3 Mart 2025 Pazartesi

Orucun, Kitaplarda Yazmayan Faydası *

Bir ramazan iklimini yaşıyoruz.

Ramazan kışa doğru geldikçe 17 saatlik uzun günlerin orucu şimdilik geride kaldı.

Haliyle kış mevsiminde 13 saat oruçlu kalmak uzun günlere göre daha kolay.

Her ne kadar kışın oruç tutmak daha kolay olsa da bazıları, ben oruç ibadetini seviyorum dese de oruç zor bir ibadettir.

Gözü korkutan bir ibadettir.

Psikolojik yönden insan nefsini rahatsız eden bir ibadettir.

Çünkü nefsin istediği yeme ve içmeyi, sınırları belli bir süre ötelemektedir. Bu da nefse zor gelen bir ibadet olduğunu gösterir.

Sahur dolayısıyla uykuyu da bölmekte. Güne uykuyu alamadan başlamak demektir.

O yüzden diğer ibadetlerin aksine oruç, yüzü soğuk bir ibadettir.

Oruç ve çalışmak insanı korkutsa da orucun esas zorluğu hiçbir iş yapmayanlar içindir. Çünkü çalışırken oruç tutmak, vaktin ne zaman geçtiğini bilememek anlamına gelir.

Önemli olan orucu çalışarak geçirmektir. Orucu bahane edip işten geri kalmamaktır. Bir şeyi yaparken diğerini ihmal etmemektir. İkisini birlikte götürmektir. Bu dediğim, bedenini terleyerek çalışanlar için değil. Çünkü onlar için oruçta çalışmak güçten ve takatten kesilmek demektir.

Yüzü soğuk, zor bir ibadet olsa da orucun faydası da yok değil. Faydası derken sevabından bahsetmeyeceğim. Acın halinden anlama, iradeye hakim olma, nefsi terbiye etme ve sabrı öğretme gibi faydalarını saymayacağım. Sağlık yönünden de faydalı demeyeceğim.

Orucun en büyük faydası, tuvalete gitmeye ihtiyaç hissetmemektir.

Sair günlerde yiyip içtikten sonra tuvalete duyulan ihtiyacın oluşmamasıdır.

Sık sık wc'ye gitmeye ihtiyaç hissetmemektir.

Sabahtan akşama hiç tuvalete gitmeden her namaz vakti için abdest almaya gerek görmemektir.

Sabah abdestiyle akşamı yapmaktır. Bu da sudan ve zamandan tasarruf demektir.

Sair günlerde çay vs.nin ardından soluğu wc'de aldıkça bende prostat var endişesinin, oruçta gitmesidir. Motor sağlam sevincini iftar sonrasına kadar yaşamaktır.

Uzatmayayım, orucun bu faydası da yabana atılmamalı. Orucun bireysel ve toplumsal faydalarını yazan ilmihallerde, bu faydaya da bireysel kısmında mutlaka yer verilmeli.

*24.03.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Travmayı Atlatmanın Yolu *

Bu ülke, faydalananlar ve mağdur edilenler diye ikiye ayrılsa yeridir. Bir de sürekli nemalanan grup var. Nemalanan bu grup her devirde nemalanmaya devam eder. Bunlara beyaz Türkler dense yanlış olmaz.

Faydalanan ve mağdur edilen grup ise her devir ve sürece göre yer değiştirir. Faydalanan, bir başka süreçte mağdur, mağdur edilen de bir başka süreçte ihya olur. Bu yönüyle bu ülke, tuzu kurular, devrine göre ihya olanlar ve imha olanlardan müteşekkil.

İhtilaller, ihya ve imha olanlara bir örnektir.

Aynı şekilde 28 Şubat post modern darbesi de ihya ve imha olanlara bir örnektir.

Bu süreç dindar ve mütedeyyin insanların üzerinden buldozer gibi geçti:

Başörtülüler mağdur edildi. Kimi görevinden atıldı kimi okulunu okuyamadı.

Meslek liselerine katsayı engeli getirilerek bu okullar kapatılmaktan beter edildi.

Seçilmiş hükümete baskı yapılarak istifa ettirildi.

8 yıllık kesintisiz eğitime geçildi.

Altı ve mevzuatı sağlam olmayan yeşil sermaye çökertildi.

İrtica ile mücadele MGK'nin ilk gündem maddesi oldu.

İrticanın odağı kabul edilen iktidarın büyük ortağı parti kapatıldı. Sorumlularına yasak getirildi.

Uzatmayayım, bu süreçte adeta dindar ve mütedeyyin insanlar üzerinde terör estirildi.

Bin yıl devam edecek denilen bu süreç çok sürmedi. 10-15 yıl içerisinde bu sürecin yaraları sarıldı.

Aradan bunca yıl geçti. Sürecin mağdur eden aktörleri yargılandı ve mahkum oldular. Sürecin tüm izleri silindi. Bugün bu süreci savunan yok. O gün bu süreci savunanların ağzını bıçak açmıyor.

Niyetim 28 Şubat sürecini anlatmak değil.

Dikkatimi çeken, her seneyi devriyesinde bu sürecin mağdurları paylaşım yapıyor, bu sürece lanet okuyor, süreçteki mağduriyetini ortaya koyuyor. Bize şunu şunu yapmışlardı. Bunu unutmayacağız, unutturmayacağız diyor.

Elbette bu süreç zulmü ile anılacak. Çünkü bu süreç nicelerine mağduriyetler yaşattı.

Yalnız ölenle ölünmüyor. Bu süreci bu kadar yıl geçmesine rağmen her seneyi devriyesinde gündemde tutmanın, mağduriyeti öne çıkarmanın ne faydası var? Üstelik bugün bu süreci savunan da yok. Savunanlar sinmiş durumda. Aktörlerinin çoğu da öldü.

Buna rağmen her yıl dönümünde bu tür mağduriyet paylaşımları ve lanet okumaları nasıl anlamamız gerekir?

Belli ki süreç çoğu kimsede bir travma oluşturmuş. Aradan bunca yıl geçmesine, sürecin tüm izleri silinmiş olmasına rağmen oluşan bu travma hala yerinde duruyor ve tazeliğini koruyor.

Hiçbir zulmü görmezden gelemem. Hiçbir mağduriyeti de küçümsemiyorum. Yalnız bu travmadan kurtulmak, geçmişi yaşamayı bırakıp önümüze bakmak gerekir diye düşünüyorum.

Süreç tarih olmalı, tarihteki yerini almalı. "Acıları kuma, iyilikleri taşa yazmalı" artık. Elimizdeki dolu bardağı masaya bırakmalı. Değilse yaşanan bu travma kolay kolay atlatılmaz.

Geçmişle övünmeyi, geçmişe lanet etmeyi bırakıp önümüze bakmak lazım vesselam. Aksine, her yıl dönümünde yarayı kanatmak, yaşanan travmayı bırakmamak anlamına gelir ki bu da sağlıklı düşünmenin önünde en büyük engel olarak kalmaya devam etmek demektir. Çünkü devir, geçmişi yaşamak değil, önümüze bakma devridir. Süreç illa değerlendirilecekse bu süreç kimin işine yaradı, bunun üzerine kafa yormak gerek.

*04.03.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Dilencinin Böylesi

Kışın güneşli günlerinde çarşıya çıktığımız zaman çay içmek için Tarihi Buğday Pazarı'nın geniş alanını tercih ederiz. Bu alanın içinde çok sayıda çay ocağı var.

Küçücük çay ocaklarının önü bomboş ve büyük alan olduğu için açık alana bol miktarda masa ve sandalye atılıyor. Arkadaşlarıyla buluşanlar da güneşli havada bu çay ocaklarının önünde çayını yudumluyor. Bu şekil sanırım 6-7 çay ocağı var.

Ramazana iki gün kala yine bu mekanda arkadaşlarla buluştuk. Çayımızı içiyoruz. Bir taraftan da güneşimizi alıyoruz.

Sırtım dönük çayımı yudumlarken aynı zamanda muhabbet ederken, bir kadının sesini duydum:

"Çay içenler! Ramazana şurada ne kaldı. İki yüz liraya ihtiyacım var. Niye vermiyorsunuz? Böyle bir günde de yardım yapmayacaksınız da ne zaman yapacaksınız? İstediğim iki yüz lira. Vereceğiniz iki yüz lira sizi öldürmez, beni de ondurmaz. Bunu da biliyorsunuz. Bunun için hesap kitap bilmeye gerek yok" dedi yüksek sesle.

Sonra benzeri cümleleri diğer çay ocaklarının önünde söyledi.

Her bir çay ocağının önünde insanların arasına girmeden kenarda yine 200 lira istemeye devam etti.

Ardından tekrar bizim oturduğumuz yere geldi. Tekrar aynı cümleler.

Kimdir bu, böylesi yardım istemeyi ilk defa gördüm diye sırtımı dönüp baktım. Gençten başörtülü bir kadındı yardım isteyen.

Kadın ezberlediği cümleleri sayarken yan masada oturan birkaç kişi, "Bu kadın sürekli buralarda. Hep iki yüz istiyor. Alışkanlık haline getirdi" dedi. Belli ki bu kişiler ve bu kadın bu çay ocağının sürekli müdavimlerinden.

Ara ara bu çay ocağına gelsem de zaman zaman masamıza gelerek diğer masaları dolaşarak yardım isteyenleri gördüm de kalabalık arasına girmeden kenarda herkese sesini duyurarak avazı çıktığı kadar yardım isteyeni ilk defa gördüm.

Herkes tanımış ki yüzün üzerinde çay içenden bir tanesi çıkarıp 200 lira vermedi.

İki defa bize yakın haykırışından şuna 200 lira vereyim diye içimden geçirdim. Yan masadakiler buranın müdavimi deyince, belli ki alışkanlık haline getiren biri deyip vermekten vazgeçtim.

Ne kadar ihtiyaç sahibi idi bilmiyorum. Bir kişi iki yüz vermese de koca Buğday Pazarının içindeki masaların her biri bir çay parası 10 lira verse, kadına kaç iki yüz birden toplanırdı.

Toplum olarak yardım isteyeni pek geri çevirme adetimiz yoktur. Az veya çok verilir. Yalnız kimseden tık çıkmaması yardımın kötüye kullanıldığının bir göstergesi. Sadece bu çay ocağı değil, hangi çay ocağına oturursan, masana kaç kişi birden yardım istemeye gelen oluyor.

Üzücü bir durumla karşı karşıyayız. Dilenecek kadar bu toplum ihtiyaç sahibi mi yoksa dilencilik bir meslek olarak mı icra ediliyor?

2 Mart 2025 Pazar

Yazı ve Bedel

Yazı yazmak bir emek ister.

Bir konuda görüş bildirmektir.

Benim bu konuda görüşüm bu demektir.

Bir nevi podyuma çıkmaktır:

Tekdir de görmek vardır, takdir de ayıplanmak da vezir olmak da vardır, rezil olmak da.
Kutuplaşan Türkiye’de yazı yazmak bir cesaret ister.

Çünkü yazdığın yazının içeriğinden ve belirttiğin görüşten ziyade kimi ve hangi tarafı tuttuğuna bakılır.

Gücün ve büyük çoğunluğun görüşüne uygunsa yazın;

Taltif görürsün.

El üstünde tutulursun.

Mükarrabünden olursun.

Görüp gözetilirsin.

Taltif edilirsin.

Bir yerlere referans gösterilirsin.

İşinde, aşında ve hayatın her hangi bir alanında hatan olursa görmezden gelinirsin.

Başına bir şey gelirse savunulursun.

Çünkü bizim adamsın. Yani bizdensin.

Bizden olunca sana kol kanat gerilir.

Kimseye yem edilmezsin.

O yüzden gücün yanında yer alırsan, beslenirsin.

İmkanlara boğulursun.

Başın ağrımaz.

Huzurun kaçmaz.

Çevren, destekçin ve beğenenin çok olur.

Saygı görürsün. Çünkü görüşün güçle örtüşmektedir.

Bir de gücü her halükarda savunursan senden iyisi olmaz.

Kazara görüşte ve fikirde güçle örtüşmezsen;

Bir çırpıda çizilirsin.

Tu kaka yapılırsın.

Kara listeye alınırsın.

Had bildirilir.

Yoldan çıkmış, iflah olmaz biri kabul edilirsin.

Çevrende kimse olmaz.

Yalnızlara oynarsın.

Çünkü dışlanırsın.

Sonunda muazzebinden olursun.

Tüm bunlar niye anlaşılmıyorum sorusunu sordurur. İster istemez seni huzursuz eder.

Bu durumda yazı yazarken tercihte bulunmak zorundasın. Huzurum kaçmasın diyorsan, kendinden ödün vererek güce yaslanacaksın ya da gemileri yakıp huzurunu kaçıracağını bile bile görüşünden ödün vermeyeceksin.

Velhasılıkelam, yazı yazıp yazdığını paylaşanlar tüm bunları göz önünde bulundurmalı. Ya huzuru seçecek ya da huzursuzluğu. Kendi adıma söylersem, bedeli ağır olsa da huzurum kaçsın isterim.

Dindar Zihnin Dünyası

“Bugün Mehmet Okuyan hocayı dinledim. ‘Depremin duası nedir’ dediler. ‘Demirden ve çimentodan çalmamaktır’ diye cevapladı”.

Bu paylaşımı emekli bir ilahiyatçı paylaşmış.

Bu söze ne denir? El hak doğru denir. Adam fiili duadan bahsediyor. Kısaca bina yaparken tabiat şartlarına uygun bina yapacaksın. Malzemeden çalıp çırpmayacaksın diyor.

Mehmet Okuyan, ömrünü Kur’an’a adayan bir Kur’an talebesi. Tefsir ederken hatası olmaz mı? Olur. Kimin olmaz ki Okuyan’ın olmasın.

Bildiğim kadarıyla hadis ve sünneti inkar eden biri değil. Ama nedense adı sünnet ve hadisi inkar eden birine çıkmış. Hadislere bakış açısı, kendi ifadesiyle, “Ne süpürüp atanlardan ne de süpürüp alanlardan”. Her hadisi referans almayıp Kur’an’ı Kur’an’la açıklamayı düstur edinmesinden olsa gerek. Kendisinin seveni kadar düşmanı da çok. Nefret edenler adeta ismini duyar duymaz içindekini kusuyor.

Üşenmeyip bu paylaşımın altına yorum yazanlara baktım. Neler yumurtlamışlar neler:

İslam Dininin temel kaynağı Sahih sünneti inkar eden bu Macar Yahudi’si Ignaz Goldziherin şakirdi din yıkıcısı”.

Sâffât Suresi 102. ayette Hz. İsmail ‘Babacığım emrolunduğun şeyi yap’ demesine rağmen mealen ‘Allah çocuğunu kurban et der mi?’ diyerek açıkça ayete muhalefet eder” .

“Ebu Davut’ta kaydedilen sahih hadiste cuma namazının kadınlara farz olmadığı beyan edilir ama bu din yıkıcısı, cuma namazının kadınlara da farz olduğunu söyler”.

Sapkın görüşlerinden sunduğum bu birkaç örnek bu şahsın din anlayışının sakatlığının gösteriyor.

“Evet, Müslüman her işini en iyi yapmalı, lakin yaratıcıya duayı küçümsemesi kibrinden gübürünün (ne demekse) gözükmesine sebep oluyor”.

“Niye hoca diyon madem?”

“Materyalist bir yaklaşım”.

“Kur'an'ı tahrif edecek şekilde yorum yapan ve özellikle peygamberi yok sayan bir âlim. Dinlemeyi bırakın, adam yerine bile koymaya değmez. Bakara suresinin 286. ayetini okur da peygamberi yok sayar, buna muzelman (Müslüman değil) denir, denirse.!”

“Farkında isek eğer, duayı küçümseyip de şaka ile ve istihza ile cevap veriyor ki "Vel istihzâu küfrün/dini değerlerle istihzâ etmek küfürdür..."

“Dinleyecek bir adam bulamadın mı... Hoca???”

“Tehlikesi çok büyük bu herifin...!!!!”

“Böyle adamları ilahiyatçılar temizlemesi lazım”.

“O adamın ismini bile ağzıma almam”.

Aracı koymayın deyip yüzlerce kitap yazan bu ve dünürü değil mi? Bunlar var ya bunlaaaarrrr...”

Gördüğünüz gibi yorumlarda Kur’an talebesi Okuyan’ın ne Müslümanlığını bırakmışlar ne de insanlığını. Demediklerini bırakmamışlar. Adeta içindekileri kusmuşlar.

Tüm bu yorumları görünce tüm dindarları kastetmesem de dindar zihnin dünyası böyle çıkıverdi içimden. Vah ki vah yazık.

Ne yazık ki söyleyecek sözü olmayanların, Okuyan’a fikirle cevap veremeyeceklerin zihin dünyası bu işte. İşleri güçleri kişiye belden aşağı vurmak.

Sonunda paylaşımı yapan ilahiyatçı tüm bu yorumlara gına getirmiş olmalı ki hepsine birden büyük harflerle şöyle cevap vermiş:

YAV BEYLER! HAKLISINIZ KATILIYORUM YORUMLARINIZA. AMA DEMİRDEN ÇİMENTODAN ÇAL YIKILSIN...

BİRAZ BUNA VURGU YAPTIM YAV... BUNU GÖRÜN YETER... HABİRE SALDIRMAYIN YAV.

ADAM DOĞRU SÖYLEMİŞ. ŞEYTAN BİLE BAZEN DOĞRU SÖYLÜYOR YAV.

 DOĞRU DE GEÇ...”

Sadede gelirsem, bu zihin dünyasına sahip insanların ne dine ne Müslümanlığa ne topluma ne de insanlığa verebileceği bir şey var. Bu tiplere, tek kelimeyle yazıklar olsun!

Kulağıma Küpe Olsun!

Yazıp paylaştığım yazıları cep telefonu vasıtasıyla çalakalem yazıyorum.

Yazılarımı okuyanlar çok seri yazı ürettiğimi söylerler.

Yazdığım yazıların çoğunu yine cep telefonumdaki Word’a aktararak sayfa düzenlemesi yapıyorum. Yazıyı üstünkörü okuyorum. Altı kırmızı çizgili kelimelerdeki yanlış yazılımları düzeltiyorum. Ardından bloğa yapıştırarak paylaşıyorum.

Yazılardan bir kısmını gazeteye göndermek üzere e posta adresindeki taslaklara kaydediyorum. Bir kısmını da sosyal medyada paylaşıyorum.

Paylaşırken yazımdaki yanlışlar gözüme çarpıyor. Vay be nasıl böyle yanlış yazmışım diyorum.

Bazen de dikkatli okuyucularım, şu paragraftaki falan kelimenin yazımı yanlış diye sağ olsun özelden uyarıyorlar.

Böyle uyarılarla veya gözüme çarpan yanlışları gördükçe düzeltiyorum.

Yanlışların çoğu da T9'un azizliğinden. Bana yazmışım. T9 ise baba diye düzeltmiş. Ne yazıyorum ve şeklini alıyor. Üstünkörü okurken de kelimenin altında kırmızı çizgi olmayınca doğru yazdım sanıyorum.

Daha görmediğim ne tür yanlışlarım vardır, kim bilir.

Bu demektir ki çalakalem yazıp bir çırpıda paylaşmak doğru değil. Yazım bittikten sonra paylaşmadan önce dönüp dönüp ciddi ciddi okumam gerekiyor. Maalesef en büyük eksikliğim bu.

Yazıp çizenler boşuna yazdığınız yazıyı birkaç defa okuyun demiyormuş. Demek ki gözden kaçan yanlış yazımlar oluyor.

Yazılarımdaki yanlış yazılımları söyleyenlere buradan çok teşekkür ediyorum. İyi ki varlar. Dost dosta böyle günde lazım olur.

Bu demektir ki yazıyı bir çırpıda yazıp paylaşmak iş değil. Dönüp dönüp okumak gerekiyor. İşte o zaman hem yazım yanlışları hem de cümle düşüklükleri daha net ortaya çıkıyor.

Bundan sonra seri yazmayı, çabuk yazı üretmeyi yeniden düşünmem gerekiyor. Paylaşmadan önce tekrar tekrar okumayı düşünüyorum. Bu tür yazım yanlışlarım kulağıma küpe olsun.

Bakalım bu sözümü ne kadar yerine getireceğim.

Yalnız ne kadar dikkatli olursam olayım, bazılarını düzeltme imkanım olsa da yine bazı yanlış yazımları gözümden kaçacaktır. Okuyucularımın hoşgörüsüne sığınıyorum. Okurlarken gözlerine çarpan yazım ve imla yanlışlarım olursa "rmznyc@hotmail.com" veya "ycrmzn@gmail.com" aracılığıyla bildirirlerse çok memnun olacağımı buradan ifade ediyorum. 

1 Mart 2025 Cumartesi

Silahlara Veda mı?

İmralı sakini, kendi kurup büyüttüğü, nice canlara ve mal kaybına sebebiyet veren, 40 yıldır bizi uğraştıran terör örgütü PKK'ye silahları bırakma çağrısı yaptı.

Türkiye'de terörün bitmesi, bizim bir daha terör diye bir problemimizin olmaması millet olarak en büyük temennimiz.

Bu çağrı ne derece karşılık bulacak? Örgütü Öcalan'a kulak verecek mi? Türkiye silahlara veda edecek mi? Bu sorulara şimdiden cevap vermek mümkün değil. Bekleyip göreceğiz.

Sonucu hep beraber beklerken bu süreci sorgulamak istiyorum. Daha doğrusu süreci değerlendirmek ve muhtemel endişelerimi dile getireceğim.

Bir defa süreç çok seri gelişti. Bir çağrıya hiç şart ileri sürülmeden aynı hızla cevap verilmesi ilginç. Bu kadar kolay mıydı? Madem kolaydı, bunca yıl niçin beklendi? Şartlar yeni mi oluştu yoksa? Bu çağrı daha önce denenemez miydi?

Çağrıyı yapan siyasi, İmralı'ya giden heyet, İmralı sakini, bu süreçte birer aktör müdür yoksa bunlara böyle yapın diyen bir üst akıl mı var? Bu üst akıl bu iş bitti. Artık silahları bırakıyorsunuz emrini mi verdi? Örgütü feshedin çağrısına, PKK'nin ve Kandil'in çağrıya uyacağız demeçleri de emrin dışarıdan geldiği izlemini veriyor.

Mektupta şartsız silah bırakma ve örgütü fesih çağrısı göze çarpıyor. Yalnız bu işin şartsız olmasının mümkün olmadığını düşünüyor kamuoyu. Bu çağrının ardından, Meclise gelecek kanun ve Anayasa teklifleri, çıkarılabilecek bir af türünden değişiklikler, perde gerisinde yapılan görüşmelerin içeriğine dair ipuçları verecektir.

PKK bugünden yarına silah bırakıp örgütü feshetmeyecektir. Devletin attığı veya atacağı adımlara göre hareket edecektir.

PKK'nin silah bırakmasını, eylemlerine son vermesini ve kendisini feshetmesini, Suriye'de Esed sonrası yeniden karılan kartlardan bağımsız düşünmemek lazım. Sanki Türkiye'ye, "Suriye'nin toprak bütünlüğü, SDG'yi (Suriye Demokratik Güçleri) terör örgütü olarak görmekten vazgeçmesi, sınır güvenliğini sağlamak amacıyla girdiği Suriye toprağını terk etmesi karşılığında PKK'yi bitirme sözü verilmiş gibi.

PKK'nin bu silahları bırakma çağrısı iç siyasete yönelik bir çalışma görünüyor. Bu çağrı Meclis aritmetiğinin oluşmasında ve Cumhurbaşkanı seçmede etkili olacaktır. Kararsız seçmeni bir yöne kanalize etmeye yöneliktir. Çünkü Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu silah bırakma propagandası seçmeni etkilemede çok etkili olacaktır.

40 yıldır Türk ve Kürt milliyetçi partileri PKK teröründen ekmek yedi. Birbirinin panzehri oldular. Birbirine yakın oy aldılar. Çünkü her terör iki tarafa oy kazandırdı. 40 yılın ardından aynı aktörler örgütün feshi konusunda aldıkları rol yüzünden hatırı sayılır bir oy ve vekil sayısı ile Mecliste olmaya devam edecekler. Yani hem terörden beslendiler hem de terörü bitirdik diye cazibe merkezi olacaklar. Belki de bu süreç sonucunda ittifaklar yer değiştirecek. Düşman kardeşler birlikte hareket edecek. Hem seçimde hem Anayasa değişikliğinde ortak hareket edecekler.

Hülasa, PKK'nin silah bırakması ve örgütü feshetmesi, bu süreçte rol alan bu oyunun figürleri, iç siyasette terörü bitirdik diye rol kapacaklar. Bu da iç siyasette işe yarayacak.

Türkiye'de yakın vadede terörün olmaması sevindirici olmakla beraber ABD destekli SDG, Suriye'de Kuzey Irak'taki özerk bölge gibi özerk bir statüye kavuşacak. Bunun bir benzeri özerk statüde İran'da kurulacak.

SDG zaten Kobani olayları ile birlikte Türkiye ve Irak'taki tüm güçlerini Suriye'ye kaydırmış, burada düzenli bir ordu kurmuştu. Bölgede kazanan yine ABD olacaktır. İç siyasette kullanmak üzere Türkiye'nin ağzına bir parmak bal çalınmıştır. PKK silah bırakırken SDG silah bırakmayacaktır.

Kısaca, terör örgütünün lağvını, Suriye’deki olaylardan bağımsız düşünmemek lazım.

Süreç inşallah ülkemizin lehine gelişir, geçici bahar olmaz.