28 Kasım 2025 Cuma

Dedikodudan Kurtulmanın Yolu

Bizim toplumumuzda niçin dedikodu çok fazla?

Niçin iki kişi bir araya geldiğinde bir başkasını çekiştiririz?

Yaptığımız işin hoş olmadığını, dinimize göre yasak olduğunu bilmemize rağmen niçin bu dedikoduya devam ederiz?

Günah ve ayıp olduğunu bile bile bu kötü huyumuzu niçin terk etmeyiz?

Allah’tan korkmuyoruz, kuldan da mı utanmıyoruz?

Ardından konuştuğumuz kişi çok mu kötü biri?

Niçin arkasından konuştuğumuzu yüzüne söyleyemeyiz?

Birinin arkasından konuşmaya başlarken gıybet olacak ama diye başlamak ve devamını getirmek nasıl bir haletiruhiye?

Arkasından konuştuğumuz kişiyle daha sonra yan yana geldiğimizde onun yüzüne nasıl bakabiliyoruz? Hiç utanmıyor muyuz?

O kadar yaptığımız dedikoduların birinden fayda sağladığımız ve çözüm ürettiğimiz oldu mu?

Genelde dedikoduyu kimler yapar, hiç fark ettiniz mi?

Kimler dedikodu yapmaz, hiç fark ettiniz mi?

Dedikoduya dair soruları çoğaltabiliriz. Bu kadarla yetineyim.

Sahi biz niçin dedikodu yaparız? Kanaatime göre dedikoduyu boş ve işi olmayan insanlar yapar. Biz toplum olarak boş insanlarız.

Bu hastalıktan nasıl kurtuluruz? İşimiz olsa, işimiz olsa da işimize kendimizi versek, işimize yoğunlaşsak, işimizi önemsesek, işimizden başımızı kaşıyacak zamanımız olmasa, inanın dedikodu yapmayız. Yapmak istesek de dedikoduya takatimiz kalmaz. Böylece bu hastalıktan kurtuluruz.

Ne de olsa Abdülhamit'in Torunlarıyız

Tarihi şahsiyetleri, döneminin şartlarına göre değerlendirmek gerekirken,
Hatasıyla, sevabıyla bizim tarihimiz ve ortak değerimiz deyip saygıda kusur etmemek varken,
Neler yapabildi, neler yapamadı, niçin yapamadı, dönemin şartları nelerdi gibi neden, niçin sorularına cevaplar arayarak ibret almak için tarih okumak gerekirken, bizler tarihi şahsiyetleri bile kutuplaşmanın aracı olarak kullanmaktayız.

Ya göklere çıkartıp gelmedi böylesi deyip hiç toz kondurmuyoruz ya da yerin dibine geçirerek lanet okuyoruz.

Alın size birkaç örnek:
Abdülhamit,
Kimine göre döneminde "tek gram" toprak kaybetmemiş, en zor şartlarda denge siyaseti güderek ülkeyi 33 yıl yönetmiş, abdestsiz yere basmamış cennetmekan biri.
Kimine göre Osmanlı'nın en fazla toprak kaybeden padişahı.
Kimine göre "pinti", "cimri", "istibdatçı", “vehimci” ve "kızıl sultan".
Kimine göre güçlü bir hafiye teşkilatı kurarak muhaliflere göz açtırmamış bir tek adam...

Vay be! Tüm bu birbirine zıt örnekler aynı kişiyi anlatıyor. Görünen o ki kişinin ne olduğundan ziyade ne olması ve nasıl görmemiz gerektiğiyle ilgili bir bakış açısı bizdeki. Çünkü bizim için tarihi şahsiyetler kutuplaşmanın aracı olarak kullanabileceğimiz bir aparat ya da figürandan başka bir işe yaramaz. Öyle ya bize kutuplaşma oyuncağı olmayacak tarihi şahsiyeti biz ne yapalım?

Değerlendirmeyi bir tarafa bırakıp Abdülhamit'in baskıcı yönüne dair aslı var veya yok bir hikayeye yer vermek istiyorum:

Şairin biri yağmur yağacak diye bir şiir yazar. Hafiye teşkilatından bir zaptiye, "Padişahımıza hakaret ettin" diyerek şairi götürmek ister. Şair ne zaman, nerede hakaret ettiğini sorar. "Padişahımıza şu şiirinde burnu uzun dedin" diyor. Şair hangi şiirim diye sorar. Zaptiye, "Yağmur yağacak" başlıklı şiirinde deyince, şair şaşırır. Zaptiye, "Yağmur yağacak ne demek? Yağmur yağınca şu çukurlar suyla dolacak. Çukurlar suyla dolunca ne olur? Ördekler yüzmek için çukurları doldurur. Ördek nasıl bir hayvan? Uzun burunlu. Tamam işte. Sen, şiirinde ördeklerden bahsederek padişahımıza uzun burunlu demek istedin" diyerek şairin küçük dilini yutmasına yardımcı olur.

Hikaye kendi anlatımımla bu şekil. Doğrusu, Abdülhamit zamanında özellikle muhaliflere uygulanan bir baskı olsa da bir şiirde geçen yağmur, su ve ördek kelimelerinden hareketle bir şairi hapsedecek kadar değildir. Muhalifler tarafından dönemi anlatmak için bu şekil bir abartının uydurulduğunu düşünüyorum. Çünkü izahı olmayan şeylerin mizahı olur. Bir de abartı yani mübalağa edebiyatta bir tür. Bir diğer husus, fıkra, hikaye türü şeyler kıssadan hisse sadedinde bazen uydurulur. Hele bir de kutuplaşma aparatı ise o kimse hakkında her şeyi söylemek bizim lügatimizde vardır.

Dönemin baskısını ifade etmek için anlatılan bu hikayeyi kıssadan hisse olmak için günümüze uyarlamak istersek, şiirde geçen, su dolu göletlerde yüzen uzun burunlu ördeklerin uzun burnu o zaman uzun burunlu demek istedin diye hakaret kabul edildiyse, bugün ördeğin o uzun burnu, hakaretin yanında tehdit olarak da anlaşılabilir hatta fiili tehdit bile kabul edilir. Neden olmasın. Yeter ki istensin. Ne de olsa Abdülhamit'in torunlarıyız. Çünkü gerekçe üretmede, mazeret bulmada üstümüze yoktur. Kimse elimize su dökemez. Yeter ki birileri suyumuzu bulandırsın. 

İstikrara Niyeti Olmayan Piyasa

Evde sakal tıraşında kullanmak üzere bir tıraş makinesi almak istedim. Şu marka mı bu marka mı derken görüşünü sorduğum kişilerin hepsi bir marka önerdi.

Alacağım markayı öğrendikten sonra sıra geldi nereden almaya.

Şuradan al, buradan al hatta ben alıp getireyim diyen oldu.

Bir öğrencim, "Hocam, 1300 imiş ama 1200'e verecek. Siz isterseniz, ben alırım" demişti. Zahmet olmasın dediğimde, estağfurullah, ne zahmeti. Makineyi alacağım toptancı şurada. Mobiletle birden alır gelirim" dedi. İhtiyaç olursa ararım dedim.

Ardından İnternete baktım bu makinenin piyasasına.

Fiyatlar 1.200-1.300-1.400-1.500 şeklinde idi.

1.200 lira olan siteden almak istedim. Sepete koydum. 1.158 TL ödeyeceğim miktar. Sabah alayım dedim. Sabah ise fiyat güncellenmiş. 1.200 küsura çıkmış fiyat.

Ne yapayım derken öğleden sonra iki üç kişiyi yerinde ziyaret etmek için çıktım.

Yolda giderken, bu markayı öneren ve şuradan alırım diye öğrencimin çalıştığı yerden geçerken ona söyleyeyim dedim. Sonra vazgeçtim.

Ne yapayım derken bir başka öğrencimin "Şu mağazadan alabilirsin" dediği aklıma geldi. Baktım o mevkideyim. Girdim mağazaya. "Şu marka tıraş makinesi var mı" dedim. "Var. Kampanyada. 950 lira" dedi mağaza sahibi. Makineyi elime uzattı. Karta çektirip çıktım.

Nereden, nasıl, kimin aracılığıyla alayım derken bu işi kolayca halletmiş olmanın sevinci vardı içimde.

Bir başka sevincim ise en düşüğü 1. 200 olan bu markayı 950 liraya almak oldu.

Yolda ziyaret edeceğim yere doğru giderken bu piyasalar ne zaman oturacak, bu ülkeye fiyat istikrarı nasıl gelecek? Aynı marka ürün İnternet sitelerinde 1.200-1.500 aralığında. Esnafta pahalı olur dediğim aynı marka ürün ise 950 lira. En düşüğü ile arada 250 lira fark vardı. Fark olur da 10, 20, 30, 50, bilemedin 100 olsun. 250 liralık fark da neyin nesi? Diğer yüksek fiyatları kıyaslamıyorum bile.

Bir üründe kampanya olsa bile hiçbir esnaf zararına bir ürünü satmaz. Demek ki kâr marjı o kadar yüksek gösteriliyor ki kampanya ile makul kâr marjına inebiliyor. Bir üründe kâr olur da bu kadar kâr marjı olmaz.

Görünen o ki adına serbest piyasa denilen bu piyasa, her esnafın ve işletmenin bir ürünü tutturabildiğine satmasından ibaret. Bu uygulamadan her işletme ve esnaf memnun olmalı ki aynı marka ürün farklı farklı fiyatlara satılabiliyor. Müşteriden de tepki gelmiyor olmalı ki esnaf hız kesmeden yoluna devam ediyor.

İsterim ki aynı marka ürün üç aşağı beş yukarı piyasada tutunsun. Bir yerde fiyatı gören, bu ürünün fiyatı üç aşağı beş yukarı bu civarda deyip sağı solu incelemesine gerek kalmasın.

Tüm bu fiyat istikrarsızlığı, satış yerine göre fiyatlardaki uçurum, yükseltilen fiyatların kampanya adı altında biraz aşağıya çekilmesi bu enflasyonist ortamda piyasanın oturmadığı anlamına gelir. Gidişattan, piyasanın oturmaya niyetinin olmadığı da anlaşılıyor.

Bu demektir ki bu memleketin ahı gitmiş, vahi kalmış.

Vah benim memleketim vah!

Vah benim insanım vah!

Vah benim tüketicim vah!

Vah fiyatlar yükseldi diye ateşe odun atanlara vah! Hele sizin insafın kurusun.

Bu oturmamış piyasaya bir istikrar gelsin çabası göstermeyip benim gibi seyredenlere de vah olsun!