—Baba, seninle gurur duyuyorum. İyi ki varsın, iyi ki babamsın.
—Bayram değil, seyran değil, nereden çıktı bu gurur evlat, hayırdır?
—Baba, seninle gurur duyuyorum. İyi ki varsın, iyi ki babamsın.
—Bayram değil, seyran değil, nereden çıktı bu gurur evlat, hayırdır?
Siparişle bir başkasının canını alan tetikçilerin,
Başkasının canını başkasına ihale eden azmettiricilerin,
Yetim malı olan kamu malını çarçur edenlerin,
Emir ve siparişle bir başkasının aleyhine kalem oynatanların,
Liyakatin yerine sadakati önceleyenlerin,
Gerçeği örtmek için algılara başvuranların,
Bizden diye suçluyu koruyanların,
Tarafgirliği gözünü kör edenlerin,
Bir şeyin ne olduğundan ziyade kimin söylediğine bakanların ve ona göre
tavır alanların,
Eleştirinin yapıcı olanına dahi katlanamayanların,
Bir prensip edinip bir duruş sergileyeceği yerde tüm ömrünü kişilere
adayanların ve kişilerin peşinde koşanların, yanlışı söyleyenleri düşman belleyenlerin,
Sevdikleri gözlerini kör edenlerin ve sevdiklerine yanlışını söyleyemeyenlerin,
Gerçek ayan beyan iken gerekçelerin ardına sığınanların,
İnandığı değerlere uygun yaşamayanların,
Özeleştiri yapmayıp suçu hep başkalarına atanların,
Güçlüyken tahammülsüz olup aslan kesilenlerin, zayıfladığında sesi
çıkmayanların,
Gücünü güç alıp güçten beslenenlerin,
Ortak değerleri emellerine alet edenlerin,
Yazıp çizdiklerini anlamayıp anlamadığını da bilmeyip üzerine ahkam kesenlerin
ve gülünç duruma düştüklerinin farkında olmayanların,
Söz ve eylemleriyle çağı okuyamayanların ve zamanın ruhuna uygun hareket edemeyenlerin
ve ucuz mücahitlik yapanların,
Savunma ve saldırı refleksiyle ayakta duranların,
Doğruyu bir kendi savunduğundan ibaret görenlerin,
Dün ne isem, bugün de aynıyım diye övünenlerin, gelişim ve dönüşüme kapalı olanların...
vb.
Yatacak yerleri yoktur.
Bir insan;
allameicihan olsa,
yüksek makamlarda otursa,
dünya kadar para kazansa,
şöhret salsa,
gücü ve kuvveti yerinde olsa,
gücünü koltuğundan alsa,
emrinde binlerce çalışan
olsa,
sözü emir kabul edilip tak diye
yerine getirilse,
herkes ona ister korkudan ister
özünden saygı gösterse;
neyi,
nerede,
hangi ortamda,
nasıl,
kimin yanında,
ne şekil yapacağını ve ne söyleyeceğini
bilmedikten;
usul,
adap ve
nezaketten yoksun olduktan;
oturduğu koltuğu tartışılır kıldıktan,
her hareketi faul olduktan,
temsil kabiliyeti sıfır olduktan,
kubbede hoş bir seda bırakmadıktan,
gören baş belası geliyor dedikten,
geldiği ve gittiği yere huzur ve güven
vermedikten,
sorun çözme yerine sorun olduktan,
sorunun kaynağının kendisi olduğunu bilmedikten sonra şu olmuş, bu olmuş, şöyle biriymiş, pek kudretliymiş... adam olmadıktan ve insanlıktan bihaber olduktan sonra kaç yazar?
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki birkaç neslin görebileceği bir
hayatı bir kuşak yaşıyor.
Her kuşağın yaşadığı dönemle ilgili sınavları farklı farklı olsa
da 2000'den sonra doğanların imtihanı daha bir farklı. Bu nesle "Z
kuşağı", milenyum nesli deniyor. İnsanlar nasıl ki hangi anne ve babadan
doğmayı seçemiyorsa, hangi kuşakta da yaşayacağını seçemiyor. Herkes doğduğu
dönemin sınavına tabi. Amma zor amma kolay.
Bana hangi kuşakta yaşamak istersin dense; şu mu, bu mu diye
tereddüt ederim ama kesinlikle yaşamak istemediğim nesil, "Z"
neslinin yaşadığı dönemi yaşamak istemeyeceğim kesin. Çünkü imtihanları zor.
Ben bu nesle kayıp kuşak diyorum. Gizemli kuşak da denebilir. Kayıp veya
gizemli hangi ismi verirsek verelim, bu nesli çok iyi tanıyabildiğimizi
söyleyemem. Hoş, bu nesil de bizi böyle bilin diye bir çaba içine girdiğini
sanmıyorum. Bildiğim bir şey var ki bu nesil önceki nesillere benzemiyor.
Geleceğimizin teminatı, ülkeyi emanet edeceğimiz ve yapılacak genel seçimin
kilit kitlesi bu nesil kimdir? İzninizle bu soruya cevap arayacağım. Bu nesil;
Renk vermiyor,
Fazla konuşmuyor,
Büyüklerin içine pek girmiyor,
Genelde kafelere takılır,
Her şeye ilgisizmiş gibi davranıyor,
Gündelik tartışmalara bigane,
Yüzleri pek gülmüyor,
Giyim ve kuşama pek önem vermiyor,
Dine ve değerlere mesafeli,
Siyasete uzak,
Haber izlemez. Gündemi youtube'dan takip eder.
Ellerinde telefon, kulaklarında kulaklık, sırtlarında sırt çantası
ile görünürler, dünyaları o küçücük telefondur.
Toplum meselelerine duyarsız gibi bir görünüm veriyorlar,
Yüzleri endişeli,
Hayata küskünler,
Umutsuz ve çözümsüz vaka görüntüsündeler,
Geleceğe ve hayata dair umutları yok izlenimi veriyorlar,
Aile ziyaretlerinden uzaklar.
Yedikleri yiyecek ve yemekleri bile farklı...
Gençlerle ilgili çok şey yazılabilir. Her ne kadar hiçbir şeye ilgi gösteriyormuş gibi bir görüntü verseler de bu gençler aslında çok duyarlı. Renk vermediklerine bakmayın. Her birinin fikri ve zikri var. Belki de bu verdikleri görüntüyle keşfedilmeyi ve dokunulmayı bekliyorlar. Bu gençleri anlayabildiğimizi sanmıyorum. Ortak özellikleri olsa da hepsi tekdüze değil. Önümüzdeki seçimin sonucunu etkileyecek bu nesli yanlarına çekmek için siyasi partiler ne kadar çaba sarf etseler de bugüne kadar hiçbir siyasi parti onları okuyamamış, onlara yönelik bir proje geliştirememiştir. Hasılı mutsuz, gizemli ve kayıp bir kuşakla karşı karşıyayız.
Tahkir;
"Aşağılatma, onur kırma, onuruna dokunma.",
Tezyif ise "Bir
şeyi değersiz, adi, bayağı, aşağılık göstermeye çalışma, küçültmek
isteme."; "Alay etme, eğlenme." anlamlarına gelen Arapça iki kelimedir.
Şimdilerde pek
kullanılmasa da harbiyenin kudretli olduğu, siyaseti etkileyip kıskaca aldığı,
irticayla mücadele ettiği yıllarda bu iki kelime çok kullanılmıştır. Halk anlamlarını
bilmese de bu iki kelimeye aşinaydı. Kim asker hakkında bir iddiayı dile
getirse, bir tespitte bulunsa, bir öneri getirse o kimse hakkında "askeri
basın yoluyla alenen tahkir ve tezyif" etme suçlamasıyla savcılar harekete
geçerek dava açılır, o kişi yargılanır ve ceza alırdı. Gazeteci ise asker
tarafından kara listeye alınır, istenmeyen kişi ilan edilir, o kişinin bazı
yerlere girişi yasaklanırdı. O yüzden asker ismini ağzına almak her babayiğidin
harcı değildi.
O dönemde asker siyasi
söylemde bulunur, ülkenin başbakanına "şerefsiz" bile derdi. Bu
hakareti yapan asker hakkında başbakana hakaret etti iddiasıyla dava açılmadığı
gibi ilgili kişi bir başka ile terfi bile edilmişti.
Şimdilerde asker ne
basın açıklaması yapıyor ne cevap veriyor ne siyasete dair bir söz söylüyor ne
her hareketi laikliğe aykırı görüyor ne de irticayı iç tehdit görerek mücadele
ediyor. Eskiden başına buyruk olan, kendilerini bu ülkenin tek sahibi ve kurucu
unsuru gören, Cumhuriyet'i koruma ve kollama anlamında bir eyleme girişen bu zümre
şimdilerde böyle bir şeylere imza atmıyor. Haklarında bir iddia varsa Milli
Savunma Bakan'ı açıklama yapıyor. Kısaca sivil iradenin emrinde, dış tehdide
yoğunlaşmış durumda ve görevini yapıyor. Yani olması gereken yerde. Olur olmaz
tahkir ve tezyif iddiasıyla kimseye dava açılmıyor. Mevcut asker her şeyden nem
kapmıyor, niyet okumuyor, kimseye had bildirmiyor ve kendine vazife çıkarmıyor.
Askerin bugün kendi görev alanına çekilmesi, Türkiye'nin normalleşmesinde önemli
bir adım olmuştur.
Harbiye dün vazifesi
dışına çıkmış olsa da dün olduğu gibi bugün de bu milletin göz bebeğidir.
Halkımız nazarında orası Mehmetçik olarak görülür.
Harbiyenin geçmiş ve
evrildiği günümüzü kısaca özetlemeye çalıştım. Yazımın bundan sonraki kısmını
da mülkiyeye ayırmak istiyorum. Çünkü mülkiye de harbiye kadar bu ülkede etkili
ve önemli bir görevi ifa etmektedir. Çünkü il ve ilçelerde devletin tek üst
düzey yetkilisidir ve devleti temsil etmektedir. Bu temsil görevini büyük bir
çoğunluk hakkıyla yerine getirmektedir. Ki böyle de olması lazım. Çünkü
devletin itibarı söz konusudur. Yalnız her camia ve meslek grubunda olduğu gibi
mülkiyede de temsil görevini yerine getiremeyen, getirmeye çalışırken etrafını
kırıp döken, söz ve eylemlerinden dolayı basının diline düşen mülkiyeliler de
vardır. Böyle durumlarda devlet yeni bir kararnameyle görevlilerin yerini
değiştiriyor, özellikle yıprananları da merkeze çekmektedir. Böyle de olması
lazım. Çünkü üst düzey bir bürokratın yıpranması demek devletin yıpranması
anlamına gelir. Yani devlet aksaklıkları gidererek kendini yeniliyor.
Burada mülkiyelilerde de harbiyelilerde olduğu gibi müthiş bir dayanışma olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Buna mesleki veya mülkiyeli dayanışması diyebiliriz. Bunda da bir sakınca yok. Bir meslektaşlarının başına bir durum geldiğinde ona destek olmalarından ve etrafında kenetlenmelerinden doğal bir şey olamaz. Fakat içlerinde öyleleri var ki ego ve kaprisleri tavan yapmış. Görev yaptığı yerde her şeyi kırıp dökmüş. Devletin bir mahaldeki itibarını sıfırlamış. Bu durumda o meslektaşlarını uyarıp kendine çekidüzen ver diyecekleri yerde, bir meslek dayanışması örneği gösterip yanında kenetleniveriyorlar. İster tanısınlar ister tanımasınlar. Ne eleştiriye geliyorlar ne tenkide. Gariplik burada. Tıpkı bir zamanların askeri gibi isimlerini ağzına alıvermeyi bile hakaret sayıyorlar. Gariplik burada. Kusura bakmasınlar ama bir yerde devletin tek temsilcisiyim, istediğimi yaparım türünden hareketlere imza atanların arkasında durmak, bu meslek grubuna ve devlete halel getirir. Görevi ne olursa olsun, kimsenin buna hakkı yoktur.
Bir lisede görev
yaparken öğrenciler derste sordular: Başarılı olmamız için ne önerirsiniz?
Onlara, başarmanın yolu çok çalışmak değil, bilinçli çalışmak; ne zaman, hangi
dersin hangi konusuna olan eksikliğinizi bilerek çalışmak dedim. İlk defa
farklı bir söz duyduk. Çalışın fiilinin başına bilinçli eklediniz. Bugüne kadar
herkes "çalış" dedi. Bu fiile duyduğumuz nefreti bilemezsiniz
dediler. Çalışmıyorsun şeklinde ifade de suçlayıcı olduğu için öğrenciler
nezdinde pek hoş görülmez.
Buradan namaz
konusuna geleceğim. Önemine dair ne kadar üzerinde konuşulsa da bu konuda
ödüllü kampanya ve projeler gerçekleştirilse de namaz kılan ve camiye giden
öğrenci ve insanımızın sayısı giderek azalıyor. Her namaz kılmayanın kendine
özgü ileri sürdüğü mazeretleri olsa da burada kendimce bazı tespitlerde
bulunmak istiyorum:
Başta namaz kılanlar
arasında bazı kişilerin dinin önemli bir şiarı olan ahlakı yönden iyi örnek olmaması,
Ailelerin namaz
kılması için çocuklarına manevi baskı uygulaması. Namazını kıldın mı, kalk kıl
şeklinde emir verici ifadeler. Gerekirse azarlayıp dövmeler. Derslerinden
birinde düşük not aldığı zaman namaz kılmazsan böyle olur gibi sözler.
Şimdilerde kaldı mı
bilmiyorum ama eskiden Kur'an kurslarında ve imam hatip okullarında yatılı
kalan öğrencilerin namaza gidip gitmediğiyle ilgili yoklama yapılması, namaza
gelmeyenlerin yönetim tarafından hesaba çekilmesi, azarlanıp gerekirse
dövülmesi, yine yurtlarda namaza geciken öğrencilere bazı belletmenler
tarafından dayak atılması,
Başkasının emri ve
korkusuyla namaz kılanların kıldıkları namazı Allah için mi yoksa büyüklerin
korkusuyla mı kıldıklarına dair bir ikilemi yaşaması,
Camide cemaatle
namaz kılmanın dışında ortamdan bir şey almadığına dair zihinlerde oluşan
olgu.
Bazı cami
görevlilerinin ve cemaatten bazılarının çocuklara camide baskı uygulaması,
çocukların rahat hareket etmesini kısıtlaması,
Büyük ödüller
verilerek cami ve namaz teşvikinin büyükler tarafından "Ödül olmasaydı
gelir miydin" şeklinde çocukları ayıplaması vs.
Başörtüsü de öyle.
Küçük yaşlarda taşıyıp taşıyamayacağını hesaba katmadan küçük yaşta başını
örttüğümüz nice kızımız biraz büyüdüğünde başını açmanın yoluna gidiyor.
Örnekleri çoğaltabilirim. Bu kadarı kafi. Örneklerden hareketle şunu söyleyebilirim. Dinin özünde sevgi vardır. Sevgi olmadan mesafe kat edilemez. Başta ibadetler olmak üzere dinde sevgiyi hiç eksik etmemek lazım. Çocuğun belleğinde iz bırakan kötü uygulamalar çocuğun psikolojisini etkiliyor. Bu açıdan çocuk psikolojisini ihmal etmemek lazım.