği kaçırırız düşüncesiyle otelden pek ayrılmadığı gibi bu kuşlar da ayrılmıyor. Öyle ya ta uzağa gidince buraya yem atıldığında yemden mahrum kalacaklar. 

Bu demektir ki güvercinlerin yaşantısı da biz canlılara benziyor. Belki de bizden farkları, birbirlerini rahatsız etmemeleri, boğaz harbi yapmamaları, birbirleriyle didişmemeleri. 

Bu güvercinlere yem atmanın kültürümüzde bir yeri var. Sağ olsun insanımız parayla satın alıp bunları yemliyor. Keselerine bereket. Yalnız iyi mi yapıyorlar, kötü mü yapıyorlar bilmem. Kuşların kursağını doyurmak iyidir. Fakat kış kıyametin olmadığı; yazımızın, kışımızın yaz olduğu bu yıllarda kuşlara bu şekil yem atmak, kuşları hazırında hazır yiyici yapar. Halbuki kuşların birinci ve asli görevi uçmaktır. Kursağını doyurmak için uzak yerleri dolaşmasıdır. Bu şekil yem dökmek, kuşlara balık tutmayı değil, balık yemeyi öğretmektir. Bu yönüyle de işsiz, aşsız insanlarımıza yapılan sadaka kültürüne benziyor. 

Ha eski kışlar gibi kış kıyamet olur, yerler kar ve buz kaplı olur. Kurt, kuş yiyecek bir şey bulamaz. O zaman yem atmak elzemdir. Bırakalım kuşlara yem atmayı. Onlar gökyüzünde süzüle süzüle Konya'nın altını üstüne getirsinler. Kuş ve güvercinlerin semada toplu halde uçması, bizlere seyir zevki de verir. Onların da kanatları açılır. Bir yere postu atarak hamlaşıp tembelleşmezler. 

Burada bir de kuş beyinli bebzetmesine değinmek istiyorum. Çünkü bu ifade hakaret anlamında insanlar için kullanılır. Kuş beyinli demek; "aptal, budala, akılsız" anlamlarına geliyormuş. Bugün izlediğim güvercinlerde ben bir akılsızlık ve aptallık görmedim. Yem atılınca görüp hemen üşüşüyorlar, bitince ya da karınlarını doyurunca tekrar çatıya uçuyorlar. Yani yemin atıldığından haberdarlar. Kursaklarını nerede, nasıl doyuracaklarını biliyorlar. Sağına soluna bakmadan, boşa kürek çekmeden biteviye gagalama yaparken bir tehlike sezdikleri zaman hemen fır diye uçuveriyorlar. Belli ki sezgileri de güçlü. 

Durum bu iken kuşların adına yer vererek insanlara niye kuş beyinli dendiğini anlayamadım. Çünkü gördüğüm kadarıyla kuşlar çok zeki, sezgileri güçlü, kursaklarını nereden doyuracaklarını, suyu nereden içeceklerini çok iyi biliyorlar. Bu durumda kuş beyinli demek, insandan ziyade kuşlara hakaret olur, iftira atılmış olur. 

Bu konuyla ilgili bir anekdotuma yer vereyim. Kur'an kursunda okurken bir ara güvercinlere merak sarmıştım. Evimiz de beldenin kenarında müstakil ve tek katlı bir yer idi. Çatısı yoktu. Üstü toprak kaplı idi. Çelen (ev saçağı) vardı. Kışın akmasın diye üstü toprakla kaplı damlar yuvakla sertleştirilirdi. Avlusu, bahçesi, ahırı ve tandırı, aynı zamanda kuşların yayılacağı geniş bir alan da vardı.

Kuşlar gündüz kah uçar kah damın çelenlerine tünerdi. Zaman zaman onları uçurur, havada takla atmalarını seyrederdim. Bu seyrin zevki bir başka idi. Hele bazıları arka arkaya takla atınca sevinçten dört köşe olurdum. 

Ben böyle kurs sonrası kuşları uçurtarak onların takla atmasına sevinedurayım. Yalnız babam kuş beslememden pek hoşnut olmadı. Çelenleri tahrip ediyorlar, aşağıya toprak döküyorlar, bıktım şu senin güvercinlerden derdi. Sanırım kurs hocasına kuş beslememden dert yanmış olmalı ki kursun hocası bir gün bana, "Kuş besliyormuşsun yoksa kuş beyinli mi olacaksın" dedi. Babamı daha fazla üzmemek ve o zaman ki anlamını bilmediğim kuş beyinli olmamak için elimdeki güvercinleri elden çıkarmış, başkasına vermiştim. 

Gördüğüm güvercinlerden hareketle, kuşların özellikle güvercinlerin kuş beyinli olmadığına bugün kani oldum. Hele bugünkü kuşları seyrederken bu anekdotum da gözümün önüne gelince, vara kuş beyinli olaydım, hiç de fena olmazmış bile dedim. Kim bilir, belki de çok rahat ederdim. 

*Dıkdıklama ya da dıkdaklama fiilini doğru mu yazdım, TDK bu fiile yer vermiş mi, fiili doğru mu kullanıyorum diye TDK sözlüğüne baktım. Maalesef ne TDK sözlüğünde ne de İnternette aradığımda bu kelimeyi bulabildim. Belli ki dıkdaklamak/dıkdıklamak fiili Konya yöresine ait. Bu yörede birinin yemek yemesini ya da yaptığı bir şeyini eleştirmek için "Tavuğun yem dıkdakladığı gibi" benzetme yapılır. Belki de tavuğun yem yerken gagasını yere vurunca tık tık/tık tak diye ses çıkarmasından dolayı tıktıklama denmiş, kullanılan kullanıla dıkdıklama ya da dıkdaklama şeklinde söylenmesi meşhur olmuş olabilir. Konya'nın dıkdaklama sözüne benzer bir kelimeyi Ekşi Sözlükte buldum: Dındıklama, "Sivas yöresinde, tavuğun ve horozun beslenme şeklini ifade etmek için kullanılan bir fiil" diye açıklamaya yer verilmiş.