8 Şubat 2016 Pazartesi

Kaporta

Toplum olarak fiziğe önem veririz. Öze, içe pek önem vermeyiz. Önemli görsek de birinci önceliğimiz değil. Biraz kapalı mı geldi. Ne mi demek istiyorum? Örneklerden gidelim o zaman:

Bir araç satın alacağımızda ilk önce kaportaya bakarız. Çürük var mı? orijinal mi? Boya var mı? Önden, arkadan vuruk var mı? Yani iskeletine bakarız öncelikle. Aracın motoru kesinlikle ilk önceliğimiz değildir.

Eş adayı ararken de namzedin boyuna, bosuna, endamına ve fiziğine bakarız. İçi, iç dünyası öncelikler arasında ilk üçe pek girmez. Hele bir de kadrolu çalışan ise aliyyül âlâ olur vesselam.

Kurbanlık hayvana mı bakacağız, yine gözümüz hayvanın fiziğinde. 

Hasılı her şeyimiz fizik. Alaverelerimiz  fizikle başlıyor, fizikle bitiyor. Lise 1'den itibaren hayatımıza bir de öğrencilerin korkulu rüyası Fizik dersi giriyor. Ne olduğunu doğru dürüst anlamadan sınıf geçmek ve test çözmek için uğraşır dururuz.

Hayatımız, içimiz, dışımız fizik dersek yeridir. Fizikle yatar, fizikle kalkarız. Rüyalarımıza girer. Bütün derdimiz fiziktir. Elde etmeye dünyayı veririz. Elde ettikten sonra kerevetimize eremiyoruz. Esas hayat, esas sıkıntı bundan sonra başlıyor. Çünkü biz Allah'tan fizik istemiştik verdi.

Görüntüsüne aldanıp aldığımız aracın içine binince motor başta olmak üzere diğer aksamının teklediğini, sos verdiğini görürüz. Ama iş işten geçmiştir artık. Bundan sonra geri kalan ömrümüzü araçla beraber sanayide tamirci ustasıyla geçireceğiz demektir. Görüntüsüne hayran olduğumuz kaportaya bir vuruldu mu, kaportacının elinden nasıl kurtulursun bilemem.

Hayatımızı birleştireceğimiz eşimizin albenili görüntüsü çektikçe çekmiştir seni. O cazibe merkezi, dünyanın merkezidir artık. Geri kalan ömrünü ona hizmet ederek onu memnun etmek için geçirirsin. Allah vere de görüntüsü meleği andıran perinin içi de güzel olsun. Özü de güzelse keyfine diyecek olmaz. Değilse yat ağla. Kalk ağla onu memnun edeceğim diye.

Kurbanlık hayvanın görüntüsünü beğenirsen genelde içinden de memnun kalırsın. Çünkü hayvanların genelde içi dışı birdir; şayet satıcı bir hile yapmamışsa.

Derslerden Fizik'ten pek yüzün gülmez. Çünkü bu ders sevdirmek için değil. Sanki nefret ettirilmek için icad edilmiş gibidir. Ders kolaylaştırılırsa öğrenci sınıfı geçeceğinden öğretmen pek cazibe merkezi olmaz. Ağırlaştıracaksın ki öğrenci peşinden ayrılmayacak. Gördüğü zaman sana saygı gösterecek, bir dediğini iki etmeyecek, selam verirken gözü sana bakacak, gerekirse senden ya da bir başka okuldaki meslektaşından özel ders alacak. Meslektaşınla çaprazlama paylaşacaksın. Gördüğün gibi çekim alanın hiç yok olmayacak.

Dediklerimden ve verdiğim örneklerden ikna olmadıysan seni sanal aleme davet edeyim. Orayı biraz izle. Paylaşımları gör. Gerçek hayatın yansımasını tüm çıplaklığıyla görürsün orada.  Ne mi demek istiyorum. İstersen kaportanı orada bir paylaş. Kısa zamanda beğeni rekorları kırarsın. Gelen beğenir, giden beğenir kaportanı. En beğeni almayan kaportanın sayısı yüzün altına düşmez. Ama kazara bir de orada fikir, düşünce, yazı paylaşırsan kaportana verilen değerin sayısı bir elin parmağını geçmez. Onlar da ayıp olmasın diyedir. Çünkü önemli olan senin fikirlerin değildir. Dış kaporta daha önemlidir. Çünkü fikir, düşünce gibi şeyler okuma gibi bir sorumluluk gerektirir. Oldum olası sorumluluğu sevmeyiz. Kazara okusa bile, sen ona; iyi ol, adil ol vb. Şeyler söyleyeceksin. Bir defa bu alem sorumluluk yeri, hatta hatırlatma yeri hiç değildir.

Eğer illa yazı ve düşünce paylaşacağım diyorsan ya etkili bir makamda, ya da ünlü bir yerde ağırlığın olmalıdır. Yerin iyi olunca bir hayırlı geceler diye bir yazı paylaşsan yine beğeni rekorları kırarsın. Yok böyle bir yerin yoksa otur oturduğun yerde. Fikrim de, zikrin de senin olsun...

Baharı beklerken*

İlkokulda okurken sınıfımızın panosunda mevsimlerin yazılı olduğu bir bölüm vardı: “İlkbahar, yaz, sonbahar, kış” diye.  Öğretmenimiz ülkemizde yaşanan mevsimler bunlar derdi. Her üç aya bir mevsim düşüyordu. Arkadaşlar arasında en iyi mevsimin ilkbahar olduğunu konuşurduk.

Büyüdükçe mevsimleri takip etmeye başladım. İçinde  altı ay süren kış ve altı ay süren yazdan başka bir mevsim göremedim.  Kışın donduk, yazı bekledik. Yazın da kavruldukça kışı bekledik. Bu ülkede mevsimlerin en iyisi dediğimiz,  ya kışa dahil oldu. Ya da yaza. Kışın habercisi sonbahar da; ya yaz,  ya da kış olarak kendini gösterdi. Baharın özellikle ilkbaharın hep yalan, ya da gelmesiyle gitmesinin bir olduğunu gözlemledim hep.

Tıpkı yalancı bahar gibi ülkemizde barış, adalet, demokrasi, insan hakları, huzur ve sükunet gibi değerler de yalanmış maalesef. Gördüğüm herkes  ülkemizin en fazla ihtiyaç duyduğu bu şeylere özlemini dile getirir. Sonuç, sıfır; elde var,  sıfır. Yarım asrı devirdim doğru dürüst bahar görmedim. Barış, demokrasi, huzur vb şeyleri bekleyen ve isteyen herkesin de -istisnalar kaideyi bozmaz- beklediğinin kendi barışı, huzuru ve adaleti olduğunu gördüm. Bu değerlerimiz, yetkili makamlara gelenlerin unuttuğu, yetkisizlerin  dile getirdiği kavramlar oldu.  Bir gün yetkisizler yetkili olunca onlar da kendi adaletini, demokrasisini oluşturdular. Bu ülkenin sessiz çoğunluğunun kaderi hiç değişmedi. Tıpkı gelmesiyle gitmesi bir olan yalancı ilkbahar gibi bu ülkeye hiç huzur gelmedi. Bizden görünen “İçimizdeki İrlandalılar”  ve kendi ihtiraslarımız yüzünden pek geleceğe de benzemiyor. Gelmeyen bu bahar yüzünden hepimiz birbirimizi suçluyoruz. Her birimiz sorunu diğerinde aramaktadır. Nedense hiç birimiz bu konuda burnundan  kıl aldırmıyor. Burnumuzun dikine gidiyoruz. Rakip/düşman gördüklerimizin derdi, sıkıntısı, ihtiyacı nedir diye düşünmüyoruz bile. Herkes; kendi çizdiğimiz, belirlediğimiz çizginin dışına çıkılmasın istiyor.

Eskiden “Huzur İslam’dadır” derdik.  Huzur, yine İslam’dadır. Buna eyvallah. Bilelim ki, gelmeyen huzur, dirlik ve birliğin sorumlusu İslam değil. Yaşadığımızı sandığımız İslam’dadır.

Adalet, huzur, dirlik isteyen bizler  ilk önce kendimizden ziyade karşı taraf için istesek sorun çözülür aslında. Her birimiz bozulmamış aklımızla hareket etsek bu akıl, vahiyle çatışmaz. Aklımızla konuştuğumuzu sandığımız birçok hususta aslında midemizle, nefsimizle hareket ediyoruz. Nefislerimizin çarpışmasından  huzur gelmediği gibi  bu mücadelenin kazananı da olmaz. Ah bir bilsek! Ah bir anlasak!

Eğer samimiyetle adalet, huzur, demokrasi vb hususlarda baharı bekliyorsak hepimiz ilk önce kendimize bakalım. Çünkü  Maide 105’de Allah: “Ey iman edenler! Siz, kendinizi düzeltmeye bakın. Siz, doğru yolda oldukça sapmış olan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O size neler yapıyor olduğunuzu haber verecektir.” Buyurmaktadır.

Her birimiz mevcut pozisyonuyla  devam ettiği müddetçe  Sünnetullah dediğimiz yasa değişmez. “…Bir toplumu oluşturan fertler kendi iç dünyalarındakini değiştirinceye kadar, Allah onların oluşturduğu toplumu değiştirmez….”(Ra’d Süresi 11) Görüldüğü gibi istediğimiz iyi şeylerin gelmesi için öncelikle kendimizi değiştirmemiz lazım. Eğer Allah’ın verdiği güzel şeylerin yok olmamasını istiyorsak bunun da yolu yine ayette bellidir: “Bu böyledir, çünkü Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez; ve Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.”(Enfal 53)

Barış , huzur, adalet.. istiyorsak, bu konuda samimiysek haydin öyleyse ilk önce kendimizden başlayıp taşın altına elimizi koyalım… Kendimiz için istediğimizi başkası için de isteyelim.

*08/02/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
      

5 Şubat 2016 Cuma

155 polis imdat

                                         

1992 yılında Nizip’de görev yaparken binsinler diye çocuklarıma 450 liradan 3 taksite bir bisiklet almıştım. Sevincimize diyecek yoktu. Çünkü ailenin ilk aracı idi.

Yaşları yaşıt ve birbirine yakın 3 çocuğum bu bisikletle büyüdü. Her yaz tatil için Konya’ya gelirken bile bisikleti, arasındaki kırma yerinden ikiye bölerek getirirdik. 1994 yılında tayinim Kahta’ya çıktı. Bizimle beraber bisiklet de taşındı. 9 yıl geçmesine rağmen bisikletin özellikleri, görüntüsü, sağlamlığı, rengi ve temizliği görenlerin dikkatini çeker. “Yeni mi aldınız diye sorarlardı.

7 yıl sonrasında Kahta’dan Adana’ya tayinim çıkmış, biz bir taraftan toparlanma hazırlıkları yaparken  çocuklar da bisiklete biniyorlardı. Heveslerini aldıktan sonra  bisikleti evin girişindeki uygun olan yere bırakırlardı. Bir gün bindikleri bisikleti yukarı çıkarmayıp duvarları yüksek olan bahçemize bırakmışlar. Ertesi günü baktığımızda gözümüz gibi koruduğumuz, yağmur, kar bile görmeyen bisikletimizin yerinde yeller esiyordu.

Bir-iki gün geçtikten sonra karakola gidip bisikletimizin çalındığını söyledim.  Bisikletin özelliğinden;  şekline, şemailine varıncaya kadar tutanağa geçirdiler. Ahiret sorusu gibi sorular sordular. Verdiğim her cevabı kayıt altına aldılar. Ben söyledim onlar yazdı. Polislerin gösterdiği ilgi, alaka 10 numaraydı gerçekten. Bisikletim çalınmıştı ama gösterilen hassasiyet beni fazlasıyla memnun etmişti.  Öyle de tarif etmiştim ki, ailenin ilk göz ağrısı bisikleti, bu özellikleriyle; nerede görülürse, kim görürse görsün gözü kapalı bulurdu.  İfadeyi çıkarıp bana imzalattılar. İçten içe “Ramazan, polis şimdi Kahta’da benzeri bulunmayan bu bisikleti şıp diye bulur. Bisikleti cebinde bil, İyi ki akıl edip gelmişsin buraya. Vatandaşlık da bunu gerektiriyor” dedim.  Kalktım giderken görevli bana: “Hocam, bisikleti görürsen kendin almaya kalkma. Bize haber ver biz alalım. Kimseyle tartışma” dedi.

O gündür bugündür bisikletten hiç ses seda çıkmadı. Bisikletin üzerine ailecek bir bardak su içtik. Bisikleti emniyet aradı mı aramadı mı bilmem ama görevlilerin ilgisi mükemmeldi. En azından bisikletimizin çalındığı kayıt altına alınmış oldu.

***

2001 yılında Adana’ya nakil geldim.  Belediye Evleri Mahallesinde önü, ekili arazi  olan bir eve taşındım.  Arazinin hasadı yapıldı. Her yıl anızı ateşe verilirmiş. Etrafa duman, is, koku yayılırmış. 

Bu sene haber vereyim, vatandaşlık görevini yapayım, tedbir alsınlar, sahibini uyarsınlar  diye 155 polis imdadı aradım. Adresi aldılar. Ardından: “Yaktıkları zaman haber ver” dediler. 

Günler geçti. Okuldan eve   etrafıma bakmadan girdim. Kapı, pencere kapalı. Niye kapalı, nasıl duruyorsunuz bu şekilde  dedim. “Yangını görmüyor musun? Etraf is, duman” dedi. Pencereden dışarıya  baktım. Koca arazi baştan başa ateşe verilmiş. Yanmış, kül olmuş. Bir ucunda sönmeye yüz tutmuş az bir yer kalmış. Aradım polisi. Anızı yakmışlar dedim. Hemen adresi aldılar. Adresi aldıktan sonra: filmlerdeki Türk Polisi gibi yine geç kaldınız deyince memur: “Beyefendi ne yapmamız lazım” dedi. Kardeşim ben size daha önce haber verdim. Mahalleyi duman kapladı. Kapıyı pencereyi açamıyoruz dedim . Ben böyle konuşunca polis de “Bu görev aslında bizim görevimiz değil. Anızlara valilik bakıyor” dedi. Biraz da kızarak. Ardından ben telefonu kapattım. Az sonra sönmeye yüz tutmuş köşedeki ateşi söndürmek için 2 itfaiye, bir ambulans, bir polis arabası görev başına geldi. Görevlerini layıkıyla yaptılar.

Olan bize oldu tabii. Adana gibi bir yerde pencere kapalı nasıl durulacaktı. O gün kapı, pencereyi hep kapalı tuttuk. Polisin önceden tedbir almaması beni üzmüşse de bana ilk defa “Beyefendi” diye telefonda hitap edenin polis olması beni fazlasıyla memnun  etti tabii.

***

2005 yılında bir Ramazan günü Pazar yerinde şahsımın üzerine yürüyüp bıçak çeken birinin elinden kurtulduktan sonra “Adama haddini bildirip, eline kelepçe taktırayım, yanına kar kalmasın diye 155 polis imdadı aradım. Durumumu anlattım. “Karakola gelip şikayet dilekçesi vereceksin” dedi görevli memur. Ben de kendisine “Sağ kalırsam gelir veririm” dedim kapattım telefonu.

***

Yıl 2016. İki haftadır apartmanın hemen girişine yamuk bir şekilde park edilmiş bir araç var. 2 hafta boyunca hiç hareket ettirilmedi. Sahibinin de kim olduğunu bilmiyoruz. Apartmana ancak kenardan dolaşarak  girebiliyoruz. Kimindir, necidir, hırlı mıdır, hırsız mıdır, acaba çalıntı bir araç mı diye endişelendim.  Yine vatandaşlık görevimi hatırlayarak 155 polis imdadı aradım. Aracın plakasını verdim. “Çalıntı görünmüyor, biz bir araştıralım efendim” dediler. 5 dakika sonra 155’den arandım. “Beyefendi , araç …isimli şahsa ait. Apartmanınızın birkaç apartman ilerisinde oturuyormuş. Aracın aküsü bittiğinden kaldıramamış. Bu gün akşama kadar aracını kaldıracak” dendi. Bu defa şahsıma “Efendi”, “beyefendi” denmesine falan sevinmedim. Akşam baktım. Araç yerinden çekilmiş. Polisimiz dört dörtlük görevini yapmış ve şahsımı da bilgilendirdiler. Kendi kendime 155 polis imdadımız iyi ki var. 2001 yılından günümüze epey gelişmiş, sağ olsunlar dedim.
***

Bütün bunları niye anlattın be kardeş dersen. İçimde hiçbir şey kalmasın istedim.

Gruplardan çekmek ne de olsa kaderimiz...

Aramızdaki samimiyet düşmana taş çıkartır derecede maşaallah. Bu samimiyet de olmazsa nasıl yaşanır bilmem.

Samimi olduğunu nereden biliyorsun? Kalbini yarıp baktın mı dersen, bakmadım ama icraatından anlıyorum. İcraatı nedir dersen; samimi insanlar senli benli olur: Haber vermeden pat evine çıkar gelir. Ya da evine götürmek için seni zorlar da zorlar. Bu tip davranışlar tarihteki yerini aldı. Artık kimse çat kapı gelmiyor. Zorla evine de misafir etmiyor. İyi de huylu huyundan vaz geçer mi? Bu tipler böyle yapmazsa nasıl yaşayacaklar?

Üzülmeyin, şimdilerde yeni versiyonları çıktı. Bu tipler samimiyetlerini masrafsız bir şekilde sanal aleme taşıdılar. Önce kapalı/açık bir grup kuruyorlar. Sonra seni ekliyorlar. Önceleri hoppala! Bu da nereden çıktı diyorsun. Grubundaki paylaşımlara bakıyorsun, bitmiyor bir türlü. Üstelik kendi el emeği, göz nuru, orijinal paylaşımından ziyade "Kes-kopyala-yapıştır" türünden herkesin rahatça ulaşabileceği bilgilerin ardı arkası kesilmeden mermi gibi gelmeye devam edince diyorsun ki: Ben en iyisi, çıkayım bu gruptan. Gruptan ayrılıyorsun. O da ne? Dostun seni yine eklemiş.

Bundan sonra bir kovalamaca, bir takip furyası başlıyor. O ekliyor, sen çıkıyorsun defalarca. Sen: "Fesubhanallah" diyorsun, dişlerini sıkıyorsun, homurdanıyorsun, "Ya Rabbi günahım neydi" diyorsun önceleri. Sonra hayret ve ibretle olay nereye varacak, nerede duracak, dostum ne zaman yorulacak diye bekliyorsun. Sen bekleye dur. Dostun bu işi zevkle yapıyor. Dostuna bahşettiğin bu zevkten dolayı Allah da seni mutlu etsin.

Nice sonra dostun, istenmediğini anlayınca seni eklemeyi bırakıyor. Sen ise kocaman bir "Şükür" diyorsun. Fakat o da ne! Bu sefer seni bir başkası grubuna eklemiş. Yağmurdan kaçarken doluya tutulduğunu nice sonra anlıyorsun. Çünkü o bayrağı bir başkası devralmış. Sanal alemdeki hayat bu şekilde devam eder gider.

Dışarıda görse tanımaz, tanısa da görmezlikten gelir. Seni görünce kaçar, çünkü bir çay zararına girer. Sanal alemde de seni peşine takmaya çalışır. Çünkü böylesi maliyetsiz, külfetsiz ve masrafsız.

İyi niyetle yapılan bu komedi ne zamana kadar devam eder biliyor musun? Sen sanal takıldıkça devam eder. En iyisi takılmamak. Yok ben sanal alemsiz yapamıyorum dersen o zaman sızlanma. Çek çekebileceğin kadar. Çünkü sen istedin. Gruplardan çok çekti bu millet. Şimdi de sanalını çek. Bu milletin kaderi ne de olsa...

Yine de fazla sızlanma beterin beteri var.  Haline şükret oyun isteği göndermiyor. 05/02/2016

3 Şubat 2016 Çarşamba

Grup daveti gönderenlere... Gruplarına davetsiz ekleyenlere...

Grup daveti gönderenlere...
Gruplarına davetsiz ekleyenlere...

Değerli dostlarım, beni bilgim dışında gruplara ekliyorsunuz. Çok iyi yaptınız demek isterdim. Ama diyemiyorum.

Amacınız grubumuz kalabalık olsun diyorsanız hiç tavsiye etmem. Zira nitelikli azınlık niteliksiz çoğunluktan daha iyidir. Ben o kalabalıklar içerisinde sırıtır kalırım. Rabbim benim rengimi bile farklı boyamış. Sen farklısın demiş.

Yok seni grubumuza dahil ettik. Seninle grubumuz kalite kazandı ya da kazanacak diyorsanız, bilin ki; insan sarrafı değilsiniz. Yani beni tanıyamamışsınız. Çünkü ben, beni biliyorum. Bu güne kadar hiç sadra şifa olmadım. Hiç bir yerde yüz ağartmadım. Dostlarımın yüzünü hep kara çıkarttım.

Yok kambersiz düğün olmaz, bize bir eğlence lazım diyorsanız eğlencenizi , eğlenecek adamınızı gidin bir başka yerde arayın.

Yok biz seni adam edeceğiz diyorsanız, emeğinize yazık. Benden hiç bir cacık olmaz. Ne olur bir  başka  kapıyı çalın.

Yok biz bir belayız  diyorsanız, kabul ediyorum. Gerçekten benim belamsınız. Ve ben imtihanı kaybettim. Müflis tüccarım ben. Müflis tüccar üzerinde de oyun oynanmaz.

Yok biz toptancıyız. Toptan alış verişi severiz diyorsanız; bilin ki ben perakedenciyim. Toptancılığı hiç sevmem. Bu ülke ne çektiyse toptancılıktan çekti.

Yok biz rahatımıza düşkünüz bir mesajı aynı anda yüzlerce hazır müşteriye satışa çıkarıyoruz diyorsanız; bilin ki ben pek para harcamam. Cimri mi cimriyim. Malınız heba olmasın.

Yok biz iyi niyetliyiz, kötü bir amacımız yok diyorsanız; bilin ki Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla doluymuş.

Yok biz seni seviyoruz, aramızda görmek istiyoruz diyorsanız. Ne olur beni sevmeyin, Allah rızası için...

Yok ben senin gölgenim, seni takip eder, peşinden sürüklerim diyorsanız. Gölge etmeyin ne olur. İhsan da istemem. Hadi canım yolunuza. Rabbim yolunuzu açık etsin.

Yok ya bu adam baya mağdur olmuş, bunu rahatsız etmeyelim, grubumuza dahil etmeyelim, grubumuzdan çıkaralım, mazlumun duası kabul olur diyorsanız; kaldırın ayağınızı üstüne bastınız. Hele şükür anlayış gösterdiniz. Allah sizden razı olsun. 03/02/2016

"Maaşın kadar konuş"

"Maaşın kadar konuş"

-Arkadaş senin yaptığın bu işi yardımcının yapması gerekmiyor mu?
-Evet.
-Peki, niye sen yapıyorsun?
-Sen yap diye söyleyemiyorum.
-Niye ki?
-Çünkü maaşı benden yüksek. Maaşın kadar konuş derse ben ne yapacağım o zaman? Olmayan karizmamı çizdiririm değil mi?
-Olur mu öyle şey, nasıl diyebilir?
-Bir zamanlar ANAP zamanında şoför ve işçiler kaymakamdan yüksek maaş almaya başlamışlardı. İşte böyle bir zamanda kaymakam TEK'de çalışan bir işçiyi yanına çağırır; konuşmak için. İşçi, kaymakama haber gönderir; "Maaşı kadar konuşsun"diye.
-Doğru dersin. Kaymakama bunu diyen sana ne der kim bilir? Sen en iyisi bu işi kendin yapmaya devam et.

*

-Bu yaptığın iş öğretmenin görevi değil mi?
-Evet onun görevi.
-Peki, niye sen yapıyorsun o zaman? Yoksa onun da mı maaşı senden yüksek?
-Onun maaşı yüksek değil de. Ek dersi benden yüksek. Bu yüzden ona da bir şey söyleyemiyorum. Aldığın ücret kadar konuş der diye.
-Der mi der...
*
-Sonuç?
-Kafamı kuma gömdüm. Maaş ve ek dersimi personele göstermiyorum şimdilik.
03/02/2016

2 Şubat 2016 Salı

Öküz öldü ortaklık bozuldu*

“Öküz öldü ortaklık bozuldu”
Atasözlerimiz geçmişten günümüze süzülerek gelen, toplumun ortak düşüncesini yansıtan, içinde mecazi anlamlar barındıran, kısa ve özlü sözlerdir. “Öküz öldü ortaklı bozuldu” da bunlardan bir tanesidir.
Yaşadığımız toplumda bu atasözünün izlerini ve sonuçlarını görmemiz mümkündür. İnsanlarla ya da kurumlarla aramız iyiyken bu atasözünün geçerliliği yoktur. Ne zamanki kurumlarla ya da kişilerle bağımızı koparmışsak hemen bu atasözümüz devreye girer. İnsanlar bir ve beraber iş yaparken sorun yok. İşler bozuldu mu artık ne insanlığımız kalır ne de dürüstlüğümüz. İnsanoğlunu tanımak zor gerçekten. Anlık değişen bir yapısı vardır.
Köpeklerin birbiriyle oynaştığını gören birisi arkadaşına: “Şu köpekleri görüyor musun? Boğuşmadan ne güzel oynuyorlar” der. Arkadaşı: “Onların dostluğu aralarına kemik atıncaya kadardır” cevabı verir. Gerçekten  kemik atılınca köpekler birbirleriyle boğuşmaya başlarlar. İnsanoğlunun dostluğuna derman yetmez. Çoğu zaman birbirimize canımızı verecek noktaya geliriz. Ama ne zaman ki aramıza kara kediler girer;  dişlerimizi göstermeye başlarız. Gerçek yüzümüz ortaya çıkar, dünkü dost bildiğimizi yerden yere vurmaya başlarız. Başka milletlerde bu durum nasıldır bilmem ama bizim doğu toplumlarında durum maalesef böyledir. Evliliklerin sona ermesinden tutun da şirket ortaklığı, siyasi yelpazedeki değişkenliklere varıncaya kadar durumumuz budur.
Siz hiç bu toplumda evlenen kişilerin boşanma durumunda medenice ayrıldığını gördünüz mü? Mümkün değil. Ayrıldıktan sonra eşler kendi yoluna devam edebiliyor mu? Ekseriye ayrılıklarımız kavga, gürültü, şiddetle sona erer. Artık kıyamete dek  husumetimiz hız kesmeden yoluna devam eder. Eşi psikolojik hasta olan bir arkadaşımız, eşinden ayrılmak istedi. Bir türlü ayrılamadı. Kendisine sebebini sorduğumda: “Hocam hakim şiddetli geçimsiz olduğunuzu bilen bir şahit getirin, sizin kavga ettiğinizi görev var mı diye soruyor. Ben herkesin göreceği yerde eşimle asla kavga etmem. Bu benim edebime aykırı. Bu yüzden şahidim de yok. Hasılı boşanamıyoruz” demişti.
İş ortakları uzun süre birlikte çalışırlar. Ne zaman ki ayrılma noktasına gelirler ve ayrılırlar artık belden aşağı vurmaya başlıyorlar. Siyaseten birlikte çalışanlar bir zaman sonra anlaşamayıp ayrılıyorlar. Kimse kendi yoluna gitmiyor. Artık bundan sonra geri kalan ömrünü geçmişte birlikte çalıştığı kurum/kuruluş/kişileri eleştirmeye, hakaret etmeye, gizli kalmış yönlerini ortaya çıkarmaya başlıyor. İşte burada insanın gerçek yüzü, kişiliği, karakteri ve  çiğ süt emdiği ortaya çıkıyor. Bir ve beraber iş yaparken yapılmayan eleştirilerin ayrıldıktan sonra ortaya çıkmasının hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur. Kimse: “Ben geçmişi çöpe attım. Karıştıran kedi/köpektir” demiyor maalesef. 3 yıl birlikte çalıştığımız birisinin, bir talebini imkansızlıklar dolayısıyla yerine getiremeyeceğimi söyleyince, bir konuşma esnasında ne kadar kötü olduğumu anlattı. Kendisine 3 yıldır anlattığın şekilde kötü yönlerim varsa bu güne kadar niçin söylemedin? 3 yıldır gözünde iyi olan ben, isteğin yerine gelmeyince, bir çırpıda kötü oldum öyle mi? Bana bu aşamada söylediğin hiçbir şeyin gözümde bir değeri ve anlamı yok dedim. Cevap vermedi, sustu…
İnsanlar birlikte bir iş, ticaret ortaklığı yapabilirler, siyaseten bir araya gelebilir, evlenebilirler. Hiç kimse ileride ayrılırım diye evlilik ya da iş yapmaz. Bir müddet sonra her alanda ayrı düşünceler, anlaşmamazlıklar ortaya çıkabilir. İnsanlar anlaşamazlarsa ayrılmaları doğaldır. Çok mu zor ayrıldıktan sonra eski ortağının arkasından konuşmamak. Birlikte çalışıp ayrılan insanlara biri, “Niye ayrıldınız” diye sorduğunda “ Öyle icap etti, farklılıklarımız çoğaldı, ayrılıklarımız iyice derinleşmeden bundan sonra bu şekilde çalışmayı uygun gördük. “ dese ne olur? Geçmiş birlikteliğin hiç mi hatırı yok. Her şeyimiz öküzün ölmesine mi bağlı Allah aşkına?
İnsanlar ayrılınca, anlaşamayınca ikisinin de kötü olduğu anlamına gelmez. Bir yerde bir sorun varsa sorun iki tarafta da vardır. Sadece oranları farklıdır. Birinin % 60, diğerinin % 40 gibi.

Ne olur, öküz öldükten sonra da ortaklığımız devam etsin. 02/02/2016


*10/02/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.