5 Ekim 2018 Cuma

Din ve Devlet İşlerimiz *

Bu hafta cuma namazında hutbede hatip Müslüman'ın Müslüman üzerindeki haklardan bahsetti: "Selamı almak, hastayı ziyaret etmek, cenazeye iştirak etmek, davete icabet etmek, hapşırana rahmet dilemek." Ardından bidatlere getirdi işi. Özellikle cenaze sonrası cenaze sahibinin cenazeye katılanlara ikram etmek için yemek pişirmesinin İslam'da yeri olmadığını, bunun yerine eş-dost ve akrabalarının yemek getirmesi gerektiğini söyledi. Hoş bir hutbe idi. Zira özellikle bidatler başımızın belası malumunuz.

Hutbeyi dinlerken din işlerimiz de devlet işleri gibi dedim içimden. İmam hutbesini irat ettikçe hem devlet yönetimimiz hem de dini yaşantımız bir film şeridi gibi gözümün önünden geçip gitti. Siz nasıl bağlantı kurarsınız bilmiyorum ama ben bir bağ kurdum bile. Çünkü hem din anlayışımızda hem de devlet yönetme anlayışımızda bir kuralsızlık ve kural tanımazlık var. Niçin böyle oluyor derseniz vereceğim cevap zamanında müdahale etmediğimizdendir.

Devlet işlerini ele alalım. Yeni bir konu veya durum ortaya çıktığında devlet önce sesini çıkarmaz, görmezden gelir, yok kabul eder. (Konut yapımı, arabalara LPG taktırma gibi) Vatandaş istediği şekilde hareket eder: Enine-boyuna yayılır. Nice sonra devlet mevzuatını çıkarır, işi resmiyete döker. İnsanların bu kurala uymasını bekler, denetimler yapar, sıkı tedbirler alır. Devlet bundan sonraki hayatını o mevzuatı uygulamak için didinir durur. Daha önce kendi kendine bir yol çizmiş vatandaş ise bu kuralı yapmamak ve çiğnemek için uğraşır. Bu durum devleti yönetenlerin vatandaşın önünden gidememesinden, geniş ufuklu olmamalarından kaynaklanmaktadır. Bir şey çıkmadan önce devlet önce kuralını koysa vatandaş mecburen o kurala uyacaktır.

Din anlayışı ve yaşantımız da devlet yönetiminden farklı değildir. Dinde yeri olmamasına rağmen biri çıkar, dinden bir şeymiş gibi bir uygulama başlatır. (Mevlit okutma, cenaze sonrası yemek verme, ölünün altını üstünü görme gibi) Ondan gören bir başkası yapar. Vatandaş nezdinde uygulanmaya başlar. O zamana kadar bireysel tepkiler dışında bu uygulamalara karşı çıkılmaz. Hoş karşılanmasa da kimse sesini çıkarmaz. Dine sonradan yamanan bu uygulama halk nezdinde bir mahalle baskısına dönüştükten veya uygulana uygulana bir adet haline geldikten sonra yetkililer çıkıp “Bu yapılanlar yanlış bunların dinde yeri yoktur” demeye başlıyor. Kaç kişi vazgeçer bu durumda bu uygulamalardan? İçine sinmese bile “Dinde yeri yok ama herkes yapıyor, biz yapmazsak olmaz” deyip o da uydum kalabalığa diyor.

Anlatmak istediğim bizim ülkenin sorunu kuralların sonradan konmasındadır. Halbuki ülke yönetmeye talip olanların ve din adına söz söylemeye yetkili olanların halkı ve halkın gittiği yolu önceden sezme gibi bir görevleri vardır. Yetkililer zamanında basiret ve feraset göstermezlerse problemleri hep kucaklarında bulacak ve ömürlerini bunlarla mücadele ederek harcayacaktır. Çok mu zor halkın önünden koşmak, onlara yol göstermek?

Ne zaman ki devleti yönetenler halkın nereye gitmekte olduğunu hisseder, onların önüne mevzuatı koyarak bu işi şöyle şöyle yapacaksınız derse yani boşluk bırakılmazsa devlet işleri daha düzenli olur. Din alanında da bir konuda neler yapılması gerektiği halkın önüne konur, sürekli işlenir, bidat olmasına rağmen yapmaya kalkana önceden uyarı yapılırsa yani boşluk bırakılmazsa dini yaşantımız da özüne uygun olur. 05/10/2018



* 08/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Ekmek Zammına Niçin Karşı Çıkıyoruz?

Yıllar sonra yeniden çift haneli enflasyonu hayatı yaşamaya başlayınca ister ithal, ister ihraç ürün olsun iğneden ipliğe her şeye zam geldi. Mevcut gelen zamlara alışamadık hala.

Gelen zamların bir kısmı makul. Çünkü girdi fiyatları artmıştır. Kimi dolara endekslidir, fazlasıyla zamdan nasibini aldı. Kimi psikolojiktir; herkes artırdı, ben de artırayım diye. Kimi de fırsatçıdır. Çünkü ortalık toz duman. Ne vurursam kar mantığıyla hareket etmektedir. Biz bağırıp çağırsak da, bu haksız kazanç desek de, fahiş zam yapanların bir kısmını şikayet etsek de, ilgili merciler zam yapanları mercek altına alıp müeyyide uygulasa da  zamlar geldi ve gelmeye devam edecek. Dua edelim ki gelen zamlar mevcut yapılanlarla kalsın.

Gelen onca tepkilere rağmen zamlar geri alınmadı. Bir tek istisnası var, bazı illerde ekmeğe yapılan zamlar geri alındı. Daha doğrusu ekmek zammı iptal edildi. 

Ekmeğe yapılan zam niçin iptal edildi? Fırıncılar fırsat bu fırsat deyip çok fahiş bir zam mı yaptı? Fırıncıların yaptığı zam keyfi bir uygulama mıydı? Fırıncıların ekmek çıkarmak için kullandığı un, tuz, elektrik, su ve diğer katkı maddeleri zamdan etkilenmedi mi? Bildiğim kadarıyla  ekmekte kullanılan her türlü malzemeye zam geldi. Bu durumda fırıncıların ekmeğe zam yapması kadar doğal bir şey yoktur. Zira işlerine tutunmak ve yaptıkları işten ekmek yemek için zam yapmaları gerekiyor.

Fırıncıların zam isteğini makul görmemden  dolayı içinizden bu adamın sülalesi fırıncı olmalı diye düşünebilirsiniz. Maalesef hiç fırıncı akrabam yok. Ben de tıpkı sizin gibi zamlardan etkileniyorum. Devletin zam ayarlaması yaptığı bir ortamda fırıncılar da yapacak. Ekmek ihtiyacınızı bakkal veya marketten temin ediyorsanız fırıncının zam talebini makul görmeyebilirsiniz. Eğer fırından ekmek alıyorsanız fırıncının ateşin karşısında ayakta buram buram terleyerek ekmeği kıvamında çıkarmak için sabahtan akşama kürek salladığını görürsünüz. Bu durumda işlerinin ne kadar zor olduğunu anlarsınız. Ellerinin emeğiyle ekmek satarak ekmeklerini kazanmaya çalışıyorlar. Ne sabahları var, ne de akşamları. Tatil nedir bilmezler. Biz yatarız, onlar ayakta. Yatacak  bir yer ve zaman bulmuşlarsa yattıkları yeri beğenirler.

Zamlara karşı çıkalım elbet. Ama zam konusunda çelişkiye düşmeyelim. Kimseye söz geçiremediğimiz bir ortamda fırıncılara diş göstermek hakkaniyete uygun değildir. Eğer fırıncıların çıkardığı ekmeğin girdilerinde hiç artış olmadı da fırıncılar keyfi bir zamma kalkışmışsa hep beraber onlara karşı çıkalım.

Kursu Bitirirken


Boşta kalan kurs öğretmenlerine ders bulmak amacıyla Bakanlığın, mutlaka iki kurs açacaksınız dediği isteğim dışında kobay olarak alındığım iki haftalık kurs  bitmek bilmedi. Bir de sayılı günler çabuk geçer derler. Geçmedi efendim! Bir ömre bedeldi desem abartmış olmam. Çeken bilir ancak!

Ne mi öğrendik bu iki haftalık kursta? Neler öğrenmedik ki? Her şeyden önce sabretmeyi ve çalıya dolanmayı öğrendik. Çünkü çoluk çocuğumuz var ve akıl sağlığımızı korumamız gerekiyordu. Bunu yaptık. Yani akıllı insanın yapması gerekeni yaptık.

Kursun ilk iki gününde tehdit, tedhiş ve hırpalanmanın ardından baktık ki itirazımız işe yaramayacak. Her şeyi içimize attık, ağlanacak halimize gülmeye başladık. Kendimizi etkinliklere verdik. İçimiz dışımız etkinlik oldu:

Yıllardır tanıdığımız arkadaşlarla yeniden tanıştık. Selam vermenin çeşitlerini öğrendik: Kah dilimizle, kah elimizle, kah başımızla, kah ayağımızla selam verdik.
Çok amaçlı salonun işlevlerinden bir tanesinin de adım atmayacak yer kalmayacak şekilde arşınlamak olduğunu, yürümek istemeyenlerin isimlerinin alınacağını ve kendisine elin sallanacağını öğrendik.
Kursiyerlerin gelip gelmediğini öğrenmek amacıyla imzalanması gereken imza sirküsünün yeterli olmadığını, tek tek isim okunarak yoklama yapıldığını ve güvenilmez kursiyerler olduğumuzu öğrendik.
Hocamızın “Çocuğumuz var, onların karnını doyurup okula göndereceğiz” derdini anlatanları “anladığını” ama bu anlamanın nedense kendi bildiğini okumanın dışında bir kolaylığa dönüşmediğini öğrendik ve en iyisinin işi kendi oluruna bırakmak olduğunu öğrendik.
Dışarıya çıkıp mavi ipten sabit tutup makarasını bir arkadaşımıza atarken kapsayıcı eğitimle ilgili olumlu bir cümle söylemeyi, attığımız ipten bir örümcek ağı örerek bu ördüğümüzün adına kapsayıcı eğitim dendiğini öğrendik.
Yine mavi ipten tutmak suretiyle gözlerimiz kapalıyken kare yapılabileceğini öğrendik.
Bol bol dağıtılan kağıtları içimizden ve dışımızdan okuyarak terör, şiddet, savaş, vb nedenlerle göç edenlerin iç dünyasını ve çektiklerini ve onlara ne şekil davranılmasını gerektiğini öğrenmeye çalıştık.
Kâh yazı yazdık, kah senaryo. Olmadı şiire verdik kendimizi. Karikatür ve resim çizdik. İçini boyadık. Proje yaptık.
Top oynadık, birbirimize top attık. Birimiz ebe, diğeri onu korumak için badigart oldu.
Bazen çember oluşturup oturduk, ellerimizi arkaya sakladık. Biri ortaya geçti, elindeki topu atar gibi yapmak suretiyle bizi korkutmaya çalıştı. Sonunda topu yiyen çemberin içine geçti, o da arkadaşlarını korkutmak için elinden geleni yaptı.
Oluşturduğumuz çemberde birbirimizin avucunun içine şahadet parmaklarımızı koyarak parmak yakalamaya çalıştık. Oyunun  kapsayıcı eğitimle alakasını kuramadım ama olsun. Oyun oyundur.
Kendi kendimize lakap takmayı, taktığımız lakapla birlikte kendine lakap takan diğer kursiyerlerin lakaplarını ve adlarını söylemeyi öğrendik.
Bazen müdürcülük ve öğretmencilik rolü üstlendik.
Kimimiz kiracı, kimimiz ev sahibi oldu. Kiracı dendiğinde kiracılar, ev sahibi dendiğinde ev sahipleri yer değiştirdi koşarak. Kimimiz arasatta kaldı, kimimiz yeni bir evin sahibi oldu. Kısaca evcilik oyunu oynadık.
Bazı zamanlar kağıda elimizi çizip her bir parmağımıza bir özelliğimizi yazıp boyadık. Sonra buruşturup arkadaşlarımıza attık. Defalarca yaptık bunu. Ardından yazıp buruşturarak birbirimize attığımız kağıtları herkes açtı.  Özelliği okunanı “Bu kim” diye bulmaya çalıştık. Bazen balon şişirdik, balonu patlattık.
Bazen bir çizgi filim, bazen bir video izledik.
Terör ve bombalama eylemleri dolayısıyla Yüksekova’dan Manisa’ya göç eden Aslan ve ailesini kendi ailemizden daha iyi öğrendik. Birimiz Aslan, birimiz babası, birileri kardeşleri, biri Aslan’ın babasının babası, bir kısmı da komşuları rolünü üstlenerek “Aslan ve ailesi göç etsin/etmesin” rolünü oynadık. Yani Aslan ailesinin tasası bize düştü. İçimiz dışımız Aslan ve ailesi oldu. Aslan’la yattık, Aslan’la kalktık. Tek çabamız Aslan’ı ve ailesini mutlu etmekti. Sanırım muradına ermiştir.

Say say bitmeyen etkinliklerimizin biri biterken diğerine geçtik. Tüm mücadele kapsayıcı eğitimi özümsememiz içindi. Oynamadığımız rol, olmadığımız figür kalmadı. Sanırım bir seksek, uzuneşek ve saklambaç kaldı oynamadığımız. İsteksiz yapılan tüm etkinlikler üzerimizden geçti. Terör, şiddet, savaş, göç vb nedenlerle etkilenenleri eğitim ve öğretim içinde dışlamadan eğitimin içine almamız gerektiğini öğrenirken bize terör estirildiğini hem ilmel yakîn, hem aynel yakîn, hem de hakk’al yakîn olarak gördük. Çekecek çilemiz varmış demek ki!

Her gün Esmeray’ın “Gel tezkere gel tezkere bitsin bu gurbet” dercesine askerin gün saydığı gibi on günün bitmesini bekledik. Nihayet yarın bitiyor. Bitti de biz de bittik. Ama yıkılmadık. Birimiz dışında hepimiz ayakta kaldık. Hemen hemen her etkinlikte rol alan, hayata olumlu bakmasıyla hepimize pozitif enerji veren, piyesimizde Aslan’ın babası rolünü üstlenen ve rolünü güzelce oynayan babacan adamın kalbi, kursun yedinci gününde pes etti. Maalesef bypass oldu. Babacan adamın kalbi niçin yenik düştü? Kursla bir alakası var mıydı bilmiyorum. Ama her şeyde bir sebep arayan ben -bugüne kadar hiçbir tespit ve öngörüsü doğru çıkmamış biri olarak- bu arkadaşımızın kurs hocasının gönlü olsun diye kendisini etkinliklerde çok yorduğunu, buna rağmen dışlanmaktan kendisini kurtaramadığını düşünüyorum. Çünkü kimi zaman başkasına verilen şeker kendisine verilmedi, kimi zaman da rol gereği zihinsel öğrenci olmaktan kurtulamadı. Bypass olan arkadaş için “Kalan sağlar bizimdir” diyen kurs hocamıza rağmen aramızda müstesna bir yeri olan hayat dolu bu kursiyer arkadaşımızın durumuna üzülmeyen kalmadı. Kendisine Allah’tan şifalar diliyor ve en yakında aramızda görmeyi temenni ediyorum.

Sonuç olarak yarın kursumuzun son günü. Bizim 10 günlük çilemiz yarın bitiyor. Bu yüzden çocuklar gibi şeneceğiz yarın. Çünkü işkence bitiyor. Ama hocamız için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çünkü kursun bitmesinden dolayı kendisi çok üzülecek. Çünkü bizim gibisini nerede bulacak bir daha? Ama olsun! Çünkü o, en büyük mutluluğunu on gün boyunca anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirerek yaşadı. Biz “Bu kadar da olmaz” dedikçe o, sevinçten dört köşe oldu. Zaman zaman kahkaha attı. Biz bu kadar fil yeter dedikçe o yeni filler verdi bize. Bazı arkadaşlar kursun ilk iki gününden sonra hocamızın tavrı değişti dese de o, prensiplerinden hiç ödün vermedi ve geri adım atmadı. Bildiğini okudu. Değişen bizdik aslında. Çünkü baktık olmayacak, bu deve güdülecek. Gönülsüz de olsa deveyi gütmeye başladık ve kendisine ilk iki günde kızdığımız kadar kızmıyoruz artık. Sabrın en güzel örneklerini gösterdik, sabır küpü olduk. Yaşayarak öğrendiğimiz bu sabır sayesinde bundan sonra eğitim ve öğretimde önümüze ister hırlı, ister hırsız kim gelirse vız gelir artık. Belki de kurs hocasının istediği bu idi. Amacına da böylece ulaşmış oldu.

Başka kurslar olmasın. Şayet olacaksa da bu hocamızdan biraz da başkası yararlansın artık! Çünkü biz kendisinden çok memnun kaldık.

Herkese geçmiş olsun millet!



3 Ekim 2018 Çarşamba

Nereden Gittim Ben Bu Camiye? *

Beş duyu organımdan biri olan koku alma duyum tam işlevini yerine getiremiyor. İyi-kötü hiçbir kokuyu hissetmiyorum. Mutfak tüpü açık kalsa haberim olmaz. Çünkü burnum koku almıyor. 

Burnumun koku almaması iyi mi kötü mü bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, evde tek başına olsam duman veya ateşi görmediğim müddetçe evin yandığından haberim olmaz. Bu, işin kötü yönü! Bir de iyi yönü var: Çoğu kimse bir koku hissettikleri zaman "Etraf ne pis kokuyor" der ve burunlarını tıkarlar. Benim böyle bir derdim yok. İs kokusu geliyormuş, çöp pis kokuyormuş, çorap kokusu varmış. Hiç umurumda olmaz. Yanımdakiler "Sana gelmiyor mu koku" dediklerinde bir doktora gitsem iyi olacak derim. Sonradan da vazgeçerim. Şükür öldürücü bir hastalık değil. Ama bugün burnumun koku almamasından memnun oldum. Şükür ki burnum koku almıyor dedim. Yoksa işim vardı, ağrımaz başımı sürekli ağrıtacaktım.

Nereden gittiysem bugün öğle namazını cemaatle kılmak için camiye gittim. Sünneti kıldım. Kametle beraber farz için en önde saf tuttuk. Tekbiri aldık, imama uyduk. Sol yanıma biri geldi. Gelmesiyle beraber bir koku gelmeye başladı. Ne oluyor? Yoksa burnum koku mu almaya başladı, iyileştim galiba dedim. Ardından annah dedim Konyalı tabiriyle. Çünkü durulacak gibi değildi. Gelen koku sarımsak kokusuydu. Ölür müsün, öldürür müsün? Namazı bozup arka tarafa geçmeyi düşündüm. Bu sefer namazı ifsat etmiş olacaktım. Ha gayret imam! Ne olursun biraz hızlı kıldır şu namazı dedim. Nerde? Zira imam rahattı. Nasılsa sağında, solunda kimse yoktu. Namazı bozmadım ama anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. Nefes almadan dursam belki koku gelmez dedim. Nafile! Ben rahatsız oldukça üstüme üstüme geldi maalesef koku. Namazı kıldım ama namaz mı kıldım, yoksa yanımdaki adamı mı düşündüm bilemedim. Herhalde kuruldu kurulalı dünya böyle eziyet görmemiştir. Ne çektiğimi bir ben bilirim bir Allah.

Yanımda namaz kılanın benim rahatsızlığımdan haberi olmadı. Tahiyyatı da benim duyacağım şekilde okuduğuna göre rahattı üstelik. Her zaman cemaate gelir mi bilmem bu 30'lu yaşlardaki adam. Belki de benim namazımı ifsat etmek veya sabrımı ölçmek için özellikle katıldı cemaate. Yanında ara sıra kucağına oturan ana kuzusu çocuğu olduğuna göre bu muhitin insanı olmalı bu arkadaş.

Camiye çocuğuyla beraber gelip samimi bir şekilde namazını kılan bu kişi, keşke cemaate katılmayı düşünmeden önce peygamberimizin "Kim şu sebzeden yani sarımsaktan yerse kokusu gidinceye kadar sakın mescitlerimize yaklaşmasın” sözünü okumuş, hayatına tatbik etmiş olsaydı ve camiye gelmeseydi. Bu durumda cemaat sevabı alamadım diye üzülmesine gerek yoktu. Belki de böyle durumda camiye gelmeyerek sevap bile kazanabilirdi. Çünkü peygamberimizin sakındırmasına uymuş ve insanları rahatsız etmemiş olacaktı.

Burnu koku almayan ben, burnumun direği kırılacak şekilde sarımsak kokusundan rahatsız olduğuma göre bu kokudan camideki diğer cemaat de nasibini almış olmalı. Yine “Burnum hiçbir koku almıyor, işlevini yitirdi” diye düşündüğün koku alma duyu organım tam fonksiyonunu yitirmemiş. Sarımsak kokusunu görünce benim burun yelkenleri indirdi ve pes etti örnekte gördüğünüz gibi.

Şimdi ben az da olsa burnumun bazı kokuları özellikle sarımsak kokusunu aldığına sevineyim mi, üzüleyim mi?

* 05/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Bir İşi Sponsor Vasıtasıyla mı Yapmak İstiyorsun? ***


Zaman zaman kamu kurum ve kuruluşları bir etkinlik veya organizasyon yapacakları zaman işin mali boyutunu çekmesi için bir sponsor arayışına girer. Faaliyetlerinin masrafını sponsorlar üstlenir. Sponsorların hepsi tekdüze değildir. Kimi Allah rızası için destek verir, kimi reklam ve tanıtım için yapar bunu, kimi kaşıkla verir; kepçeyle alırım sonra diye düşünür, kimi hava atmak ve caka satmak için sponsor olur. Kimsenin niçin sponsor olduğunu bilemeyiz. Çünkü kimsenin kalbini yarıp bakamayız. Ben size bir zamanlar çalıştığım bir okulda okuluma sponsor olmak isteyen birini anlatmak istiyorum.

Yıllardır öğretmenlik yaptıktan sonra bir okula müdür olarak atandım. Okulun kendisine ait bir binası yok. Bir başka okulun ek binasında eğitim ve öğretim yapıyor. Okulun yakıt ödeneği yeterli değil, fotokopi makinesi evlere şenlik. Kağıt, toner ona göre. Bina dersen zaten yeterli değil. Böyle bir okulun ilk bir iki ayında okula gelen, çarşıda gören herkes ve odama gelen öğrenci "Pilavı ne zaman vereceksiniz" dedi durdu. Ne pilavı dedim. "Sizin okulun geleneksel pilavı olur her yıl" dediler. Okulumda öğretmenlik yapmakta olan sabık müdüre "Hocam bu ne iş" dedim. Bana "Hocam biz geçen yıl geleneksel pilav günü başlattık" dedi. Kime veriyorsunuz bu yemeği dedim. Öğrenciler, mezunlar, protokol, okul müdürleri vs dedi. Parayı nasıl karşılıyoruz dedim. Sponsor buluyoruz dedi. Sayın hocam! İyi, güzel de! Doğru dürüst yakıt ödeneğimiz yok, okulun kırtasiye ihtiyacını karşılayamıyoruz. Paramız olsa okula harcarız. Keşke hiç başlatmasaydın. Sonra bize kim sponsor olur dedim. Buluruz dedi sessizce. Yemek yok mu bu sene diyenlere yok dedim. İlçe milli eğitim müdürü de "Hocam verseniz iyi olur" dedi. O zaman bu sene veririm, bir daha da vermem dedim. 

Sponsor olarak kime gideriz derken eski müdüre, çevreyi siz tanıyorsunuz, hocam! Beraber bakalım dedim. Olur dedi. 

Biz yemeğin tarihini ve sponsoru düşünürken ilçe kaymakamı öğrencileri kitap okumaya teşvik etmek amacıyla okullara biner lira yardım etti. İstediğiniz her kitabı alın, yeter ki çocuklar okusun dedi. Kitap almaları için üç kişilik bir komisyon kurdum. Onlara önce alacağınız kitapları tespit edin, sonra çok farklı kitap evlerinden teklif alın dedim. Sağ olsunlar kitap listesi hazırlayıp değişik kitap evlerinden teklif almışlar. 

Odama bir gün bir öğretmenimle birlikte ilçede kitap kırtasiye işiyle uğraşan bir esnaf geldi. Kitap ihalesini bana ver dedi. Senden teklif aldı mı komisyon dedim. Evet dedi. En uygun teklifi verdiysen sende kalır dedim. Ardından kitap ihalesini bana verirsen mezunlar adına vereceğin Konya pilavının sponsoru olayım dedi. Beyefendi kitap için kullanacağımız para 1000 lira. Yemeğimiz 850 liraya mal olacak. Bu durumda nasıl sponsor olacaksın dedim. Olsun ayarlarız dedi. Kitap komisyonunu çağırdım. Hocam ihaleye teklif verenler ne durumda dedim. En düşük teklif veren x kitap evi 700 lira teklif verdi dedi. Sponsor olacak arkadaşa döndüm. Sen kaç lira teklif verdin dedim. 750 lira verdim dedi. Bak kardeşim, benim sponsora ihtiyacım var. Ama şimdi onun sırası değil. Teklifini en uygun teklif verenin seviyesi olan 700'e  indir, ihale sende kalsın dedim. İnemem. Ben yapacağımı yaptım, zarar ederim dedi. Arkadaş, zarar ederim diye elli lirayı indiremiyorsun. Tekrar soruyorum benim 850 liraya mal olacak pilavımın altından nasıl kalkacaksın dedim. Ayarlarız, yeter ki sen tamam de, dedi. O zaman sen bana fazla kitap vermeyeceksin. Üç kiralık kitabı bana 10 liraya vereceksin dedim. Baktı ki olmayacak, çekip gitti.

Ayağımıza kadar gelen sponsoru yani nimeti kaçırdıktan eski müdürümle beraber sponsor arayışına girdik. Şükür sahavet ehli bir hayırsever iş adamını bulduk. Yılsonu yemeğimizi verdik. Okulumuz adına yaptıklarından dolayı teşekkür etmek için bir plaket yaptırarak sponsorumuzun kapısını çaldık. "Buna gerek yoktu hocam" dedi hayırsever. Kendisiyle başka da görüşmemiz olmadı. Okulumuzun herhangi bir ihalesine girmedi, kendisiyle para-pul alaveremiz olmadı. Kesesine bereket, geçmişlerine rahmet!

Gördüğünüz gibi sponsor konusunda tecrübeliyim. Herhangi bir konuda sponsor arayışına girerseniz bulma ihtimalim yüksek. Ama bulduğum sponsor sizden ne ister, size neye mal olur bilemem. Bana pahalıya gelmeyecek bir sponsor lazım derseniz bulursunuz ama bunun için birkaç fırın ekmek yemeniz gerekecek.

*** 09/10/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.


2 Ekim 2018 Salı

Onurundan Hiç Ödün Vermeyen Bir Fakir

-Şaban Hen-
2005-2006 öğretim yılında Sarayönü Anadolu Lisesinde görev yaparken Van'ın Özalp ilçesinden okulumuzu kazanan Şaban isimli bir öğrenci de vardı. Kayıt yaptırmak için geleceğini telefonla söyledi. Ta Van'dan buraya gelip okuyacaksınız. Sizin için zor bir durum. Bence kayıt yaptırmasanız iyi olur. Tatillerde memlekete gidip gelme ve burada kalma sorunu yaşarsınız dedim.

Süresi içerisinde kayıt yaptırmaya geldi Şaban. Telefonda söylediğim durumu, yüzüne de söyledim. Buna rağmen yine kayıt yaptırdı.

Kalacak yer için legal olan bir cemaat yurdu ile görüştüm. "Bu çocuğun kimi, kimsesi yok, azimli bir çocuğa benziyor, maddi durumu iyi değil. Sizin yurdunuzda ücretsiz kalsın, dedim. Kabul ettiler. Ardından bu çocuk buraya ta Van’dan okumaya geldi. Okul dersleri zaten ağır, bu çocuğa cemaate ait iş yüklemeyin, eline teneke verip yardım toplamaya falan götürmeyin dedim. Tamam dediler.

Okullar açıldı. Akranlarına göre boyu uzundu. Vücutça biraz irice olan Şaban olgun tavrı, sorumluluğu ve çalışkanlığıyla kısa zamanda sınıfın en sevilen öğrencisi oldu. Sınıf onu sınıf başkanı seçti.

Sınıf defterini getirip götürdükçe halini hatırını, derslerini, yurt durumunu, ihtiyacı olup olmadığını sordum. Hiç talepte bulunmadı ve sızlanmadı. Saygıda kusur etmediği gibi hep memnuniyetini ifade etti.

Giyim-kuşamı ve giydiği ayakkabısı Serap adında Müzik öğretmenimizin dikkatini çekmiş, gelip bana söyledi, ne yapabiliriz dedi. Hoca hanım, bildiğim kadarıyla Şaban örnek bir öğrenci. Arkadaşları ve öğretmenlerimiz kendisini çok seviyor. Siz gönüllülük esasına dayalı olarak öğretmen arkadaşlardan bir yardım talep etseniz, ilk katkıyı da ben yapayım dedim. Çıkarıp cebimden bir miktar para verdim. Sağ olsun öğretmen arkadaşlar da  katkıda bulunmuşlar. Öğretmene, öğretmenim! Siz çocuğu yanınıza alarak birlikte alışveriş yapın, dedim.

Az sonra öğretmen yanıma tekrar geldi ve "Hocam! Şaban ihtiyacı olmadığını ve gidemeyeceğini söyledi” dedi. Bir gün sonra Şaban'ı yanıma çağırdım. Kendisine "Şaban, Serap Hanım'ın isteğini geri çevirmişsin. Biz bunu senin ihtiyacın olduğu için yapmadık. Öğretmenler hem ders, hem de hal ve hareketleriyle örnek bir öğrenciyi ödüllendirelim istedi. Oy birliğiyle senin ismin zikredildi. Aramızda para toplayarak senin beyefendi kişiliğini ödüllendireceğiz" dedim. Şaban biraz yumuşasa da yine kabul etmedi.

Birinci dönem sona erdi. Sınıfının en yüksek puanı Şaban'ındı. Takdir aldı. 

Tatil dönüşü Şaban iştahlı bir şekilde okula devam ederken bir gün odama geldi. "Müdürüm! Benim için bugüne kadar çok şey yaptın. Ama ben okulu bırakıyorum,  okumayacağım. Amcaoğlumla beraber Adana'da iş bulup çalışacağım, hakkını helal et, sizinle vedalaşmaya geldim, diplomamı da verir misin" dedi, elimi öpmeye yeltendi. Oturttum odama. Niçin bırakmak istediğini öğrenmeye çalıştım. Para sıkıntın mı var dedim, hayır dedi. Kaldığın yurtta bir baskı mı var dedim, hayır dedi. Biriyle bir sorun mu yaşadın dedim, ona da hayır dedi. Olması muhtemel aklıma ne geldiyse sordum. Hepsine hayır dedi. Sen şimdi git, biraz daha düşün. Üstelik ben bir şey yapmadım. Sende hakkım falan yok” dedim. Ertesi günü tekrar odama geldi: “Müdürüm! Düşündüm taşındım, okulu bırakıyorum, hakkını helal et” dedi” tekrar. Şaban! Git öğretmenlerle vedalaş gel, onların sende emeği var” dedim. Odamdan çıktı.

Şaban’ın ardından kaldığı yurdu telefonla arayarak yurt görevlilerini okula çağırdım. “Şaban bizim başarılı bir öğrencimiz, gelecek vadeden bir çocuk. Her gün bir hevesle okula gelen bu çocuk birden okulu bırakmaya karar verdi. Acaba yurdu kaldıramadı mı? Fazla yük mü yüklüyor veya baskı mı yapıyorsunuz” dedim. “Bize bir şey söylemedi, üstelik biz baskı falan yapmıyoruz” dediler.

Bir hafta boyunca her gün odama gelip benden helallik dileyen Şaban’ı ikna etmek için “Bak Şaban! Sende hakkım falan yok. Ama eğer varsa helal etmiyorum. Asla okulu bırakıp gitmeyeceksin, diplomanı da sana veremem. Çünkü 18 yaşından küçüksün, ancak veline verebilirim, dedim. Helallik konusunda benden umduğunu bulamayınca Şaban çekti gitti. Bir daha okula gelmedi.

Kayıt olurken okula verdiği adres bilgilerinden Van-Özalp ilçesindeki evlerinin telefonunu bularak ailesini aradım. Çocuğunuz okulu bıraktı, lütfen okula gelsin, dedim. “Okumak istemiyor Şaban” cevabını aldım. Kayıt esnasında bir vesileyle Özalp’ta kendisiyle ilgilenen bir öğretmenine ulaştım. Öğretmeni, “Bizde şaşırdık okulu bırakmasını” dedi.

Başlangıçta uzak olduğu için kayıt yaptırmasına pek sıcak bakmadığım Şaban’ı efendiliği ve çalışkanlığından dolayı çok sevmiştim. Ama okulunu bitirmesini sağlayamadık. Çok üzüldüm. Kendisine ulaşmaya çalıştım. Nasıl ulaşacaksın ki? Kendisine ulaşabileceğim memleketinin sabit numarası dışında başka bir telefon numarası yoktu.

Yarım dönem bizde okuyan Şaban’ı zaman zaman hatırlarım. Bana onu hatırlatan yönü Şaban’ın efendiliği, yaşından büyük olgunluğu, çalışkanlığı değildi. Fakirdi ama onurlu biri idi. Öyle zannediyorum paraya ihtiyaç duydu. Paraya ihtiyacı olduğu halde kimseye el avuç açmadı, kimseden bir şey istemedi. Ayakkabısı eski olmasına rağmen öğretmenlerinin yaptığı yardımı elinin tersiyle itti. Birden okulu bırakmak istemesinde amcaoğlunun etkisi olduğunu düşünüyorum.

Zaman zaman hatırladığım, kendisini gururla andığım Şaban’ı bana bugün tekrar hatırlatan “Göç, terör vb nedenlerle etkilenen çocuklara yönelik eğitim ve öğretimde yapacaklarımız” ile ilgili bir kursta işlediklerimizdi. Terörden etkilenen bir ailenin durumuyla ilgili bir grup çalışması yaparken nedense aklıma Şaban geldi. Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyordu o zaman Şaban'ın Şimdi ne yapıyor, ne ediyor bilmiyorum. Ama hiç aklımdan çıkmadı Şaban. Okuyamadı ama inşallah iş-güç sahibi olmuştur. Sonradan da olsa okumuştur. Kulakları çınlasın. 

Not: Bu yazıyı yazdıktan sonra acaba bu öğrencimi sosyal medyadan bulabilir miyim deyip aradım. Kendisine ulaştım. Yazdığım bu yazıyı gönderdim bu yazıdaki Şaban mısın diye. Kendisi beni Messenger'den aradı. 2004 yılında babasının vefatıyla birlikte ailesine bakmak için lise 1'de okulu bırakmak zorunda kaldığını, Adana'da bir ev yaptıklarını, ailesini Van'dan yanlarına getirttiğini, nice sonra Sarayönü'ne geldiğini, tasdikname aldığını, onunla açık liseye başvurduğunu, açık liseyi 2 yılda bitirerek üniversite sınavına girdiğini, sağlık alanıyla ilgili bir bölümde okuduğunu, ikinci sınıf olduğunu, evlendiğini, iki çocuğu olduğunu, inşaat işiyle uğraştığını, mermer işi yaptıklarını anlattı. Kendisiyle telefonla da olsa görüşmekten mutlu oldum. Hem kardeşlerinin elinden tutmuş, hem okumaya devam ediyor, hem de çalışmaya devam ediyor. Allah yolunu açık etsin. 


1 Ekim 2018 Pazartesi

"Nesnel Bulgu İhtiyacı"


Almanya ile Türkiye cumhurbaşkanları ikili görüşme yaptıktan sonra düzenledikleri basın toplantısında toplantı ikili diyaloga sahne oluyor. Erdoğan "Aramızda suçluların iadesi anlaşması olmasına rağmen PKK ve FETÖ terör örgütlerine mensup suçluların Almanya tarafından iade edilmediğini" gündeme getiriyor. Merkel ise "Türkiye'nin savlarını ciddiye aldıklarını, PKK'yı terör örgütü kapsamında gördüklerini ama Gülen Hareketinin terör örgütü sayılabilmesi için daha çok bilgiye ihtiyaçlarının olduğunu, bunun için nesnel bulgular gerektiğini" söylüyor.

İkili diyalogda Merkel'in ağzından çıkan "nesnel bulgu" dikkatimi çekti. Kadıncağız Gülen Hareketini terör örgütü olarak görmüyormuş, nesnel bulgu istiyormuş., yani astar istiyor. Merak ediyorum Gülen'i ve ardından gidenleri terör örgütü olarak görmeleri için Gülen ve yandaşlarının daha ne yapması lazım? Merkel'e göre 250 kişiyi öldürmek terör örgütü olmak için yeterli değil mi? Daha kaç kişiyi öldürmesi gerekiyordu bu sinsi örgütün? En iyisi bize terörün ve terör örgütünün bir tanımlamasını yaparlarsa bizi de aydınlatmış olur Merkel ve onun gibi düşünen diğer ülkeler.

Terör örgütünden anladıkları "Dağda yaşar, vur-kaç taktiğiyle öldürür..." şeklinde ise doğrudur FETÖ bir terör örgütü değildir. Çünkü FETÖ dağda yaşamaz, şehir içinde yaşar, okumuş kesimlerden oluşur, devletin her kademesinde görev almıştır. Elinde silahı yoktur. Eğitim, basın, din ve ticaret alanlarında yaptıklarıyla tanınır. 

15 Temmuz darbe teşebbüsünde bu derviş görünümlü örgüt; eline silahı, tankı, uçağı almasa Merkel'in ve dünyanın bu örgütü anlaması zor diyeceğim. Ama canlı yayında atılan bombaları tüm dünya gördü. Darbe başarılı olmayınca bu örgütün beyin takımı bu ülkeyi terki diyar etti. Hepsi ya ABD'ye ya da Avrupa ülkelerine sığındı. Kendilerine sığınanlar terörist olmasa ülkelerini bırakıp niçin kaçsınlar? 15 Temmuz'dan beri bu örgüte mensup suç üstü yakalananların mahkeme tutanaklarında ifadeleri ve itirafları var. Tüm bunlar yeterli bilgi ve nesnel bulgu yerine geçmiyorsa ya Merkel'in ve onun gibi düşünenlerin anlayışında sıkıntı var, ya bu cani örgütün arkasında kendileri var, ya Gülen Hareketinin terör örgütü olduğunu dünyaya  anlatmada ülkemin yetkililerinin anlatma ve onları ikna etme sorunu var, ya da bu örgütün nabza göre şerbet veren, kendini olduğundan farklı gösteren ve herkesi ikna eden bir yönü var.

Gülen ve ardından giden, bugün kaçak durumunda olan, darbeye bilfiil katılmış olan beyin takımının 15 Temmuz itibariyle terör örgütü olduğunu anlayamıyorlarsa bu, anlamak istemedikleri içindir. Bunu da ancak hinliğinden yaparlar. Anlama problemi dışında yukarıda saydığım üç seçeneğin gerçeklik payı yüksektir. Çünkü bu örgütün arkasında tıpkı PKK'da olduğu gibi ABD ve Avrupa ülkeleri var, bu durumu yetkilerimizin doğru dürüst anlatabildiklerini düşünmüyorum. Yine bu örgüt, hin oğlu hindir. Rol yapmayı, sureti haktan görünmeyi iyi beceriyor. Maalesef biz bu örgütün ne menem bir şey olduğunu dışarıya anlatamadığımız gibi kendi içimizdeki birçok insanımıza da yeterince anlatabilmiş değiliz. Gerçi söz anlamak isteyene anlatılır. Adam anlamak istemiyorsa sivrisinek saz, anlamak istemeyene davul zurna az gelir. Ağzınla kuş tutsan da anlatamazsın.

Hasılı ABD ve Avrupa ülkeleri bu örgütü terör örgütü kapsamına alamazlar. Çünkü suç üstü yakalanmış ve kendilerini ele vermiş olurlar. Zira bu örgüt ABD'nin ve Avrupa'nın ta kendisidir. Garip olan bu örgütü bu ülkenin yargısı üç yıldır yargılıyor, cezalar veriyor, ama hala tam çözebilmiş değil. Allah beterinden saklasın. Bizi bir daha böyle belalarla imtihan etmesin.