24 Şubat 2020 Pazartesi

Doğu Toplumlarında Oğul ve Damatlar *

Doğu toplumlarında kız çocukları hep ikinci plandadır. Oğulun ayrı bir yeri vardır. Bir hanede arka arkaya kız çocuğu dünyaya gelse morali hep bozulan ailenin en büyük muradı, soyunu devam ettirecek, ele ve ayağa düştüğü zaman kendilerine bakacak bir oğlan çocuğudur. 

Nihayet birkaç kızın ardından bir oğlan çocuğu dünyaya gelir. Dünya onların olur. Ablaları dahil tüm aile bayram eder. Hepsi oğlanın üzerinde titrer. Evin küçüğü şımartılır. Her istediği alınır ve yapılır. Oğlan kısa zamanda evin kelek keseni olur. Ablalarını evire çevire gerekirse döver. Bir günde kırdığı yumurta kırkı geçer. Kızlar bu durumdan dert yansa da evin bu kelek kesenine kimse bir şey diyemez. Çünkü dokunulmazlığı vardır. 

Kızlar genellikle ailede ikinci plandadır. Ağızlarıyla kuş tutsalar da aileye kendilerini beğendiremezler. Nihayet evlenirler. Oğuldan sonra evin ikinci üçüncü, dördüncü oğulları olur damatlar. Çünkü damatlar da evin tek oğlu gibi kıymetlidirler. Aile, oğul üzerinde titrediği kadar damatların üzerinde de titrer. Evin bir ferdi olmuşlardır artık. Oğul kadar damatlar da memnun edilecektir.

Evin imkanlarından oğul kadar damatlar da faydalandırılır. Oğula verilen damatlara da verilir. Ailenin şirketi, holdingi varsa oğul ve damatların her biri bir koltuğa oturtulur. Ailenin böyle bir imkanı yok, evin reisi devletin en üst mertebesinde ise oğul ve damatlar boş kalacak değiller ya... Her birine makamsa makam, şöhretse şöhret ayağının altına serilir. Bir dedikleri iki edilmez. Baba ben şu makamı istiyorum derlerse ikiletilmez; yapar mısın, yapamaz mısın, el alem ne der, denmez; o makama getirilir. Oğul çok yaramaz çıkar ise damat üzerine yoğunlaşılır. Makamlar damatlara bir bir teslim edilir. Damadın başarılı olması önemli değildir. Önemli olan kızımızın gönlünü hoş tutmaktır. Kızımızın gönlü hoş tutulmaz ise ailede huzursuzluk olur. Ailenin saadeti bozulacağına ülkenin saadeti bozulsun varsın. Tipik bir Doğu toplumu klasiğidir bu. Sık sık tekrarlanır. Ülke kısa zamanda damatlar saltanatına döner. 

Hayal aleminde değilim, bir ütopyadan bahsetmiyorum. Osmanlı tarihine bir göz atarsak damatların etkisini fazlasıyla görürüz. Damat veya damatların ağırlığını iyice hissettirdiği yönetimlerin başarılı olup olmadığını sizin tarih bilginize bırakıyorum. Bana göre damatlar pek yüz ağartmamıştır. Bedelini damatlar değil, kayınpederler değil, devlet çekmiştir.

*26/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Doğa Bize Diyor ki ***

Doğa: "Bakın hele, benim şakam yok. Beni ciddiye alın, tedbirlerinizi alın. Zira tahammülüm kalmadı" diye diye 2020'ye geldi. 

Geldi gelmeye ama 2020'nin ilk ayları yüzümüzü güldürmedi. Depremle yatıp depremle kalkıyoruz diyeceğim ama çoğu zaman yerimizden kalkamıyoruz. Çünkü her deprem can almaya devam ediyor. Deprem sadece bizde değil, dünyada da oluyor. Ama dünyada olan depremler, can kaybına sebebiyet vermezken her ne hikmetse bizde es geçmiyor. Hatta depremin merkez üssü komşu olsa bile ölüm yine gelip bizi buluyor. 

Deprem diyor ki bize:
*Ben kıyametin küçük bir provasıyım. Tedbir ve ibret alın diye zaman zaman bir doğa olayını gerçekleştiriyor, biriken enerjimi boşaltıyorum. Siz nasıl ki nefes alamasanız, yaşayamazsanız ben de enerjimi boşaltarak nefes alıyorum ve deşarj oluyorum. Yalnız benim nefes almam sizin nefes alıp vermenize benzemez. Yıkıcı yönüm büyüktür. Ne de olsa kıyametin küçük bir provasını icra ediyorum. 

Ama siz ne yaptınız? Sırtıma bindiniz, inmeyi bilmediniz. Asırlardır üzerimde yaşıyorsunuz. Tamam, bana verilen misyon gereği sizi sırtımda taşımak benim görevim. Ama tıpkı sizin gibi ben de bir can taşıyorum. Ama siz beni hoyratça kullandınız: Doğayı kirlettiniz, ıslah ederiz diye akıp gitmem gereken doğal yolları kapattınız. Tıkanıp kaldım. Sonunda sizi boğdum. Bana uygun şehirler ve yerleşim yerleri kurmadınız, ayağınızın altındaki fay hatlarını bildiğiniz halde paradan puldan kaçırarak derme çatma evler yaptınız. Bu evleri yıktım geçtim. Kurtulan kurtuldu ama aldığım canlar benim oldu. Yıkıcı darbemi gördüğünüz ve şakamın olmadığını bildiğiniz halde her deprem sonrası korktunuz ve "Depremlere hazırlıklı olmalıyız, kendimizi depremlere hazırlamalıyız" muhabbetleri yaptınız hep. Ben biraz kabuğuma çekilince yine unutup gittiniz, hayatın normal akışı içine kendinizi kaptıtarak gereğini yapmadınız. Maalesef benimle beraber yaşamayı öğrenemediniz. Siz böyle yaşamaya devam edin, ben de sünnetullah gereği görevimi yapmaya devam edeceğim, her depremim size gününüzü gösterecek. Daha bu, iyi günleriniz.

Sizin bu durumunuza üzülüyor ve size acıyorum biliyor musunuz? Hayatı ve yaşamayı çok seviyorsunuz, ölümü aklınıza bile getirmek istemiyorsunuz fakat orta şiddetindeki bir doğa olayıma bile teslim oluyor ve kendi elinizle yapıp ettiğiniz enkazın altında can veriyorsunuz. Aslında enkaz altında kalan vücudunuz değil, dürüstlüğünüzdür. Maalesef bugüne kadar dürüstlük sınavını ne siz ne de devletiniz geçebildi. Hele o ellerinizle kurup büyüttüğünüz devletinizi Allah, bildiği gibi yapsın. Devlet olarak deprem öncesi ülkesini hazır edeceği yerde deprem sonrası deprem mahalline damlamayı marifet sanıyor. Bak ben geldim, o gelmedi, acınızı paylaşıyorum, diyor. Halbuki ona düşen, deprem sonrası organizasyondan önce deprem öncesi vatandaşını depreme hazırlamaktır. Ben onun yerinde olsam depreme dayanıklı olmayan bir ev kalmayıncaya kadar Kanal İstanbul gibi projelerden vazgeçerim. Tüm Türkiye'yi bir şantiyeye çeviririm. Depreme dayanıklı olmayan evlerin yerine yenisinin yapılması için bir seferberlik başlatırım. Parası olmayana uzun vadeli kredi açarım. Evler yenilendiği gibi durgun olan inşaat sektörünü de canlandırırdım.

Bir söz de size söyleyeyim. Zira tek suçlu devletiniz değil. Her işinizi kadere bağlamayın. Kader bir ölçüdür ve yapıp ettiklerinizdir. Ölçüye göre hayatınızı dizayn etmezseniz boyunuzun ölçüsünü alırsınız. Benim yaptığım doğa olayı deprem de bir kaderdir. Benim bu kaderimden Allah'ın bir başka kaderine kaçın ve tedbirinizi alın. Böyle yaparsanız benim kaderimden ölmezsiniz. Sadece kısa süreli bir heyecan yaşarsınız, o kadar.

***27/02/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde "Deprem Bize Diyor ki" başlığında Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




23 Şubat 2020 Pazar

Sınıfta Kalma Yeniden *


90’lı yıllardan itibaren Milli Eğitim Bakanlığı koltuğuna hangi bakan oturursa otursun, yaptığı ilk icraatlardan biri ortaokul ve liselerdeki sınıf geçme sistemi ile oynamak oldu. Kısa bir süre yürürlükte kalan kredili sistem uygulamasının dışında, derslerinde başarılı olamayan öğrenciler için bütünleme diyebileceğimiz ek sınav hakları verdi. Öğrenci yeni sınav hakkında da başarılı olamadıysa öğretmenler kurulu kararıyla bir üst sınıfa geçirilmesi murat edildi. Hepsinin yaptığı, sınıf geçmeyi daha da kolaylaştırmak oldu. Mesajı almayıp sınıf tekrarına karar verilen öğrencilerin yeniden öğretmenler kurulunda görüşülmesi yinelendi. Bakanların bu niyetini geç de olsa anlayan öğretmenler “Benim dersimden başarılı olamayan öğrenci, nasılsa kurul kararı ile geçirilecek. Bu durumda veli ve öğrencinin gözünde ben niye kötü olayım? En iyisi zayıf vermeyeyim” deme yoluna giderek öğrencisine pek zayıf vermez oldu. 1999 yılından itibaren çıkarılan yönetmeliklerle devamsızlık haricinde neredeyse sınıfta kalma kaldırıldı.

Halen yürürlükte olan yönetmeliklere göre ilkokulda sınıfta kalma yok. Ortaokulda başarılı olamayan öğrenciler, şube öğretmenler kurulu kararı ile bir üst sınıfa geçirilmekte. Lisede ise zayıf dersi ne kadar olursa olsun 50 ortalamasını tutturan öğrenci bir üst sınıfa geçebiliyor. Mesela Matematik dersinden bir öğrenci dört yıl boyunca sıfır çeksin, diğer derslerin ortalamasıyla hiç Matematik bilmeden mezun olabiliyor. Sadece Dil ve Anlatım(Türk Dili ve Edebiyatı), İHL’lerde ilaveten Kur’an-ı Kerim dersleri ortalama ile geçilemeyen derslerdendir. Öğrenci, üst sınıfa bu derslerden sorumlu olarak geçebiliyor. Bu demektir ki nice yıllardır ilkokul birinci sınıfa başlayan öğrenciler liseyi bitirinceye kadar sınıf arkadaşlarını hiç kaybetmediler. Böyle bir politikanın güdülmesinde sınıf tekrarına kalan bir öğrencinin devlete maliyeti hesabı yapıldı hep.

Bir devlet politikası haline gelen bu maliyet hesabı bize pahalıya patladı.  Haliyle başarılı olan da başarılı olamayan da liselerden mezun olunca ÖSYM’nin yaptığı sınavlarda sıfır çeken öğrenci sayısında artış oldu. Bugün öyle bir noktadayız ki ne okulların bir değeri var ne öğretmenlerin ne de okunan üniversitelerin. Üniversiteler liselere, liseler ortaokullara, ortaokullar da ilkokullara kızıyor: Çocukların temeli yok diye. Bilenin ve bilmeyenin ayırt edilmeden sınıf geçtiği bir sistemde temel mi olur mübarekler! İşin garibi öğrencinin sınıfta kalmaması adına sınıf geçme sistemiyle oynamanın en ağır faturasını okullarda başarılı birçok çocuk ödedi. Nasılsa kalma yok. Arkadaşım kaç dersten zayıf olmasına rağmen sınıf geçti, ben niye çalışayım dedi, ders çalışmayı bıraktı. Bir yaptırımı olmayınca birçok öğretmen ortaokul ve liselerde sınıfa hakimiyet sorunu yaşadı.

Her gelen iktidarın sınıf geçme üzerinde oynamasının sonucu olarak eğitim ve öğretimimiz yerlerde sürünür oldu. Müsebbibi olarak da herkes öğretmenleri suçladı. Halbuki suçlu aranacaksa esas suçlu, sınıfa giren herkesi mezun etme hastalığına tutulan devlet politikamızdı.

Eğitim ve öğretimimize bir neşter vurmasını beklediğimiz müjde, nihayet Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’tan geldi. 2020-2021 öğretim yılından itibaren ortaokul ve liselerde sınıfta kalmanın yönetmeliklere gireceğini söyledi. Bu açıklama, edindiğim izlenime göre kamuoyundan tam puan aldı. Bu açıklamanın ardından, lise öğretiminin zorunluluktan çıkarılması da kamuoyunun en büyük beklentisidir. Umarım buna da sıra gelir. Bu arada inşallah Bakanlık, yönetmelik çıktıktan sonra sınıfta kalmanın arkasında durur. Eskiden olduğu gibi “Bir seneye mahsus” istisnaları getirerek sınıfta kalanları bir üst sınıfa geçirme yoluna gitmez. Bu kapı bir açılırsa her sene “Bir defaya mahsus”ların arkası kesilmez.

*24/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



20 Şubat 2020 Perşembe

Bazı Şeyler Şüphe Götürmez *

Bazı şeyler vardır ki şüphe götürmez. Para da bunlardan biridir. Para kişinin kendi öz sermayesi ise parayı nasıl, ne şekilde, nereye harcayacağını kendi bilir, kimse karışamaz. (Aslında buna da karışılır ama şimdi konumuz bu değil.) Para kamunun veya kamu yararına çalışan bir kurumun ise buralarda olanlara düşen yoğurdu üfleyerek yemeleridir. Çünkü buralar halkın ortak malıdır, halkın yardımlarıyla ayakta dururlar ve amme adına iş yaparlar. Sadece kullanımı için buralar birilerine emanet edilmiştir.

Kamu malının veya kamu yararına toplanan yardım paralarının yerli yerince harcanıp harcanmadığı zaman zaman tartışma konusu olur. Vatandaş sorar ve merak eder: Bu ödenek nereye harcandı, toplanan yardım paraları ne kadar, acaba para yerine vardı ve yerli yerince kullanıldı mı diye. Vatandaşı böyle düşünmeye iten sebep geçmiş kötü örneklerdir. Böyle konularda para musluğunun başında olanların daha bir duyarlı olması gerekir. Devlet yetkilileri ve yardım paralarının toplanma ve harcanmasına ön ayak olanlar, toplanan paralar konusunda hem şeffaf hem de hesap verebilir olmalı. Bu konu, harcanması gereken yere harcandı denip kestirip atılamaz.

Hepinizin bildiği gibi okullarda okulların para pul işlerine bakmak için yönetmeliğe uygun bir şekilde Okul Aile Birlikleri kurulur. Birliğin geliri -varsa- kantin geliri, spor salonu varsa salonun geliridir. Bunun yanı sıra birlik okula gelir elde etmek için kermesler düzenler. Birliklerin esas geliri bağışlardır. Her bağış makbuza bağlanır. Toplanan paralar daha önce açılmış banka hesabına yatırılır. Okulun bir ihtiyacı olduğunda beş kişiden(veli) oluşan birlik yönetimi karar alır. Alınan bu karar, karar defterine yazılır ve imzalanır. Alınacak mal için en az üç esnaftan teklif alınır. İhale en uygun teklifi verende kalır. Ödeme için birlik başkanı ve birlik muhasibinin imzalı dilekçesiyle para bankadan çekilir ve ödeme yapılır. Aynı zamanda gider makbuzu kesilir. Birliğin gelir ve giderleri üç ayda bir, ayrıntılı bir şekilde veli ve öğrencilerin göreceği yerlere asılır. Birliğin gelir gider hesabı yılsonu itibariyle kontrol edilir. Gelir ve giderler yeni yıla aktarılır. Birliğin gelir ve gider hesapları iki öğretmen ve bir veli tarafından belirli periyotlarla denetlenir. Herhangi bir şikayet söz konusu olduğunda veya okul, bir denetim geçirdiğinde birliğin gelirleri de incelenir. İnceleme yapılırken banka cüzdanı, birlik karar defteri ve gelir gider defteri birlikte incelenir. Herhangi bir usulsüzlük tespit edildiği takdirde yönetim kurulunda olmamasına rağmen okulun müdürü hakkında gerekli inceleme ve soruşturma başlatılır. Her yıl ekim ayı içerisinde birlik genel kurulu toplanır. Bu toplantıda okulun gelir gideri ibra edilir. Yeni yönetim kurulu seçilir. Genel kurulda ayrıca izleyen yılın bütçesi karara bağlanır.

Bu yazımda okul aile birliklerinin işleyişinden bahsetmek değildi niyetim. Ama yukarıda yardım ve bağış paralarının kullanımından bahsedince para pul işlerinin şeffaf ve usulüne uygun bir şekilde yürütüldüğü okul aile birliklerini örnek vermek istedim. Bir yerde şeffaflık, hesap verebilirlik ve denetim olunca şaibe de o kadar az olur. Çok az paranın döndüğü okul aile birlikleri şeffaf olabiliyorsa niçin diğer kurumlarımız da şeffaf olmasın? Kurum ve kuruluşlarımız niçin töhmet altında kalsın? Özellikle büyük paraların döndüğü yardım kuruluşlarımızın belirli periyotlarla kamuoyunu bilgilendirmelerinde fayda var. Çünkü mevzubahis olan paradır. Bir yerde varsa orada imtihan var demektir ve herkesin gözü de oradadır. Para pul işlerine bakanların çoğu da bu imtihandan alnının akıyla çıkamaz, altında ezilir.

Halkımızın yardımlarıyla ayakta duran, büyük paraların döndüğü, kötü gün dostu yardım kuruluşlarımızın yıpranmaması ve halkımızın yardımseverliğinin devam etmesi için kurum ve kuruluşlarımız, her tür töhmet ve şaibeden uzak olmalı ve uzak tutulmalıdır. Çünkü bir şeyin şüyuu, vukuundan beterdir. Kurumlarımız güven sorunu yaşarlarsa vatandaş elini eteğini çekiverir.

*21/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

19 Şubat 2020 Çarşamba

Bazıları Sadece Şemsiye İşiyle Uğraşmalı! ***

Sosyal medyada, sanal alemde ve köşe yazılarında din üzerine yazıp çizmeyen yok gibi. Yazan yazana, paylaşan paylaşana… Buralarda dini bir konu enine boyuna ele alınıyor. Kah fetva veriliyor kah ahkam kesiliyor. 

Dini konularda görüş belirten bazılarına yazdıkları yakışıyor. Çünkü ayakları yere basarak yazıyor, meseleyi derinlemesine analiz ediyorlar. Umum bakış açısına aykırı da olsa yazılanlar okunuyor, tasvip görüyor, ufuk açıyor. Bazıları vardır ki dini bilgi diye yazdıkları, dinden ziyade toplumda oluşan dini gelenektir. Görüşünü desteklemek için malzeme sıkıntısı da çekmiyorlar. Mevzu(uydurma) olduğu erbabınca belirtildiği halde yazılarında uydurma hadisleri mesnet olarak kullanmaktan da çekinmiyorlar. Yeter ki tezlerini ispatlamada işlerine yarasın. Dine sonradan sokuşturulmuş bidat ve hurafeyi dinin kendisi diye öyle emin yazıyorlar ki şaşırıp kalıyorsun. Bu tiplere göre din budur. Yersen... İtiraz ve eleştiriye de gelmezler. Çünkü imanını sorgulamaktan da geri kalmazlar. Seni hemen İslam dairesinden çıkarırlar. Ne de olsa ellerinde iman terazisi var.

Dini bir konu üzerine yazıp çizmenin, üzerinde ahkam kesmenin, köşesinde dini bir konuyu işlemenin önünde bir engel yok. Herkes dağarcığını boşaltabilir. Zira İslam'da ruhbanlık ve din adamı sınıfı yok. Din kimsenin tekelinde değil. Kendisine, ufkuna, bilgi birikimine güvenen, olay ve konulara bütüncül bir pencereden bakabilen herkes yazıp çizebilir. Düşüncesi sığ olan, bilgi birikimi kulaktan dolma bilgiden ibaret olan, hayata tek pencereden bakan insanların kendi alanlarında yazmasında fayda vardır. Dine ve dini değerlere en büyük zararı da bunlar veriyorlar. Ama farkında değiller. Kazara bu tiplere işin doğrusunu söylemeye kalksan seni sapık, bilmem ne düşmanı ya da din dışına çıkmış, müsteşriklerin yolunda giden bir kişi olarak lanse eder.

İnsan din, tıp, mühendislik vb her alanla ilgili az veya çok bilgisi olabilir. Ama kimse bir din bilgininden daha bilgin, bir doktordan daha doktor, bir mühendisten daha mühendis kesilmemeli. Alanı dışında ne kadar bilgili olursa olsun yazıp çizerken haddini, yerini ve sınırını bilmeli. Bu konuda Shakespeare ile ilgili anlatılan bir anekdotu bu tiplere sıkça hatırlatmakta fayda var: “Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri incelemesi için Shakespeare'e gönderir. Ünlü yazarın cevabı: “Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın...” olur.

Yanlış anlaşılmasın, kimse alanı dışında konuşmasın, yazıp çizmesin, başka konularda görüş, tasvip ve tenkitlerini dile getirmesin demiyorum. Elbette alanı dışında yazılıp çizilenlerle ilgili görüş bildirecek, yazılıp çizilenlere eleştirilerini dile getirecek. Ama tüm bunları yaparken kendi alanını bir tarafa bırakmadan yapacak. Hele dini alanla ilgili yazarken yalan-yanlış ve uydurma hadisleri emellerine alet etmemeli. Zira bu, peygambere yapılan en büyük kötülüktür.

Sahi çok mu zor bazılarının sadece şemsiye yapım ve tamir işi ile uğraşmaları? Bence günümüzde şemsiye tamir işini yapacak kişilere ne çok ihtiyacımız var…
***27/02/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır. 

Gezi Davasının Düşündürdükleri ***


2013 yılının 28 Mayısında İstanbul'da başlayan, kısa zamanda birçok ile sıçrayan, yakın tarihimize Gezi Olayları diye geçen protesto eylemleri 30 Ağustosa kadar sürmüştü. Bu eylemlerde biri polis olmak üzere 10 kişi vefat etmiş, 10 bine yakın insan da yaralanmıştı. Bu eylemler sonucunda;
*Dönemin Maliye Bakanı Sayın Şimşek'e göre olayların faturası 1,4 milyar dolar oldu.
*Borsa İstanbul'da işlem gören şirketlerin piyasa değeri 164 milyar geriledi.
*Gezi olayları akabinde 8 milyarlık yabancı sermaye ülkeden çıkış yaptı.
*Borsa düştü, faiz ve döviz fırladı.
*Yüzde 6,13 olan yıllık enflasyon 8,88'e çıktı. Haliyle hayat pahalılığı arttı.

Devleti aylarca uğraştıran ve ülkeye ağır bir ekonomik fatura bırakan bu eylemin faillerine ilk mahkeme, sanıkları mahkum edecek yeterli delil bulamadığından, yargılanan sanıkların beratına karar vermiş. İlk aşaması beraatla biten bu yargılama, Yargıtay tarafından onanır mı yoksa karar bozulur mu? Bunu zaman gösterecek.

Burada yargılama adildi veya değildi demeyeceğim. Zira bu ülkenin adalet anlayışına ve yargılamasına inanmıyor ve güvenmiyorum. Mahkeme kararı mahkumiyetle sonuçlansaydı da yargıya güvensizliğim değişmeyecekti. 2013'de meydana gelen bir vukuatın yargılaması yedi yıl sürüyorsa zaten geciken adalet, adalet değildir. Canlı yayında Türkiye ve dünyanın izlediği bu kalkışmada ölen insanlarımızın olduğu, eylemlerin ülkeye ağır ekonomik maliyet getirdiği,  araçların ve kamu binalarının yakılıp yıkıldığı ayan beyan belli iken mahkemenin yeterli delil bulamaması manidar. Hakimlerimiz, bir kişiyi mahkum etmek için başka ne delil arıyorlar? Bunu da düşünmek lazım.

Hangi dönemde olursa olsun bu ülke hiç adalet dağıtmadı. Adaleti sorun olan, adaleti yerlerde sürünen bir ülke, kolay kolay iflah olmaz. Belki de dert ve sorunlarımızın bitmemesinin, her geçen günün bir önceki günü aratmasının sebeplerini adalet dağıtmayan yargılama mantalitemizde aramak lazım. 

Geriye dönüp bir bakalım. Birileri 28 Şubat süreci ile bir kesimi mağdur etti, lise çağındaki çocuklarımızın, kat sayı ucubesiyle geleceklerini kararttılar. Açılan 28 Şubat davasında ceza alan kimse yok. Ergenekon Terör Örgütü diye aylarca, yıllarca yayınlar yapıldı, çok kişi yargılandı. Yüce mahkememiz "Ergenekon diye bir terör örgütünün varlığına ulaşılamamıştır" diyerek bu davada yargılanan herkesin beraatına karar verdi. Mahkemelerin tek iş çıkardığı ve hızlı karar verdiği, çoğunluğu mahkumiyetle sonuçlanan FETÖ davalarıdır. Üç yıl içerisinde neredeyse kararı verilmeyen FETÖ dosyası kalmadı. 28 Şubat, Gezi ve Ergenekon davalarında beraat veren mahkemelerimiz, FETÖ davalarında ceza yağdırdı. FETÖ darbesine katılmasalar bile FETÖ üyeliğinden veya iltisaklığından birçok sanık ve zanlıya 8'er yıl ceza verdi. Birkaç yıl sonra bu FETÖ yargılamalarının seyri değişir, ceza alanlar yeniden yargılanır ve beraat ederlerse şaşırmayacağım. Türk yargısı ne de olsa. Çünkü biz böylesi filmleri geçmişte çok gördük.

Sahi siz, bugüne kadar özellikle kolektif, organize ve örgütlü suçlarda yargılanıp da adalet yerini buldu, dediğiniz bir dava oldu mu? Maalesef her yargılamanın sonucu ya mağduriyet üretti ya kahraman icat etti ya da uzun bir yargılamanın ardından pardon dendi. Neden böyle oluyor derseniz? Bizde yargılamalar intikam alma üzerine yapılır, had bildirmek için yapılır. Yargılamalarımızda duygusallık ve hissiyat vardır, kızgınlık vardır. Bir müddet sonra hevesimiz geçer…
Adaletinizi sevsinler sizin!

***20/02/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.


18 Şubat 2020 Salı

Pazar Alışverişi İçin Tüyolar

Evdeki hesap çarşıya, pazara uysun istiyorsanız, Diyanet Aile dergisine kulak verin:

Tasarruflu pazar alışverişi için,

1.Pazara akşam saatlerinde gidin. Çünkü akşama doğru fiyatlar düşer.

2.Alışverişe çıkmadan önce mutlaka bir liste yapın. Alışveriş esnasında listenize sadık kalın. (Şu, hesaplıymış, buna canım çekti, şunu da alayım demeyin.)

3.Pazara gidince tüm fiyatlara göz atın. (Pazarı baştan sona gezeceksiniz. Gözün kapalı alışveriş yapmayacaksınız.)

4.Aynı pazarcı tezgahından düzenli alışveriş yaptığınız takdirde pazarcı, taze ve kaliteli ürünleri seçip verecektir. (Merak ettiğim, madem aynı tezgahtan alacağım. Niçin tüm pazarı gezip fiyatlara göz atacağım? Burası bana çelişki gibi geldi.)

5.Yaptığınız alışverişi taşımada kolaylık olsun, zorluk olmasın, daha konforlu bir alışveriş yapayım diyorsanız, mutlaka bir pazar arabası edinmelisiniz.

Gördüğünüz gibi Diyanet sadece din işleriyle ilgilenmiyor. Sizin kesenizi de düşünüyor. Diyanet'in bu kıyağını unutmayın. Diyanet'in bu önerisini bugüne kadar uygulamadıysanız öneriler dikkate değer.

Diyanet'in bu kıyağına ilave olarak bir kıyak da benden olsun: Pazar alışverişi için TÜİK yetkililerinin gezdiği pazarları tercih edin.