1 Mayıs 2022 Pazar

Zamlar Frenlenebilir mi?

Özal zamanında bir ara Tekel ürünlerinin üzerine malın satış fiyatı yazılmaya başlanmıştı. Şimdiki gibi günbegün zam gelmese de ürünlere belirli aralıklarla fiyat ayarlaması yapılırdı. 

Yine bir zam beklentisi arifesinde esnaf, zam gelecek diye Tekel ürünlerinden sigaraya yatırım yaptı. Bazıları fırsat bu fırsat deyip neyi varsa tüm sermayesini sigaraya yatırdı. Kimi sermaye olsun diye arabasını satarak sigara aldı. Gelecek kar için araba feda olsundu. Zira kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez. Bir koyup üç alacaklardı.

Beklendiği gibi başta sigara olmak üzere Tekel ürünlerine zam, pardon fiyat ayarlaması geldi. Ama bu zam tüm servetini sigaraya yatıranları bitirdi. Çünkü hükümetin açıklaması, ürünün üzerindeki fiyat geçerli olacak şeklindeydi. Tekel'den yeni ürün alanlar ürünü yeni fiyattan, eskiden alanlar ise eski fiyatından satacaklar. Bu ise tüm yatırımını sigaraya gelecek zamma bağlayanları ve bunun için arabasını satanları bitirdi. Çünkü daha fazla kazanacağım, vurgun vurgundur diyen esnafı can evinden vurdu. Otura kaldılar. Pirince giderken eldeki bulgurdan oldular. Zira evdeki hesapları tutmadı. Özal bu oyunu bozdu.

İşe yarar mı bilmiyorum ama günaşırı ürünlere gelen katmerli zamların önüne geçebilmek için bu yöntem uygulanabilir. Her üründe olmasa da fabrikasyon ürünlerin üzerine satış fiyatı yazılabilir. Esnafın tereğinde aynı ürünün iki farklı fiyatı yer alır. Böylece bir markanın ürünü tüm marketlerde aynı olur. Tüketici, bulursa önceki fiyattan, bulamazsa zamlı fiyatından ürünü alır. Böylece piyasaya kendiliğinden denetim gelmiş olur. Zammın ateşi bir nebze söner. Vatandaş rahat bir nefes alır. Kimse kimseyi kandırmamış olur. Kimse esnafa ve  sektörlere kızmamış olur. Hükümet tüm piyasayı kontrol yerine ürünün çıkış yerini yani fiyatlandırıldığı yeri denetlemiş olur. Bu yol, stokçuluğun önüne de geçer. Bence denemeye değer.

Bu uygulama serbest piyasaya aykırı, rekabet ortamını ortadan kaldırır denirse, esnafın üzeri fiyatın altında satış yapmasında bir engel yoktur. Kim tutar onları.

Rus Taktiği

Üstat, sevdiğin biri savunamayacağın bir yanlış yaptığı zaman ne yaparsın?

Bu en kolayı. Sevmediğin kişilerin fi tarihinde yaptığı yanlışı gündeme getirerek sevdiğinin yanlışını perdelemeye çalışırsın. 

Bu ne demektir şimdi?

Biz yanlış yapmışsak, bunu daha önce siz de yaptınız demektir.

Yani?

Bir bir beraberlik var burada. Aslında bu bir savunma refleksidir.

İyi bir şey mi?

Değil aslında. Böyle bir kıyas, bu konuda siz bizim hocamızsınız. Ayıplasak da hocamızın yolunu takip ediyoruz demektir.

Burada bir çelişki yok mu? Daha önce ayıpladığını yapıyorsun.

Öyle de. Savunma refleksi böyle bir şey.

Sonuç?

Sen de ayıplanacaksın ki ölümlü bir fani olduğun ortaya çıksın.

*

                    Rus Taktiği

Sevdiklerim bir yanlışa imza attıkları zaman ne yapmalıyım?

Ne gibi?

Mesela bir şeyi düşük göstermek gerektiğinde?

Bundan kolayı ne var. Hemen Çavuşesku Termometresini devreye sokarsın.

Ya dün ayıpladığını bugün yaparsa?

O zaman da Sovyet taktiğini uygulayacaksın.

Çavuşesku Termometresini biliyorum. Zira çok uygulanıyor. Sovyet taktiği ne?

Aslında bu da çok meşhur ama anlatayım.

Lütfen!

ABD'li üst düzey görevliler bir dizi görüşme için SSCB zamanında Moskova'ya gelirler. Rus yetkililer gelişmişlik düzeylerini göstermek için bazı yerleri gezdirirler. Gösterecekleri bir yer de yeni yaptıkları metrodur. Efendim, bir metro yaptık. Belirlenen saatte gelir. Gecikse gecikse üç saniye gecikir derler ve metronun gelmesini ABD'li yetkililerle birlikte beklemeye koyulurlar. 

Aksilik bu ya. Beş saniye geçtiği halde metro hala gelmez. 

ABD'liler, efendim, 5 saniye oldu. Metro hala gelmedi deyince, Rus yetkililer lafın altında kalır mı? 

Ama efendim, siz de Kızılderilileri öldürdünüz diyerek lafı yapıştırır.

Metrodan Kızıldereli'ye. Ne alaka?

Ne alaka olur mu?

Yanlışını, başkasının yanlışını hatırlatarak rakibini yumuşak karnından vuracaksın. Bundan sonrasını ABD'liler düşünsün.

Bant mı, Mantı mı?

Bayram öncesi marketler dolu. Ödeme için insanlar kuyruğa giriyor. Alan gidiyor. Alışverişini yapıp marketten çıkan gemisini kurtaran kaptan.

Sabahtan akşama markette çalışan görevliler ne yapsın bu durumda? 

Durmadan müşterinin istediğini yerine getirmeye çalışıyorlar. Oturmaya zamanları yok. Kafa, beyin kalmamış koşuşturmaktan. Bu gece yattıkları yeri beğeniler. 

İşte onlardan biri. Marketin mandıra reyonunda çalışan bir kız çocuğundan yoğurt istedim. Ne istiyorsun amca dedi. Tekrarladım. Yoğurt alacağımı anladı. Üç kilo istediğim yoğurdu bir buçuk kilo değil mi dedi. Hayır, üç kilo dedim. Üç kiloyu nasıl bir buçuk anladı, anlamış değilim. 

Benim yoğurdu doldururken biri geldi mantı yok mu dedi. Ne dedi. Adam mantı dedi. Kızımız bir kez daha ne dedi. Adam tekrarladı. Kızımız, bant mı, ne bantı, koli bantı mı dedi. Adam isteğini yineledi. Nihayet kızımız bant değil de mantı istendiğini anladı ve ilerideki bir yeri göstererek yardımcı oldu.

Kız benim yoğurdu tartarken bir taraftan da bugün bana ne oldu abla. Bant ne alaka diyerek yanındaki büyüğüne hayretini ifade etti ve eli iş yaparken gülme krizine girdi. 

Kız mahcubiyet içerisinde gülerken kızım, bir bant da ben isteyeyim mi dedim. Yo amca, isteme dedi. 

Allah yardımcıları olsun.

Bayram Ziyaretiniz Bir Şeker Tadında Olsun!

Dostlarım, bir bayrama daha kavuştuk. Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.

Bayramlamaya gelmezsiniz biliyorum. Kazara döner şaşar gelirseniz, kapımız açık. Buyurun gelin.

Evime beni bayramlamaya gelecekler için de şu hatırlatmada bulunmak isterim.

Biliyorsunuz, yakıtlar el ve cep yakıyor. Bayramda beni ziyarete gelip el ve cebinizi yakacağınıza, sevinç ve mutluluk gününde Karadeniz'de gemileriniz batmış gibi olacağınıza, bana gelmeyerek bayramı evinizde yapmış ve üzüntüye gark olmamış olursunuz. Böylece ne eliniz yanar ne cebiniz ne de üzülürsünüz.

El ve cebi yakmaya ve üzülmeye karar verdiniz. Senin için çiğ tavuğu yer, gidecek yakıt sana feda olsun dediniz ve beni de yakmaya karar verdiniz. Bu durumda kendi düşen ağlamaz diyeceğim ve bu yaptığınızdan memnun olacağımı bilmenizi istiyorum. Yalnız bayram ziyaretinde sizden istediğim bir şey var. Bunu da söylemeden geçemeyeceğim. 

Malumunuz bayram şekerleri cep yakıyor. Yanlarına varılmıyor. İndirimli fiyatları gören bir daha bakıyor. Çünkü alınacak gibi değil. Uçuk kaçık fiyatlar. Bu arada marketler de müşterinin hangisinden alayım diye bir ondan bir bundan tatma ameliyesine tedbir almışlar. Ekmeği elinle değil, gözünle seç hesabı, müşterinin ulaşamayacağı şekilde şekerlere tedbir almışlar. Şeker reyonunun çevresini müşteri gözüyle görecek ve seçecek şekilde şeffaf bir engelle kapatmışlar. Yani tadımlık yok. Hasılı, her bayramda almayacağım ve alamayacağım şekerleri bu bayram tadamadım. 

En ucuzu indirimli fiyatı 99 küsur olan şekerden aldım.

Kusura bakmayın ama market sahibinin düşündüğünü ben de düşünmek zorundayım. Koskoca market sahibi tadımlık şekeri benden kıskanıyorsa, dar gelirli biri olarak ben de ikramda gerekeni yapacağım. 

Nereye gelmek istiyorum. Ne yapacağımı şimdiden kestiremiyorum ama bilin ki şekerliğin içinde envaiçeşit şeker göremeyeceksiniz. Ya tutmakla çekmem bir olacak. Bu durumda bir tane alabileceksiniz. Bu da sizin el çabukluğunuza bağlı. Şundan mı, bundan mı alayım derken gözünüze ilk çarpan bulgurdan da olabilirsiniz. Ya da sayınızca şekeri mutfaktan getirip avucunuzun içine birer tane bırakacağım. Ben almayayım derseniz, canınız bilir. Hiç zorlamam. Teklif var, ısrar yok. Götürür mutfağa koyarım. Yani beni bu duruma mecbur etmeyin. Siz siz olun, efendi olun, şundan alayım, bir de bundan deyip tüm çeşitlerden almaya kalkmayın. Sonra bir tanesi neyinize yetmez. Öyle şekerliği ortaya koyup haydi buyurun cömertliğini benden beklemeyin. 

Daha tam karar vermedim ama şayet alasınız diye şekerliği önünüze tutarsam, lütfen yol arkadaşımın yaptığı gibi yapmayın. O ne yaptı derseniz? Anlatayım. Zira başka türlü anlayacağınız yok. 

1976 yılı olsa gerek. Ankara'ya gidiyorum. Yanımda da otobüste tanıştığım, benim gibi sınava girecek bir adaşım var. Otobüs hareket ettikten ve biraz yol aldıktan sonra otobüsün muavini ağzımız tatlansın, içerinin havası değişsin diye şeker ve kolanyağı tuttu. Şeker tek çeşitten ibaret, jelatinli sütlü cam şeker. Ben bunun jelatinsizini, dokunduğum zaman elime bulaşan, adına da sorma şeker dediğim şekerden yedim o zamana kadar. Bakkaldan alır, bakkal çimento kağıdının içine birkaç tane koyar uzatırdı. Sora sora yerdim. İyice ufaldığı zaman kırardım. Muavinin tuttuğu şeker, benim bakkalın verdiğinin biraz medenicesi idi. 

Muavin ilk sıradan sırayla herkese tuttu. Sıra bize geldi. Koridor tarafında oturan ben bir tane aldım. Sıra geldi yol arkadaşıma. Arkadaşım elini şekere uzattı. Avucunu iyice açtı. Tüm gücüyle şekerliğin içindeki şekerlerden avuçladı. Bereket avucu hepsini almaya yetmedi. Ramazanın bu yaptığını ayıpladım içimden. Ne olacak gökgörmedik. Ayıp ayıp, ikramlık avuçlanır mı dedim.

Yola devam ediyoruz. Az sonra tatlansın diye şekerlerimizi ağzımıza attık. Sütlüsü de pek güzelmiş. Ağzımın her bir tarafı bu şekerden faydalansın diye şekeri sağımdan soluma, solumdan sağıma dolaştırdım durdum. Bitivermesin diye birden kırıvermedim. Hazıra ne dayanır. Nihayet şekerim bitti. Bizim yolculuk hala bitmedi. Şekeri bitmeyen biri vardı. O da yol ve oturak arkadaşım Ramazan'ın şekeri. Nasıl bitsin ki. Avuçladı ne de olsa. Sorup bitirdikçe avucunun içinden bir tane daha attı ağzına. Ramazan soruyor, ben de ona yan gözle bakıyorum. Ah bir tanesini de bana verse dedim durdum içimden. Baktım olmayacak. Bir yüzümü karartma uğruna, arkadaşım, bir tane şeker versen dedim. Dedim ama beynimden kaynar sular döküldü. İstemek zormuş meğer. Mahcubiyetim daha da arttı. Çünkü yol arkadaşım, vermeye pek istekli olmadı. Önce duymazdan geldi. Sonra ne, dercesine yüzüme baktı ve memnuniyetsizliğini göstermek için suratını astı. Sonra sağına soluna ve nihayet şekere baktı. Vereyim mi, vermeyeyim mi diye nefsiyle epey mücadele etti. Sonunda merhamete geldi. Vermeden önce tehdit edercesine bana öğüt verdi: Bak, şimdi bir tane vereceğim ama dönüşte sen de avuçlayacaksın. Ya değilse, vermem dedi. Tamam dedim. Nihayet gönülsüzce bir tanesini verdi. İsteyip isteyeceğime pişman oldum ama çocukluk işte. İçimdeki çocuğa söz geçiremedim. Yediğim bu ikinci şeker birinci kadar tatlı gelmedi ama şeker şekerdi ne de olsa.

Dönüş yolculuğunda, adaşımla birlikte dönemedim. İşim bittikten sonra başka bir firmadan bilet aldım. Bekledim ki şeker tutsunlar. Şeker tutan olmadı. Sanırım bu firmanın böyle bir ikram adeti yoktu. Hasılı adaşıma verdiğim sözü yerine getiremedim. Tutsalardı, avuçlayabilir miydim? Sanırım yapamazdım. Hasılı, amorti bile çıkmadı. 

Arkadaşın ne yaptı dönüşte derseniz? İşte burasını bilmiyorum. Herhalde şeker ikramı yapan bir firmadan bilet almıştır ve yine avuçlamıştır. Konya'ya gelinceye kadar birini yemiş, diğerini atmıştır ağzına.

Uzattım gördüğünüz gibi. Bilirim uzun yazılar pek okunmaz. Okunsa da meramım unutulabilir. Bu yüzden tekrar hatırlatayım. Lütfen bayram ziyaretinde tek şeker alınız. Bu adam yine şaka yapıyor diye avuçlamaya kalkmayınız. Bilin ki hiç olmadığı kadar ciddiyim.

Sıkıntıların bol olduğu günümüzde sizleri bir nebze de olsa gülümsetebilmişsem ne mutlu bana. İyi bayramlar... 

29 Nisan 2022 Cuma

Bazı Hoşnutsuzluklara Kısa Kısa *

Sosyal medyada şu paylaşımı yapmıştım: "Devlet, evlerin kullandığı doğal gazın yüzde 78'ini sübvanse ediyormuş. Devletin kasasında fazla parası var da mı böyle bir destek veriyor? Şayet böyle ise bu uygulamaya devam etsin. Hatta gazı vatandaşa bedava versin. Şayet böyle değilse, devlet daha da borçlanıyor demektir. Devletin bu yaptığı eşitlikçi anlayıştır. Devlet nedense bu eşitlikçi anlayıştan hiç vazgeçmiyor. Aynı şeyi ücretsiz ders kitabında da yapıyor. Zengine de fakire de ücretsiz veriyor. Bilelim ki eşitlikçi anlayışta herkese eşit davranma vardır ama bu anlayışta adalet yoktur. Bu konularda adalet herkesin imkan, bütçe ve gelirine göre davranmaktır. 

Devlet böyle yapacağına, insanların gelir durumuna göre sübvanse yapsa daha iyi olmaz mı? Geliri iyi olandan gazın fiyatını tam alır, geliri düşük olan kimselere sübvanse eder. Böyle yapması adaletin bir gereğidir".

Bu paylaşımı okuyan bir takipçim şu yorumu yazmış: "Hocam bir de şu Diyanet İşlerini yaz. Hac mevsimi geldi. Şimdi milletin sırtına bir dünya görevliyi, üstüne üstlük harcırah vererek hacca götürüyor. Vatandaş zar zor bir şekilde parasını biriktiriyor. Bu görevliler onların sırtından bedava hac yapacak hem de Türkiye'deki maaşı çalışırken bir de yurtdışı harcırahı alacak. Böyle bir şey olur mu? Esasen bu işe gönüllülük esasına göre atama yapılması lazım. İslam dini para ile yaşanmaz ve yaşatılmaz. Mevki ve makam için İslam'ı merdiven basamakları olarak gören din görevlileri olduğu müddetçe ümmetin yüzünün yerden kalkması mümkün değil. Sırf bu harcırah için yurtdışına giden Diyanet, Maarif Vakfı ve TİKA'da görev alan insanlar var. Sanma ki vatan için dava için. Hepsi bir an önce zengin olmak için devleti sömürüyor. Bu işlere neden işsiz olan memleket evlatları seçilmiyor? Hem daha az ücrete çalışacak işsiz gençler gitse, işsizlik oranı düşmez mi? Bir kişi kaç yerden maaş alıyor? Kamuda huzur hakkı alan yöneticilere hakkımı helal etmiyorum. Bırakın da işsiz gençler görev alsın. Kimseye işinden başka bir görev verilmesin". 

Kendisine şu açıklamayı yazdım: O kadar konuya değinmişsin ki hepsi de üzerinde durulması gereken önemli hususlar. Bu konularda yazalım yazmaya da bir çözüm bulunacağını sanmıyorum. Bunun için hem devletin hem de vatandaşın mantalitesinin değişmesi lazım. İster hac, umre ister öğretmen, polis ve askerin vs. yurtdışına görevlendirilmesinde yolluk, yevmiye ve harcırah mutlaka masaya yatırılmalı. Masaya yatıralım ama bunların hiçbiri gönüllülük esasına göre de yürütülemez. Çünkü gönüllülük, Allah rızası ve fahri olarak yapılan işlerde hizmetler sağlıklı yürümez. Zaten görev yapacak kimseyi de bulamazsın. Çünkü bizim en büyük sorunumuz parayla imtihanımızdır. Bunu aşmanın yolu, her meslek grubunun yönetmeliğine, “meslek hayatı boyunca zorunlu olarak yurtdışı görevi yapar. Devlet yol, barınma ve iaşe dışında ayrıca ödeme yapmaz” şeklinde bir madde konabilir. Böyle bir madde olduğunu bilen kişi mesleğini seçerken bunu da kabul etmiş olur. 

Diyanetin hac ve umreye görevli götürmesinin dışında masrafları artıran, bir yıl boyunca kiraladığı otellerin kirasını vermesi, sağlık ve kurban kesme hizmeti vermesi, uçak fiyatının sair zamanlara göre yüksek olması vs. Çünkü hac ve umre zamanı Türkiye'den yolcu götüren uçaklar Suudi Arabistan'dan genellikle boş dönüyor. Bu da bilet fiyatlarını, haliyle maliyetleri artırıyor.

Buralarda işsiz insanlara iş verilmesi düşünülebilir. Ama bu insanlar, sahasında yeterli donanıma sahip olabilecek mi? Ayrıca bu yolun da maliyetleri düşüreceğine ihtimal vermiyorum. Çünkü bunlara da maaş, yolluk ve yevmiye vermek zorunda.

Kamuda birden fazla yerden maaş alınmasına gelince bunu ben de tasvip etmiyorum. Özellikle yönetim kurulu üyeliklerini arpalık olarak görmemek lazım. Bunu da birden fazla görev verilen kişi, maaşı en yüksek olan yerin maaşını alır. Başka da ödeme yapılmaz denebilir.

Huzur hakkı adı altında ödenen para veya belediye öncülüğündeki kooperatiflerden daire verme konusu ise tam bir facia. Bu, yasal olsa bile etik değildir".

Bu konulara eleştiri getiren takipçimin bu konuda yalnız olduğunu düşünmüyorum. Halkın kahir ekseriyetinde bu konulara dair eleştiriler var. Umarım yetkililer bu konuları ve sorunları gündemlerine alır ve herkesi memnun edecek bir hal yolunu ortaya koyarlar.

*30/05/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Oruç Mesaisi *

"Ramazan geldi, geliyor, oh be şükür! Nasıl tutacağız? Ben açlığa dayanırım ama susuzluğa dayanamam. Hele sigara içmeyince kafam duruyor. Ramazanda kendimi işe veremiyorum. İlaç kullanıyorum. Sınavlarım var. Derse kendimi veremem. Oruç bir şey değil de uykumu alamıyorum..." gibi sözleri çevrenizden duyarsınız. Böyle sözleri duysak da ramazan geldi ve bitti. Bayram arifesindeyiz. Bir daha ki ramazana Allah kerim.

Tüm bu sözlerden anladığım, sabahtan akşama açlık ve susuz kalma ibadeti dediğimiz ramazanda bir psikolojinin yattığını, oruç tutanlarda bir tedirginliğin olduğunu söyleyebiliriz. Kafasından bu psikoloji ve tedirginliği atanın ve tutma iradesi gösterenin orucunu rahat bir şekilde tuttuğunu söyleyebiliriz.

Toplumun ne kadarı oruç tutuyor, bilmiyorum. Daha doğrusu çok da merak etmiyorum. Ama görünen o ki oruç tutan ve tutmayanların oranı baya yüksek. Belli bir kesimin oruç tutmadığı halde dışarıda yiyip içmeyerek ve oruçlu göründüğü de bir aşikar.

Bilelim ki kim, ne derse desin, oruç zor bir ibadettir. Beyninde orucumu tutacağım diyenler ilk başlarda pazartesi sendromu gibi oruç tutsalar da zamanla vücutları oruç tutmaya alışıyor. Oruç tutanların orucunu Allah kabul etsin. Tutmayanların da tutmalarını gönül istiyor.

Son yıllarda hastalık, iş, duyarsızlık vb gerekçelerle oruç tutmayanların sayısında gözle görülür bir artış olsa da bu ülkede ramazanın geldiği belli olur. İnsanımız, çoluk çocuğumuz oruç tuttuğu gibi sokak ve caddelerimiz de oruç hüviyetine giriyor. Çünkü orucun bireysel nefis terbiyesi kadar toplumsal yönü de vardır. Aynı zamanda uyku düzenimiz, yemek yeme saatlerimiz ve yemek menümüz bile değişiyor. Yani sair zamanlardaki rutin hayatın dışında bir hayat yaşanıyor ramazanlarda.

Burada değinmek istediğim husus, orucun verdiği ve getirdiği psikolojiye binaen oruç tutmak isteyenleri psikolojik yönden rahatlatmak için ramazan aylarında bir kolaylığın sağlanmasıdır. Burada kamu düzenini bir ibadete göre ayarlamak laikliğe aykırı itirazları gelebilir. Toplumsal bir olgu olan ramazanda gerekli kolaylığı sağlamak inanın laikliğe bir halel getirmez.

Sözü fazla uzatmadan bu konuda neler yapılabilir, bunun üzerine bazı önerilerde bulunmak istiyorum:

*Mesailer ramazana mahsus biraz azaltılabilir. Mesela 6 saat düşünülebilir.

*Mesai, imsak vaktinin başlamasından bir saat sonra başlatılabilir. Eskiler bunu bilir. İnsanımızın köylerde yaşadığı, tarımla uğraştığı zamanlarda oruç hasat zamanına denk geldiğinde, anne babalarımız sahurdan sonra mesaiye başlar, öğleye kadar çalışırlar, öğleden sonra istirahate çekilirlerdi. Böylece iş aksamadığı gibi sahurdan sonra yatılmayacağı için midemiz zorlanmaz, uyku düzenimiz de bozulmaz.

*Okullarda ders saati fazla olan derslerden azaltma yoluna gidilerek daha az ders görme yoluna gidilebilir. 40 dakika olan ders saati otuz dakika şeklinde işlenebilir.

*Merkezi sınavlar ramazanda yapılmaz. Oruç öncesi veya sonrası yapılacak şekilde planlama yapılabilir. Bu da hayat memat sınava girecek öğrencileri rahatlatabilir. En azından bu önemli sınavda oruç tutayım mı, tutmayayım mı ikilemi yaşanmaz. Sınavı kötü giden öğrenci oruca bahane bulmaz.

Ramazan ayına mahsus önerileri çoğaltabiliriz. Yeter ki oruç tutanlara kolaylık düşünülsün. Burada oruç tutmayanların mesaisi ne olacak denebilir. Oruç tutsun veya tutmasın, herkes belirlenen mesaiden faydalanır. Bu konunun yani oruç mesaisinin Türkiye gündemine gelmesini, bunun artısının ve eksisinin ne olabileceğinin tartışılması gerektiğini düşünüyorum.

Bayrama bir kala yazımı bitirdiğimiz ramazana ayırdım. 2-3 ve 4 Mayısta idrak edeceğimiz Ramazan Bayramınızı tebrik eder. Bayramların insanımıza huzur ve selamet getirmesini temenni ediyorum.

*30/04/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

28 Nisan 2022 Perşembe

Kamu Sırtından Olmayan Bir İftar *

ABK Holding Yönetim Kurulu Başkanı, İdeal Yurtları’nın ve Anadolu’da Bugün gazetesinin sahibi Ahmet Baydar’ın 27 Nisan Kadir gecesi akşamı gazete ve holdingin yeni binasında düzenlemiş olduğu iftar yemeğine davet edildim. Bu davete icabet etmeliyim deyip davetiyenin altında Lütfen Cevap Veriniz (LCV) iletişim telefonuna ismimi yazdırmak istedim. Ben daha aramadan görevli tarafından "Kaç kişi katılacaksınız" telefonu aldım. Bir kişi dedim. İftar programına lise sınıf arkadaşlarının da davet edildiğini öğrenince güzergahıma uygun dört arkadaşla iletişime geçerek iftara beraber gitmek üzere kavilleştik.

Davetin yapılacağı Yazır Mahallesindeki gazete binasının önüne geldiğimizde, girişte Ahmet Baydar ve ekibinin sıcak ilgi ve alakası ile karşılandık. Görevlilerin yönlendirmesiyle alt kata inerek adımıza ayrılmış masamıza oturduk. Farklı kesim ve sektörlerden katılım sağlayan 150 kişi ile birlikte sessizce akşam ezanının okunmasını beklemeye koyulduk.

Ortam, sesiz ve sakindi. Hazırlanan menü mükemmeldi. Yemekler nefisti.

Masada hurmasından zeytinine, tatlısından çay ve diğer içeceklere varıncaya kadar her şey vardı.

Farklı kesim ve sektörlerden iftara katılanlardan birbirlerini tanımayanlar tanışma imkanı bulurken, birbirini tanıyanlar da uzunca süredir görüşemediklerinin hasretini kimseyi rahatsız etmeden gidermiş oldu.

Yemeğin ardından akşam namazını kılacaklar binadaki mescide giderek namazlarını kıldılar.

Vedalaşmak için kalkanlara daha önceden hazırlanmış -diş kirası diyebileceğimiz- hediyeler görevliler tarafından takdim edildi.

Çıkışta gazetenin sahibi ve ekibi uğurlamak için yine bina önündeydi. Yorgunluk ve telaşa rağmen girişteki sıcakkanlılık ve güler yüzden bir şey kaybedilmemişti.

Hasılı, her şeyiyle iyi düşünülmüş ve planlanmış mükemmel bir iftar programı oldu. Bu iftar programının her aşamasında görev yapmış holding ve gazete çalışanlarına, ekibine, bu nazik davetiyle bize mübarek kadir gecesinde bir ziyafet sunan Ahmet Baydar’a teşekkürü bir borç bilirim. Kesesine bereket. Allah kabul etsin. Helalinden bol bol versin.

Şimdi geleyim sadede. Hepiniz şu ya da bu şekilde farklı yer ve ortamlarda benzeri iftarlara katılmış olabilirsiniz. Bundan dolayı da tamam bir iftara katılmışsın, anladık, bu kadar da uzatmaya gerek yok diyebilirsiniz. Hakkınız var ama alacağınız yok. Yalnız bu vesileyle önemsediğim iki hususa değinmek için bu iftarı yazı konusu edindim. İlki, bu tür davetlerde çoğu davetiyelerin altında LCV, yanında ise iletişim numarası yazar. Bu demektir ki “Sizi ben bu organizasyona, etkinliğe, düğüne, iftara vb. davet ediyorum. Düzenleyeceğimiz bu programa katılıp katılmayacağınızı, katılacaksanız kaç kişi ile katılacağınızı bildirin. Bunun için lütfen bize dönüş yapın” demektir. Aslında bu tür organizasyonlarda bir aksamanın meydana gelmemesi, organizatörün ve sahibinin sıkıntı yaşamaması ve işini daha güzel yapabilmesi için geri dönüş güzel ve göz ardı edilmemesi gereken bir ayrıntıdır. Yemekli her davetiyenin altına mutlaka yazmak ve dönüş de yapmak lazım. Çünkü özellikle yemekli toplantılarda, gelir dersin gelmez, gelmez dersin gelir, bir kişi gelir dersin, üç kişi gelir gibi durumlar söz konusu olabiliyor.

LCV benim için önemli ama ikinci değineceğim husus daha önemlidir. Genelde böyle büyük iftarları kamu adına birileri düzenler. Yani kamuya ait kurum ve kuruluşun başında olan kişi iftar verir ama masraflar devlet tarafından karşılanır. Bu, kamu sırtından ağalık demektir. Bu konuyu geçmişte epey yazı konusu edindim ama maalesef bu yara her ramazanda devam ediyor. Çünkü kamu sırtından ağalık yapmaya birileri devam ediyor. İşin garibi halkın kahir ekseriyetinde bu tür iftarlara tepki gösterecek duyarlılık da kalmadı. Ya özümsendi ya bu tür iftarı yapan bizden biri ise caiz gözüyle bakılıyor ya da yapılan görmezden geliniyor.

ABK Holding adına verilen bu iftarın tüm masrafı Ahmet Baydar’a ait. Yani kendi öz sermayesinden. İşin özü Ahmet Bey, kendi kazancından ağalık ve ikram yapmıştır. Ki olması gereken de bu. Bundandır ki işten gelerek davete icabet ettim ve gönül huzuru içinde afiyetle yedim. Bravo ve tebrikler Baydar. Allah sana bereketiyle fazlından versin inşallah. Allah’tan kendi parasıyla kalabalıklara iftar veren, bunun için kamu imkanlarını peşkeş çekmeyen kişilerin sayısını artırmasını isterim. Vatandaşlardan da özellikle mangalda kül bırakmayan, Müslümanlığı kimseye vermeyen dindar ve mütedeyyin insanlara da kaybettikleri duyarlılığı yeniden kazanmalarını nasip etsin.

*29/04/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.