14 Aralık 2025 Pazar

Eşkiyanın Sağdan Yaklaşanı

Yüz kızartıcı bir eyleme imza atan biri o yolun yolcusu ise kimse bu kişinin yaptığı yüz kızartıcı işe şaşırmaz. Mesela hırsızlığı meslek edinen bir kimsenin yaptığı hırsızlığın pek haber değeri olmaz.

Ama sureti haktan görünen, herkesin güvenini kazanmış, ağzı dualı, ayet ve hadis okuyan, karıncayı incitmekten korkan bir insan, bir hırsızlık ve bir yolsuzluk yapsa veya haram yese, bu kişinin yaptığına herkes şaşırır. İnanmakta zorlanır. Ben kendime güvenmem, ona güvenirdim denir. Hırsızlık veya dolandırıcılık yaptığı tescillenirse, bu da bunu yaptı ise kime güveneceksin. Bundan sonra kimseye güvenmem bile denir.

Son yıllarda görünen ve görünmeyen hırsızlıklar ve yolsuzluklar daha bir arttı. Belki eskiden de vardı ama sanal alemle birlikte daha bir gün yüzüne çıkmaya başladı.

Ne zaman sureti haktan görünüp kendisinden beklenmeyen bir hareketi yapan bir insan görsem, aklıma şu hikaye gelir.

Adına hikaye veya kıssa her ne dersek diyelim, kıssadan maksat hisse almaktır. Çünkü kıssalar hayatın bir gerçeği. Hisse alınsın diye yazılır, çizilir ve anlatılır. Yeter ki kıssalar yerinde ve zamanında anlatılsın.

İnternette “En Büyük Eşkiya Kim” başlığıyla dolaşımda olan, çoğumuzun okuduğu bir hikaye var. Hikaye biraz uzun. Özetleyerek anlatacağım:

Varlıklı bir çiftlik sahibinin son zamanlarıdır.

Yatağında son günlerini beklerken tek varisi oğlunu yanına çağırır. Vasiyetini söyler: “Yatağımın altında içi altın dolu iki kese altın var. Biri senin, diğeri de ülkenin en büyük eşkıyasının. Bunu niye en büyük eşkıyaya vermeni vasiyet ettiğimi de sorma” der.

Vasiyetinin ardından birkaç gün sonra vefat eder.

Oğlu teçhiz, tekfin, defin işlerini ve taziye süresini bitirdikten sonra babasının vasiyetini yerine getirmek için ülkenin en büyük eşkıyasını aramaya koyulur.

Eşkıyayı bulmak için nereye gitse, hangi eşkıyayı sorsa, daha beterinin olduğunu öğrenir. Şu eşkıya, bu eşkıya dolaşır. Şu eşkıya en meşhuruymuş dediği yerden de eli boş döner. Çünkü orada da başka eşkıyanın ününü işitir.

Genç şu, bu derken bir yıl böyle dolaşmış. Sonunda yedi dağın eşkıyası diye birini işitmiş. Eşkıyanın yaşadığı kuş uçmaz, kervan geçmez dağa gider. Eşkıyanın adamlarına durumu anlatır ve huzura çıkarılır. Babasının vasiyeti gereği şu altın kesesini size vermek için geldim deyince, eşkıya, “delikanlı, evet bu civarın eşkıyasıyım. Yalnız benden daha büyük bir eşkıya var. Bu eşkıya memleketin en büyük eşkıyasıdır. O da ülkenin kadısı. Bu altını ona götür der”.

Genç kadıyı bulmak için şehre iner. Bir taraftan da düşünür. Memleketin kadısından eşkıya olur mu? Çünkü adı üzerinde kadı. Şeriata göre hüküm verir. Haksızlık nedir bilmez. Çünkü ne de olsa hükmünü ayet ve hadise göre verir.

 Delikanlı, kadının konağının bulur, huzura çıkar. Olup biteni kadıya anlatır. Bu kese altın vasiyet gereği sizin efendim der.

 Bu sözleri duyan kadı küplere biner. Öyle ya en büyük eşkıya diye kendisine iftira atılmıştır. Üstelik kendisi harama el uzatmayan birisi. En azından halk böyle biliyor. Kendisi de görevi gereği böyle görünmek zorundadır. Zinhar harama el sürmez.

Genç, efendim, beni affedin. Zira ben böyle duydum. Siz yine de kitaba bir bakıp bu işin olurunu bulsanız deyince, kadı, şimdi oldu. Kitaba bakalım deyip kara kaplı kitabı açar ve şöyle der:

Bak delikanlı, bir din ve devlet temsilcisinin böyle açıktan para alması hem kanuna uymaz hem Allah bundan razı olmaz. En iyisi seninle aramızda bir alışveriş yapalım. Ben sana bir şey saracağım. Neticesinde sen de altınları bana teslim edersin der.

Ardından delikanlıya pencereden dışarıyı gösterir. “Şu gördüğün arazi bana ait. Bu arazinin üzerindeki karları sana bu kese altın karşılığında sattım” deyip karşılıklı bir sözleşme imzalarlar.

Delikanlı, vasiyeti yerine getirmenin huzuru içinde bir kese altını kadıya teslim edip çıkar.

Onca yorgunluğun ardından bir hana gider. Orada geceler.

Sabaha doğru zaptiyeler, kadı ile davan var diye derdest ederler.

Kadının huzuruna çıkan genci kadı bir güzel fırçalar. “Allah’tan korkmaz, benim arazinin üzerindeki şu karları niye götürmedin. Senin karlar arazimi işgal ediyor. Derhal bu karları kaldır. Yoksa seni arazimi işgalden içeri atarım” diye tehdit eder.

Delikanlı, bakar ki pabuç pahalı. “Ama kadı efendi, şu kara kaplı kitaba bir daha bak. Yok mu bunun bir yolu” deyince, kadı kitaba bakar. “Şu sendeki bir kese altını da verirsen varsın karların benim arazimi işgal etsin” der.

Bunun üzerine delikanlı elindeki bir kese altını da vererek kadının şerrinden kurtulur.

Dışarı çıkınca, “Yedi dağın eşkıyası! Sen haklı çıktın. Senden de büyük eşkıyalar varmış. Senin alenen yaptığın eşkıyalığı, kadı kanunla yapıyor. Bunların eşkıyalığının yanında senin ki ne ki” demiş.

Hasılı delikanlı, babasının vasiyetini güç bela yerine getirmiş. Bu vasiyeti yerine getireceğim diye kendi altın kesesinden de olmuş. Bu sayede memleketin en büyük eşkıyasının kadı olduğunu öğrenmiş olur.

13 Aralık 2025 Cumartesi

Olduğumuz Gibi Görünmek

Habertürk Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Akif Ersoy, pek haber izlemesem de izlediğim zaman sunduğu haberleri izlediğim spikerdi.

Konuşması, duruşu, nezaketi, haber sunuşu, habere kendinden bir şeyler katması, çıkardığı konuklara sorduğu sorular ve konuklarına saygısı, ekrandan verdiği pozitif enerjisi, bilgi, birikim ve donanımı hoşuma giden yönleriydi.

Nazarımda, sureti haktan görünen biriydi.

İslamcı bir ailenin çocuğu aynı zamanda.

Gözaltına alınıp tutuklanması ve ardından hakkında çıkan; uyuşturucu, kadınlarla ilişkisi ve bunlara ortam hazırlaması, yenilir yutulur iddialar değil.

Hakkında itiraflar da her gün basında yer alıyor.

İddiaların ne kadarı doğru ne kadarı iftira bilmiyorum. Daha ne tür iddialar ortaya çıkacak, bekleyip göreceğiz. Şu var ki habercilikte bana güven veren ekranların temiz yüzlüsü diye düşündüğüm Ersoy'un düştüğü bu durum beni üzdü. Umarım bu tür iddiaları aslı astarı yoktur.

Ersoy olayı ile birlikte niyetim genelleme yapmak değil. Yalnız gözümün önüne birkaç örnek geldi:

Ersoy'dan önce Habertürk'te görev yapan Veyis Ateş'in adı da kirli işlere karıştı. Bugün kayboldu gitti. Bilmeyenler için söyleyeyim. Veyis Ateş ilahiyat fakültesi mezunu idi.

Büyükçekmece Adliyesinden 75 kilo mücevherat çaldıktan sonra İngiltere'ye kaçan adliye mensubu görevli, komşularının beyanına göre namazında, niyazında ve orucunu tuttuğu, herkesin güvenini kazanmış, elimde ne var ne yok veririm denilen biri.

KOSKi görevlisi iken 2020-2024 yılları arasında vatandaşa ait depozite ücretlerini annesinin hesabı üzerine aktarmak suretiyle 14 milyon lirayı iç eden kadın çalışanın profili gözümün önüne geldi.

Adalar Adliyesinde adli emanette bulunan silahların satılması ve Büyükçekmece Adliyesindeki mücevherat hırsızlığının ardından tüm adliyelerdeki adli emanetlerin incelenmesi durumu ortaya çıkınca, Konya Kulu Adliyesindeki bir kadın görevlinin de adli emanete alt 6 milyon lirayı alıp bu parayla kumar oynadığı kendi itirafıyla ortaya çıktı.

Daha başka örnekler de verilebilir. Türkiye'de akıl almaz yolsuzluk ve hırsızlık bu örneklerden ibaret değil. Görünen o ki hırsızlık, alavere dalavere, herkesi ayakta uyutma bu toplumun genlerine işlemiş. Neresinden tutsan elinde kalır.

Verdiğim örneklerdeki profillere gelirsem, Mehmet Akif Ersoy şöhret basamaklarını çok hızlı tırmanan İslamcı biri. Veysi Ateş ilahiyat mezunu. Altın ve gümüş çalan genç, namazında ve niyazında biri. KOSKİ depozitolarını iç eden başörtülü bir kadın. Kulu Adliyesi adli emanetini soyan da başörtülü bir kadın.

Basına sızmış fotoğraflarına bakılırsa iki kadının başındaki başörtüsü anam babam usulü bir örtme değil. Okumuş, dindar ve mütedeyyin kızların örtünme biçimi.

Burada İslamcı, başörtülü, namazında ve niyazında derken niyetim; İslamcı, namazında ve niyazında başörtülülerden korkulur. Bunlar hep böyle gibi bir mesaj verme niyetim hiç yok. Toptancı olmaktan da Allah'a sığınırım. Ayrıca hırsızlığının, çalıp çırpmanın, fuhuş ve uyuşturucu kullanmanın dini, imanı, ahlakı olmaz. Bu tip yüz kızartıcı eylemleri başörtülü de yapar, başı açık olanı da. Namaz kılan da yapar, namaz kılmayanı da. İslamcısı da fuhuş yapabilir İslamcı olmayanı da. Çünkü ne de olsa insandır. Nisyan ile maluldür. Her biri çiğ süt emmiştir. Şu yapmaz demeye gelmez. Yalnız ilahiyatçının, namaz kılanın, İslamcılığı savunanın ve başörtüsünü İslam'ın emri gereği örtenlerin, bu tür nahoş şeyleri yapmayacağı ya da yapmamaları gerektiği yönünde, toplumun bir beklentisi var. Toplumun, aynı kötülüğü laik seküler biri veya başı açık biri ya da namaz kılmayan biri yapsa bunlara gösterdiği tepki ile dindarlığıyla nam salmış birine gösterdiği tepki aynı değildir. Dindar ve mütedeyyin birinin yaptığını daha fazla ayıplar. Çünkü İslamcılık bir kimliktir, namaz niyaz ve oruç bir kimliktir. Aynı şekilde İslam'a uygun başörtüsü örtme de bir kimliktir. Bu kimliklerle ortaya çıkanlar yoğurdu hep üfleyerek yemek zorundadır.

Toplumun bu bakış açısını ayıplamamak lazım. Ben de toplumun bakışı gibi bakıyorum bu olaylara. Nerede olumsuz bir şey olsa Allah vere de fail İHL ve ilahiyat mezunu, İslamcı, başörtülü olmasa diye temenni ederim. Çünkü bunların yaptığı her şey güven ve itimadı sarsar.

İslamcı ya da dindar ve mütedeyyin kimlikli kişilerin yüz kızartıcı örnekleri giderek artarsa milletin ilahiyatçıya, İHL’liye, namaz kılana ve başını örtene güveni kalmaz.

En iyisi olduğumuz gibi görünmek ya da göründüğümüz gibi olmaktır. Süreti haktan görünmeyi bir tarafa bırakmak lazım. Bu renge bürünürsek kimse yaptığımızdan şok geçirmez. Kimsenin kimseyle güven problemi olmaz. Kimse kimseye kanmaz. Kimse kimseyi kandıramaz. Neysek o olalım vesselam. 

İngilizlerin İçimize Soktuğu Saplantı

Şimdi ben size sorsam, “İngilizlerin içimize soktuğu saplantı nedir” desem bilir misiniz? Bilmezsiniz. Nereden bileceksiniz. Haliyle cehaletiniz ortaya çıkacak.

Eğer her olumsuzluğu dış güçlere bağlayanlardan iseniz, şunlar, bunlar, onlar diye sayar durursunuz.

Şimdilik dış güçler fobisini ya da savunma refleksini bir tarafa bırakalım. İngilizlerin içimize soktuğu saplantı cehaletinize gelelim.

Öncelikle cahil dediğime kızmayın. Zira ben de her konuda olduğu gibi bu konuda da cahil idim. Ta ki yaşlı amcayı görünceye kadar. Siz de benim karşılaştığım amcayı görseydiniz, bu saplantının ne olduğunu benimle birlikte öğrenirdiniz ve bu yaşımda yeni bir şey öğrendim. Demek ki öğrenmenin yaşı yok dedikleri böyle bir şey olsa gerek derdiniz.

Bir arkadaşla buluşmak için Fatih Çarşısının Yeraltı Sarraflar Çarşısının karşısındaki kapıdan çıktım. Arkadaşın gelmesini beklemeye koyuldum. Buluşma saatine üç dört dakika var. Beklerken fırsatı değerlendireyim dedim. Elimi cebime attım. Şu malum zıkkımdan bir tane çıkardım. Ardından da çakmağı. Tam yakacaktım ki 80’ini devirmiş bastonlu bir amca, bastonu kaldırarak, “Tek yapacağın şu elindekini atmak ve bir daha ağzına almamak. Yap bunu” dedi. İnşallah dedim. Ardından, “Bu, İngilizlerin içimize soktuğu saplantı” dedi. Tamam dedim. Sonra bastonunu tak tuk vurarak başını sallaya sallaya yürümeye devam etti. Bir taraftan da söylene söylene gitti. Sonra gözden kayboldu.

Yaşına göre daha hızlı yürüyen bu amcanın, belli ki çoğumuzun kötü alışkanlığı olan bu zıkkıma karşı bir düşmanlığı var. Hem bununla mücadele ediyor hem de bu zıkkımı içimize sokan İngiliz’e karşı bir tavır sergiliyor ve insanımızı uyarıyor.

Belki de bu uyarıyı kendine misyon edinmiş olmalı ki kışın bu soğuğunda evinde oturmuyor. Çarşı pazar dolaşarak hem yürüyüşünü yaparak sağlıklı ve dinç kalmayı sağlıyor hem de insanımızı uyarıyor.

Merak edip sigara ülkemize ne zaman girmiş, hangi ülke vasıtasıyla biz bu illete bulaşmışız diye Google’a yazdım. Gördüğüm bilgiye şaşırdım. Çünkü Wikipedia’ya göre sigarayı biz İngilizlerden değil de İngilizler ilk defa Kırım Savaşında (1853-1856) sigarayı Osmanlı askerlerinden görerek sigarayla ilk defa o zaman tanışmışlar.

Bu bilgi doğru ise görünen o ki her şeyde dış güçler parmağı aramak bizde yeni moda değil, eskiden beri süregelen bir can simidi. Herhalde bu can simidi bizim yaşam kaynağımız.

Hasılı, sigara, İngilizlerin içimize soktuğu bir saplantı değilmiş. Bizim onlara soktuğumuz bir saplantı imiş. Hep onlardan bize bir saplantı gelecek değil ya. Gördüğünüz gibi bir saplantı da bizden onlara gitmiş. Elleme, oh olsun İngilizlere...

Şimdi ben o amcayı tekrar görsem, amca! Bu meret, İngilizlerin içimize soktuğu bir saplantı değilmiş. Esas bizim onlara soktuğumuz bir saplantı imiş. Haberin olsun desem, “Yeğenim, sen onu benim külahıma anlat. Bu anlayış bile İngilizlerin bize soktuğu bir saplantı. Siz nereden bileceksiniz” der mi? Bence der.