İmam kardeş! Cuma vaazını canlı ve yüz yüze yapman takdire şâyân, keşke içeriğinde doğru dürüst bir şeyler söyleseydin...Ne demek; "çalışmak ibadet değildir, ibadet olsaydı kafirler sizden daha çok çalışıyor, sabahleyin işe amir korkusu ve ekmek parası için gidiyorsun, bu ibadet değildir. İbadet, 5 vakit namazdır.."demeseydin.
Cemaat eski cemaat değil, aklına geleni söyleme, hiç söyleyecek bir şeyin yoksa ayet okusan olmaz mı?..Bir de bir hafta boyunca okuyacağın hutbeyi bir kaç defa hazmederek okusan da hutbe irad ederken ara ara o kağıttan kafanı kaldırıp cemaate bir baksan. "muhterem müslümanlar" derken de mi kafanı kaldıramazsın. Sonra o hutbeyi kendi kafanda yoğursan olmaz mı? Şiir okumuyorsun kardeş, cemaate hitap ediyorsun, şiir okuyan bile genelde karşıya bakar, elindeki kağıdı şaşırırsam, bakarım diye tutar.
Hutbeyi kendin hazırlasan kıyamet mi kopar? Başkasının hazırladığı hutbeyi Cuma günü herhangi bir okula gidip çıkartıp okumak hazır yiyicilik değil mi? Senin internetten çıkarttığın; noktasına, virgülüne dokunmadan ve başını kaldırmadan okuduğun hutbeyi vatandaş evinde, iş yerinde okusa yeterli olur mu? soruma cevap verirsen sevinirim. 17/10/2014
17 Ekim 2016 Pazartesi
15 Ekim 2016 Cumartesi
Bardağın dolu tarafından bakabilmek
Hayata, olaylara, kişilere, suç ve suçluya hangi açıdan baktığımızdır aslında. Bu bakış açısı, bizim hayata bakış açımızın da göstergesidir. İçte barındırdığımızın bir dışa vurumudur. Aşağıda yazdığım hikaye sanırım ne demek istediğimi daha iyi izah eder:
İki valisinden biri ihtiyaç fazlası olduğu için padişah çalışmaya devam edeceği valiyi test etmek ister. Biri halka kötü muamelesiyle maruf, diğeri ise iyi davranan biri. Hangisiyle çalışmak istediğine dair kendisinin bir kanaati vardır. Fakat yine de onları sınava yani tutmak ister. Kötü çalışanını yanına çağırır ona: "Memleketi gez dolaş, bana iyi olan birini bul getir" emrini verir. Vali, ülkeyi turlar. Dönüşte: "Hünkarım! İnsanlar o kadar kötü ki...ben içlerinde iyi bir insana rastlamadım" deyince padişah: "Sana göre dünyada iyi bir insan var mı? Tamam gidebilirsin" diyerek diğer halka iyi davranan iyi niyetli valiyi çağırır. Ona da: "Memleketi gez, dolaş. Bana kötü bir insan bul gel" diye emir verir. Vali memleketi adım adım dolaşır. Nice sonra huzura çıkar: "Efendim! Tüm ülkeyi gezdim, insanları araştırdım. Kötü olarak görünenlerin kimi aldanmış, kimi aldatılmış, kimi de kurtulmaya çalışıyor. Hasılı ben kötü bir insana rastlamadım." diye açıklama yapar. Sonunda sınavı halka iyi davranan vali kazanır. Valiliğine devam eder. Kendisinden başka herkesi kötü gören vali ile yollarını ayırır padişah.
Hikaye bu. Sanırım çok bir şey söylemeye gerek yok. Fakat ben ne anladığımı söylemesem kahrımdan çatlar ölürüm: Bir insanın kendisi nasılsa karşı tarafı da öyle görür. Hani bir âmâ, diğer âmâ ile üzüm yerken biri diğerine üzümü çifter yeme demiş de, diğer âmâ, arkadaş gözlerin görmüyor, benim üzümü ikişer ikişer yediğimi nereden gördün deyince, ben çifter yiyorum da ondan demiş.
İnsanlara bakarken hep suçlu gözüyle bakacağımıza, hep hatasını bulacağımıza bardağın biraz da dolu tarafından baksak nasıl olur? Kıyamet kopmaz sanırım. Ölmüş bir eşek leşini görenlerin: "Eşek de ne pis kokuyor" diyerek burunlarını tıkadıkları zaman onları gören Hz Muhammed'in: "Bembeyaz dişleri var" sözü sanırım hayata, kişilere olumlu bakabilmeye; bardağa dolu tarafından bakabilmeye bir örnektir. İnsanları eleye eleye, eleştire eleştire bu dünyada tek iyi kendimiz kalırız bu gidişle. Hatasız insan, kusursuz dost, hatasız vatandaş arayan kendi başına kalır. Kimseye de derdini, meramını anlatamaz. İnsan suça meyilli bir şekilde yaratılmış eksik bir varlıktır.
Suç yaratılmış karşılığında panzehiri olarak tövbe ve özür de yaratılmıştır. İlk insan ve ilk peygamber olan Hz Adem "ölümsüz olma" zaafı yüzünden İblis'in iğvasına mağlup olmuştur. Zaafının esiri olmuştur Havva ile birlikte. Kandırıldığını anladığı zaman da ellerini açıp: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmez isen hüsrana uğrayanlardan oluruz" diyerek özür dilemiş, tövbe etmiştir. "Ben ateşten, o ise topraktan yaratıldı" diye mazeret üretip kendini savunan ve isyan eden şeytan gibi, "Bizim ne suçumuz var, bizi Şeytan kandırdı" gibi bir gerekçe ile Rabbinin huzuruna çıkmamışlardır. Kendi kendilerine öz eleştiri yapmışlardır. Hata ve yanlış yapıp özür dilemek de bir erdemdir.
Kişi yaptığı hata ve yanlışından dolayı "Bir daha yapmamaya söz verir, hatasını terk eder, ardından pişmanlık duyar ve zarara uğrattığı kişilerden özür dilerse alın size bir tövbe. Hem de nasuh tövbesi. "99 kişiyi öldüren kimsenin tövbesini Allah'ın bağışladığını anlatır dururuz durmadan. Peki bize ne oluyor ki hata yapanlara bu hakkı vermiyoruz? 15/10/2016
İki valisinden biri ihtiyaç fazlası olduğu için padişah çalışmaya devam edeceği valiyi test etmek ister. Biri halka kötü muamelesiyle maruf, diğeri ise iyi davranan biri. Hangisiyle çalışmak istediğine dair kendisinin bir kanaati vardır. Fakat yine de onları sınava yani tutmak ister. Kötü çalışanını yanına çağırır ona: "Memleketi gez dolaş, bana iyi olan birini bul getir" emrini verir. Vali, ülkeyi turlar. Dönüşte: "Hünkarım! İnsanlar o kadar kötü ki...ben içlerinde iyi bir insana rastlamadım" deyince padişah: "Sana göre dünyada iyi bir insan var mı? Tamam gidebilirsin" diyerek diğer halka iyi davranan iyi niyetli valiyi çağırır. Ona da: "Memleketi gez, dolaş. Bana kötü bir insan bul gel" diye emir verir. Vali memleketi adım adım dolaşır. Nice sonra huzura çıkar: "Efendim! Tüm ülkeyi gezdim, insanları araştırdım. Kötü olarak görünenlerin kimi aldanmış, kimi aldatılmış, kimi de kurtulmaya çalışıyor. Hasılı ben kötü bir insana rastlamadım." diye açıklama yapar. Sonunda sınavı halka iyi davranan vali kazanır. Valiliğine devam eder. Kendisinden başka herkesi kötü gören vali ile yollarını ayırır padişah.
Hikaye bu. Sanırım çok bir şey söylemeye gerek yok. Fakat ben ne anladığımı söylemesem kahrımdan çatlar ölürüm: Bir insanın kendisi nasılsa karşı tarafı da öyle görür. Hani bir âmâ, diğer âmâ ile üzüm yerken biri diğerine üzümü çifter yeme demiş de, diğer âmâ, arkadaş gözlerin görmüyor, benim üzümü ikişer ikişer yediğimi nereden gördün deyince, ben çifter yiyorum da ondan demiş.
İnsanlara bakarken hep suçlu gözüyle bakacağımıza, hep hatasını bulacağımıza bardağın biraz da dolu tarafından baksak nasıl olur? Kıyamet kopmaz sanırım. Ölmüş bir eşek leşini görenlerin: "Eşek de ne pis kokuyor" diyerek burunlarını tıkadıkları zaman onları gören Hz Muhammed'in: "Bembeyaz dişleri var" sözü sanırım hayata, kişilere olumlu bakabilmeye; bardağa dolu tarafından bakabilmeye bir örnektir. İnsanları eleye eleye, eleştire eleştire bu dünyada tek iyi kendimiz kalırız bu gidişle. Hatasız insan, kusursuz dost, hatasız vatandaş arayan kendi başına kalır. Kimseye de derdini, meramını anlatamaz. İnsan suça meyilli bir şekilde yaratılmış eksik bir varlıktır.
Suç yaratılmış karşılığında panzehiri olarak tövbe ve özür de yaratılmıştır. İlk insan ve ilk peygamber olan Hz Adem "ölümsüz olma" zaafı yüzünden İblis'in iğvasına mağlup olmuştur. Zaafının esiri olmuştur Havva ile birlikte. Kandırıldığını anladığı zaman da ellerini açıp: Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmez isen hüsrana uğrayanlardan oluruz" diyerek özür dilemiş, tövbe etmiştir. "Ben ateşten, o ise topraktan yaratıldı" diye mazeret üretip kendini savunan ve isyan eden şeytan gibi, "Bizim ne suçumuz var, bizi Şeytan kandırdı" gibi bir gerekçe ile Rabbinin huzuruna çıkmamışlardır. Kendi kendilerine öz eleştiri yapmışlardır. Hata ve yanlış yapıp özür dilemek de bir erdemdir.
Kişi yaptığı hata ve yanlışından dolayı "Bir daha yapmamaya söz verir, hatasını terk eder, ardından pişmanlık duyar ve zarara uğrattığı kişilerden özür dilerse alın size bir tövbe. Hem de nasuh tövbesi. "99 kişiyi öldüren kimsenin tövbesini Allah'ın bağışladığını anlatır dururuz durmadan. Peki bize ne oluyor ki hata yapanlara bu hakkı vermiyoruz? 15/10/2016
13 Ekim 2016 Perşembe
Gönülleri fethetmenin adı: Hz Muhammed **
63 yıllık kısa ömrünün içerisine mücadeleyle dolu bir ömrü sığdırmış biri idi. Hayatı hep mücadeleyle geçti. Yoruldum biraz dinleneyim diye uzanıp yatmadı dense mübalağa edilmiş olmaz.
Mücadelesinde hep bir nezaket, azim ve gayret var, yumuşak davranma var, kabalığa yer yok hayatında. İnsanları ve düşmanları şirk bataklığından kurtarmak, yakıcı alevde yanmalarının önüne geçmek için didindi durdu hep. Kimsenin kınamasına, küçümsemesine aldırmadı hiç. Ben nasıl yaparım bunca işi tek başıma demedi. Kendisine çizilen yolda dosdoğru yürüdü. "Kavli leyyin" idi onun metodu. Ne zayıflığında sert ve kabalığa baş vurdu, ne de gücü eline geçirdiği zaman. Hiç gizli ajandası olmadı. Örnek bir tipti o: İçi dışına, dışı içine benzeyen.
Kutsal yolculuğuna başlamadan önce herkesin özellikle düşmanlarının güvenini kazandı. Herkesin saygı gösterip değer verdiği bir kimse idi. Kimseden bir beklentisi olmadı. Makam ve mevkide gözü olmadı. Tebliğ görevine çıktığı zaman hep insan kazanma mücadelesi verdi. Kimseyi ötekileştirmedi. Adam adama markaj uyguladı. Kimseye baskı uygulamadı. Hep anlattı onlara. Kah evlerinde, kah panayırlarda, kah Safa Tepesinde, kah Akabe'de, kah Taif'te, kah Daru'l-Erkam'da, kah Kabe'de... Zengin, fakir, mağrur ve mağdur demedi. Herkesin ayağına gitti. Onlara İslam'ı anlattı. Kimseden bir şey istemedi. Sadece inanmalarını istedi. Kimseden umudunu yitirmedi. Hiç inanma ihtimali olmayan, düşmanlığıyla ün yapmış cehaletin babası Ebu Cehil'in, olmaz olası amcası Ebu Lehebin ayağına, küfür ve zulümde ileri giden ileri gelenlerin ayağına bile kaç defa gitti tebliğ etmek için. Hiç kırk yıllık kani olur mu yani demedi. Gitti boş döndü, uygun ortam ve zamanda yine gitti. İnanmazsanız inanmayın yeter ki beni bir dinleyin dedi. İnananlara cennetten başka bir şey va'detmedi. İnanmayana kızıp bağırmadı, küsüp gitmedi, dışlamadı, cezalandırmadı.
Taif'e giderek onlara İslam'ı anlattı, karşılığında bir araba sopa yemesine rağmen onlara asla beddua bile etmedi. Her türlü nifak hareketinin içerisinde yer alan münafıkların lideri Abdullah bin Ubeyy Bin Selül'ü kazanmak için bile didindi durdu hep. Yaptığı savaşlarda karşısında ordu komutanı olan Ebu Süfyan'ı bile kazanmak için Mekke'nin fethi esnasında "Kim Ebu Süfyan'ın evine sığınırsa emniyettedir" bile dedi. İhanet içerisine giren Hatıp bin Ebi Belta'yı cezalandırmadı, hatta "Bedir ashabındandır, ilişmeyin" diyerek yeniden kazanma yoluna gitti. Tebük Seferine katılmayan münafık ve samimi Müslümanlar'ı bile Allah'a havale ederek onları kendi haline bıraktı. Kendi kendilerine hatalarıyla yüzleşmelerine fırsat verdi. Sonunda onları da kazandı.
Hiç özel hayatını yaşamadı dense yeridir. Ne bir köşkü oldu, ne de makam arabası, ne de özel şoförü. Geride kalan kızına dişe dokunur bir miras bile bırakmadı. Dünya için değil ahireti için yaşadı hep.
Kendisine işkence yapanlara, hayatı zindan edenlere, amcasının öldüren Vahşi'ye, onu azmettiren Hint'e hiç kin gütmedi. Mekke'yi fethettiği zaman kendisine ve ashabına kin kusan, zulmedenleri Kabe'de topladı, ceza vermedi. Güçlü iken onları affetti...Yerde ve gökte övülen biri oldu. Övgüye layık olduğunu gösterdi. Hep affederek kazandı... Örnekleri çoğaltabiliriz. Demek istediğim odur ki, ömrünü adam kazanmaya verdi dense yeridir o Kutlu Nebi'nin.
Onun yolundan gittiğini söyleyen bizlere ne oluyor ki bizim gibi düşünmeyen insanları dışlama, yok etme yoluna gidiyoruz. Hiç kazanma diye bir derdimiz yok. Ahirete bırakma gibi niyetimiz yok. Kimseye hatası ve yanlışıyla yüzleşme imkanı verme gibi bir düşüncemiz yok. Ne kadar da kelle avcılığına merakımız varmış meğer. Allah tövbe kapısını hep açık bırakmış. Biz ise özür, tövbeye, hatayla yüzleşmeye tahammülümüz yok. Kellesi vurulsun modundayız nedense. Kimse hataların menşeine, bataklığa inme, bataklığı kurutma mücadelesini esas almıyor. Bilerek ya da bilmeyerek bataklığa düşmüş, ya da girmiş insanları yok etme hevesini taşıyoruz. Öyle bir heves ki hiç eksilmiyor maalesef. Kimi hataları baştan görür, kimi ortasında, kimi de en son bir musibetle görür. Herkes aynı değildir bir defa. Art niyetli ele başlarını yakalayıp ceza vermekten ziyade kanmış, kandırılmış piyonların peşindeyiz hep.
Sorgulamıyoruz nedense. Bir konuda milletin ekseriyeti şu ya da bu şekilde hata yapmışsa bunun nedenleri nelerdir, bir daha böyle yanlışlar olmaması için ne gibi tedbirler alınmalı gibi sorulara kafa yormuyoruz.
Hata yapıp hatasıyla yüzleşen, hata yapma riski olan insanları ötekileştirmeden kazanmak için nebevi metodu uygulamanın zamanı geldi, geçiyor bile. 13/10/2016
** 24/10/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.
Mücadelesinde hep bir nezaket, azim ve gayret var, yumuşak davranma var, kabalığa yer yok hayatında. İnsanları ve düşmanları şirk bataklığından kurtarmak, yakıcı alevde yanmalarının önüne geçmek için didindi durdu hep. Kimsenin kınamasına, küçümsemesine aldırmadı hiç. Ben nasıl yaparım bunca işi tek başıma demedi. Kendisine çizilen yolda dosdoğru yürüdü. "Kavli leyyin" idi onun metodu. Ne zayıflığında sert ve kabalığa baş vurdu, ne de gücü eline geçirdiği zaman. Hiç gizli ajandası olmadı. Örnek bir tipti o: İçi dışına, dışı içine benzeyen.
Kutsal yolculuğuna başlamadan önce herkesin özellikle düşmanlarının güvenini kazandı. Herkesin saygı gösterip değer verdiği bir kimse idi. Kimseden bir beklentisi olmadı. Makam ve mevkide gözü olmadı. Tebliğ görevine çıktığı zaman hep insan kazanma mücadelesi verdi. Kimseyi ötekileştirmedi. Adam adama markaj uyguladı. Kimseye baskı uygulamadı. Hep anlattı onlara. Kah evlerinde, kah panayırlarda, kah Safa Tepesinde, kah Akabe'de, kah Taif'te, kah Daru'l-Erkam'da, kah Kabe'de... Zengin, fakir, mağrur ve mağdur demedi. Herkesin ayağına gitti. Onlara İslam'ı anlattı. Kimseden bir şey istemedi. Sadece inanmalarını istedi. Kimseden umudunu yitirmedi. Hiç inanma ihtimali olmayan, düşmanlığıyla ün yapmış cehaletin babası Ebu Cehil'in, olmaz olası amcası Ebu Lehebin ayağına, küfür ve zulümde ileri giden ileri gelenlerin ayağına bile kaç defa gitti tebliğ etmek için. Hiç kırk yıllık kani olur mu yani demedi. Gitti boş döndü, uygun ortam ve zamanda yine gitti. İnanmazsanız inanmayın yeter ki beni bir dinleyin dedi. İnananlara cennetten başka bir şey va'detmedi. İnanmayana kızıp bağırmadı, küsüp gitmedi, dışlamadı, cezalandırmadı.
Taif'e giderek onlara İslam'ı anlattı, karşılığında bir araba sopa yemesine rağmen onlara asla beddua bile etmedi. Her türlü nifak hareketinin içerisinde yer alan münafıkların lideri Abdullah bin Ubeyy Bin Selül'ü kazanmak için bile didindi durdu hep. Yaptığı savaşlarda karşısında ordu komutanı olan Ebu Süfyan'ı bile kazanmak için Mekke'nin fethi esnasında "Kim Ebu Süfyan'ın evine sığınırsa emniyettedir" bile dedi. İhanet içerisine giren Hatıp bin Ebi Belta'yı cezalandırmadı, hatta "Bedir ashabındandır, ilişmeyin" diyerek yeniden kazanma yoluna gitti. Tebük Seferine katılmayan münafık ve samimi Müslümanlar'ı bile Allah'a havale ederek onları kendi haline bıraktı. Kendi kendilerine hatalarıyla yüzleşmelerine fırsat verdi. Sonunda onları da kazandı.
Hiç özel hayatını yaşamadı dense yeridir. Ne bir köşkü oldu, ne de makam arabası, ne de özel şoförü. Geride kalan kızına dişe dokunur bir miras bile bırakmadı. Dünya için değil ahireti için yaşadı hep.
Kendisine işkence yapanlara, hayatı zindan edenlere, amcasının öldüren Vahşi'ye, onu azmettiren Hint'e hiç kin gütmedi. Mekke'yi fethettiği zaman kendisine ve ashabına kin kusan, zulmedenleri Kabe'de topladı, ceza vermedi. Güçlü iken onları affetti...Yerde ve gökte övülen biri oldu. Övgüye layık olduğunu gösterdi. Hep affederek kazandı... Örnekleri çoğaltabiliriz. Demek istediğim odur ki, ömrünü adam kazanmaya verdi dense yeridir o Kutlu Nebi'nin.
Onun yolundan gittiğini söyleyen bizlere ne oluyor ki bizim gibi düşünmeyen insanları dışlama, yok etme yoluna gidiyoruz. Hiç kazanma diye bir derdimiz yok. Ahirete bırakma gibi niyetimiz yok. Kimseye hatası ve yanlışıyla yüzleşme imkanı verme gibi bir düşüncemiz yok. Ne kadar da kelle avcılığına merakımız varmış meğer. Allah tövbe kapısını hep açık bırakmış. Biz ise özür, tövbeye, hatayla yüzleşmeye tahammülümüz yok. Kellesi vurulsun modundayız nedense. Kimse hataların menşeine, bataklığa inme, bataklığı kurutma mücadelesini esas almıyor. Bilerek ya da bilmeyerek bataklığa düşmüş, ya da girmiş insanları yok etme hevesini taşıyoruz. Öyle bir heves ki hiç eksilmiyor maalesef. Kimi hataları baştan görür, kimi ortasında, kimi de en son bir musibetle görür. Herkes aynı değildir bir defa. Art niyetli ele başlarını yakalayıp ceza vermekten ziyade kanmış, kandırılmış piyonların peşindeyiz hep.
Sorgulamıyoruz nedense. Bir konuda milletin ekseriyeti şu ya da bu şekilde hata yapmışsa bunun nedenleri nelerdir, bir daha böyle yanlışlar olmaması için ne gibi tedbirler alınmalı gibi sorulara kafa yormuyoruz.
Hata yapıp hatasıyla yüzleşen, hata yapma riski olan insanları ötekileştirmeden kazanmak için nebevi metodu uygulamanın zamanı geldi, geçiyor bile. 13/10/2016
** 24/10/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.
Farklı bir miras paylaşımı
Ey oğul! Sana altın bir kural daha hatırlatmak isterim: Mevcut menkul ve gayr-i menkulden daha fazla pay almak istiyorsan sana güvenen ağabeylerini miras dışına it ki, çok mala sahip olasın. Hepsini kendin alma, bir kısmını da sus payı olarak seni seven, sayan, sözünden çıkmayan kardeşlerine ver. Diğer kardeşlerin biraz homurdanır, kızar, küserler ama bir müddet sonra hayatın gerçekliğini kabullenir ve alışırlar. Güç, kuvvet ve şöhret elinde olur, itibar sahibi olursun bu dünyada.
Şimdilik ahireti pek düşünme, bir ara Hacca gidersin olur biter. Ha bir de mirastan mahrum ettiğin kardeşlerin için de niçin mirastan mahrum ettiğine dair gerekçeler hazırlarsan objektifliğini kaybetmezsin ve kendini ikna edersin, etrafındakileri de ikna ettim diye sevinirsin. Haydi göreyim seni...
Unutma, başarıdaki tek kriter kazanmaktır, hep kazanmak istiyorsan miras kazanma kurallarını hep sen koy. Kardeşlerini de tamamen unutma, onlara da hamaliye gibi işler ver, ne de olsa siz kardeşsiniz. 13/10/2014
Şimdilik ahireti pek düşünme, bir ara Hacca gidersin olur biter. Ha bir de mirastan mahrum ettiğin kardeşlerin için de niçin mirastan mahrum ettiğine dair gerekçeler hazırlarsan objektifliğini kaybetmezsin ve kendini ikna edersin, etrafındakileri de ikna ettim diye sevinirsin. Haydi göreyim seni...
Unutma, başarıdaki tek kriter kazanmaktır, hep kazanmak istiyorsan miras kazanma kurallarını hep sen koy. Kardeşlerini de tamamen unutma, onlara da hamaliye gibi işler ver, ne de olsa siz kardeşsiniz. 13/10/2014
12 Ekim 2016 Çarşamba
"Ben ders anlatmıyorum...vicdanım da rahat"
Sabah ilk dersin teneffüsünde öğretmenler odasına girdi. Hemen bir sigara yaktı. Ardından konuşmaya başladı: Müdür dersime girdi. Bereket dünden haberim var idi, derse hazırlıklı gittim, günlük planımı da hazırlamıştım.
Müdür dersimi biraz dinledikten sonra dersin ortasında sınıftan ayrıldı. Müdür gittikten sonra öğrenciler: Hocam keşke her zaman müdür dersimize girseydi, dediler. Niye dediğimde, ilk defa ders anlatıyorsunuz da ondan girsin dedik dediler. Aslında çocuklar doğru söylüyorlar. Ben ders anlatmıyorum. Sınıfta oturup oturup zil çalınca çıkıp gidiyorum dedi.
Böylesi bir durumla ilk defa karşılaşmıştım. Hocam, niye anlatmıyorsun, gerçek mi söylüyorsun, dediğimde: Evet, doğru söylüyorum, dedi. Vicdanın rahat mı hocam diyecektim ki ağzımdan aldı. "Vicdanım da rahat, öğretmenliğe başladığımın ilk iki yılında ders anlattım. Bir gün annem bana, oğlum ben seni öğretmen olasın diye mi okuttum? Sana emzirdiğim sütümü helal etmiyorum, dedi. O gündür, bugündür anlatmıyorum artık. Kimse kusura bakmasın. Ben bu kadar maaşa anlatmam arkadaş, dedi. Hocam seni öğretmenlik yapacaksın diye zorlayan mı var. Niye ayrılmayı düşünmüyorsun dedim. Ne iş yapacağım ki dedi. Peki maaşın ne kadar olursa ders işlersin dediğimde bir rakam söyledi ama ne yalan söyleyeyim, dediği rakam aklımda kalmadı. Çünkü nereden bakarsan 20 yıl oldu, bu olay geçeli. Sayın hocam, iyi maaş biraz görecelidir, maaşımız ne kadar artırılırsa artırılsın, bir defa toplum olarak biz, kazancımızdan fazla harcıyoruz. Yani hep borçlanıyoruz. Dediğin rakam verilse biz bir iki ay iyi maaş alıyoruz, bundan sonra rahatladık deriz. Sonra çıtayı yükselterek menkul ve gayri menkul alarak bütçemizi zorlarız, borçlanırız. Bir müddet sonra o maaş da bizim için yeterli olmaz. Çalıştığımız görevi yapacak yüzlerce kişi var. Hiç birimiz bulunmaz Hint Kumaşı değiliz. Evet, maaşımız istenilen miktarda olmayabilir.
Maaşımızı değerlendirirken bizden düşük alanların durumuna bakarsak daha rahat ederiz. Aldığımıza şükretmek lazım. Bu ülkede asgari ücretlilere göre aldığımız maaş yabana atılır cinsten değildir. Biz ayağımızı yorganımıza göre uzatmazsak hiç bir maaş yetmez bize. Üstelik sizin eşiniz de çalışıyor, evinize çift maaş giriyor, ya bir de eşi çalışmayan tek maaşlılar ne yapacak bu durumda dediğimde, kim ne derse desin, ben ders anlatmam arkadaş sözünü yineledi. Savunması ve konuşması garibime gitti. Yaptığım doğru değil dese yine anlamaya çalışacağım. Üstelik ben sormadan vicdanım da rahat demesi sözü ağzıma tıktı neredeyse. Kendi kendime dedim. Bırakın bu arkadaşın öğretmen olarak okula ve sınıflara alınması. Veli olsa okulun kapısından içeri almam dedim ve yanından ayrıldım.
İşte bu da kendini ve vicdanını baskı altına alıp ikna etmiş kendi içinde bir idealist kişi. Böylesi numune inşallah tektir ülkemde. Benim de bahtiyarlığım burada işte. Rabbim böylesi cinsin cinsiyle tanışma ve aynı okulda çalışma imkanı bahşetti bana. 12/10/2016
Müdür dersimi biraz dinledikten sonra dersin ortasında sınıftan ayrıldı. Müdür gittikten sonra öğrenciler: Hocam keşke her zaman müdür dersimize girseydi, dediler. Niye dediğimde, ilk defa ders anlatıyorsunuz da ondan girsin dedik dediler. Aslında çocuklar doğru söylüyorlar. Ben ders anlatmıyorum. Sınıfta oturup oturup zil çalınca çıkıp gidiyorum dedi.
Böylesi bir durumla ilk defa karşılaşmıştım. Hocam, niye anlatmıyorsun, gerçek mi söylüyorsun, dediğimde: Evet, doğru söylüyorum, dedi. Vicdanın rahat mı hocam diyecektim ki ağzımdan aldı. "Vicdanım da rahat, öğretmenliğe başladığımın ilk iki yılında ders anlattım. Bir gün annem bana, oğlum ben seni öğretmen olasın diye mi okuttum? Sana emzirdiğim sütümü helal etmiyorum, dedi. O gündür, bugündür anlatmıyorum artık. Kimse kusura bakmasın. Ben bu kadar maaşa anlatmam arkadaş, dedi. Hocam seni öğretmenlik yapacaksın diye zorlayan mı var. Niye ayrılmayı düşünmüyorsun dedim. Ne iş yapacağım ki dedi. Peki maaşın ne kadar olursa ders işlersin dediğimde bir rakam söyledi ama ne yalan söyleyeyim, dediği rakam aklımda kalmadı. Çünkü nereden bakarsan 20 yıl oldu, bu olay geçeli. Sayın hocam, iyi maaş biraz görecelidir, maaşımız ne kadar artırılırsa artırılsın, bir defa toplum olarak biz, kazancımızdan fazla harcıyoruz. Yani hep borçlanıyoruz. Dediğin rakam verilse biz bir iki ay iyi maaş alıyoruz, bundan sonra rahatladık deriz. Sonra çıtayı yükselterek menkul ve gayri menkul alarak bütçemizi zorlarız, borçlanırız. Bir müddet sonra o maaş da bizim için yeterli olmaz. Çalıştığımız görevi yapacak yüzlerce kişi var. Hiç birimiz bulunmaz Hint Kumaşı değiliz. Evet, maaşımız istenilen miktarda olmayabilir.
Maaşımızı değerlendirirken bizden düşük alanların durumuna bakarsak daha rahat ederiz. Aldığımıza şükretmek lazım. Bu ülkede asgari ücretlilere göre aldığımız maaş yabana atılır cinsten değildir. Biz ayağımızı yorganımıza göre uzatmazsak hiç bir maaş yetmez bize. Üstelik sizin eşiniz de çalışıyor, evinize çift maaş giriyor, ya bir de eşi çalışmayan tek maaşlılar ne yapacak bu durumda dediğimde, kim ne derse desin, ben ders anlatmam arkadaş sözünü yineledi. Savunması ve konuşması garibime gitti. Yaptığım doğru değil dese yine anlamaya çalışacağım. Üstelik ben sormadan vicdanım da rahat demesi sözü ağzıma tıktı neredeyse. Kendi kendime dedim. Bırakın bu arkadaşın öğretmen olarak okula ve sınıflara alınması. Veli olsa okulun kapısından içeri almam dedim ve yanından ayrıldım.
İşte bu da kendini ve vicdanını baskı altına alıp ikna etmiş kendi içinde bir idealist kişi. Böylesi numune inşallah tektir ülkemde. Benim de bahtiyarlığım burada işte. Rabbim böylesi cinsin cinsiyle tanışma ve aynı okulda çalışma imkanı bahşetti bana. 12/10/2016
Erkeklerin "gün" ile imtihanı
Bugün size bazıları için çok önemli bir günden bahsetmek istiyorum. Bilin bakalım hangi günden bahsedeceğim? Belirli gün ve haftalardan mı? Haftanın belli bir gününden mi, özellikle çalışanların sendrom yaşadığı pazartesi gününden mi? Değil efendim! Doğum, ölüm, evlilik yıl dönümü mü? Maalesef değil. Tatil günü mü? Mübarek bir gece mi? Hiç biri değil efendim! Bilemediniz.
Erkeklerin imtihanı olan bir gün bu? Haydi zorlayın biraz kendinizi. Anlaşılan bulamadınız bu günü. Daha fazla uğraştırmayayım sizi. Kadınların gündüz oturmalarından bahsetmek istiyorum. Hani öğleden sonraları aralarında oturmaları var ya. İşte benim kastettiğim gün bu. Tabii gün erkeklerin olmayınca ilk etapta aklınıza gelmesi mümkün değil. Ama küçümsemeyin bu günü. Bu gün kadınlar için özellikle çalışmayan ev hanımları için vazgeçilmezdir. Onlar oturur, evin erkeği saç-baş yolar eğer uygun bir yer bulabilirse...
Eskiden TV'nin çok yaygın olmadığı dönemlerde Anadolu'nun bir çok yerinde uzun kış akşamlarında baranalar olurdu erkeklerin oturduğu. Şimdilerde TV ve internet ortaya çıkınca erkeklerin bu oturması pek kalmadı. Kadınların oturması ise erkeklerin akşam oturmasının gündüz varyantı yani.
Şimdi anlaşıldı sanırım hangi günü kastettiğim. Mesele gün ise sıra iledir bir defa. Güne katılan kadınların evlerine sıra ile gidilir. Son bahar ile başlanır oturmaya, yaza kadar devam eder. Oturma öğleden sonra başlar. Genellikle yaz aylarında ara verilir. Oturmanın olacağı evde ev temizliği yapılır günler öncesinden. Ardından çayın yanında ikram edilecek nevale için hummalı bir hazırlık yapılır o gün erkenden. O gün gelip çatınca evde olan erkekler kendine bir yer bulmak zorunda. İşi olsa da olmasa da o gün evde erkek sinek bile barındırılmaz. Eğer işe gitmişse iş çıkışı bir yerlerde oyalanmalı ki, kadınlar rahat edebilsin. Erkeğin eve dönüşü kadınların gidişine bağlıdır. İş çıkışı şurası senin, burası benim dolaşan erkek, yorgun-argın eve gelir. Evde yine bir hazırlık ki deme gitsin. Bu sefer misafir sonrası ev temizliği yapılır. Akşam yenecek yemek her halükarda zamanında yenmez. Çünkü mutfaktaki misafir tabaklarının yerleştirilmesi gerekir. Önüne konacak yemek ise eğer sabahtan hazırlanmamışsa bugünler için fazladan yapılmış dünden kalan yemek ısıtılır önüne konur, ya da misafirden arta kalan pasta, kek vb şeylerle geçiştirirsin. Evin hanımının oturmasına gerek yoktur. Çünkü o, az önce uğurladığı misafirleriyle beraber karnını doyurmuştur. Yemeği sen kendi başına yemek zorundasın bugün. Eşin gitmişse eğer güne, yine tek başına oturmalısın sofraya. Bereket her gün, gün yapmıyorlar. Biraz insaflılar. Haftada bir yapılıyor. Ya her gün, gün yapsalar ne yapacaktı erkekler! Duruma bir de bu açıdan yani bardağın dolu tarafından bakmak gerekir, öyle değil mi? Eğer eşinizin birden fazla katıldığı gün var ise o zaman yatıp ağlayacaksın, kalkıp ağlayacaksın. Ya bir de bu günler paralı ise, senden çıkan para da sana gelmez bilesin.
Mübarekler! kafaya koydunuz, haydi oturacaksınız. Bari erken oturmaya başlayıp erken kalksanız ne olur? Uzun yaz günlerini tatil ile geçirip de kışın kısa günlerinde gün düzenlemek de neyin nesi? Ya bir de güne gelenin evi uzaksa, bir de bu muhtereme araba sürmeyi bilmiyorsa; eşi ya onu önce bırakacak, sonra götürmek için tekrar gelecek, ya da dolmuş, otobüse binecek. Herkesin iş çıkışı bunlar da gezmeden gelecekler. O vakitte toplu taşıma araçlarının kendi kalabalığı kendine yeterken bir de bu günden kaynaklanan kamberler ekleniyor. Kazara evin erkeği nerede kaldın dese anlatacaklarını dinlemen için dünden kalan yemeği, ya da arta kalan pastaları yemeye de vaktin olmaz zaten.
En iyisi onlar gitmeye devam edip felekten bir gün daha çalsınlar. Sen de eğer vakit geçirebilirsen acı-zulüm bir gün geçir. Ne diyelim, bütün derdimiz bu günler gibi olsun. Allah başka dert ve keder vermesin.
Çözüm ne o zaman? Ya erkekler de böyle bir gün düzenleyecek, ya bu duruma gönüllü tahammül gösterecek, ya da kaderim kaderim diye sayıklayıp duracak.
Bereket sizde böyle bir durum yok. Ne kadar şanslısınız... 12/10/2016
11 Ekim 2016 Salı
"Ben kendimi bildim bileli okuyorsun, ne bitmez okulmuş bu!"
Yeni tanıştığım veya uzun süre görüşmediğim biriyle karşılaşınca hoş-beşten sonra "Çalışın mı daha" sorusuyla karşılaşırım zaman zaman. Daha 25.yılımı çalışıyorum deyince bir hizmet yılıma bir de bana bakıyor. Şaşkınlığı zaten gözünden okunuyor. Çünkü ben 25.yılı çalışırken akranlarım 30.yılı çalışıyorlar.
Böylelerinin şaşkınlıklarına şaşırıyor değilim. Çünkü ben de bir kendime, bir de hizmet yılıma bakıyorum. Bir anormallik seziyorum. gelin bir hesap kitap yapalım da bu anormalliği tespit edelim.
Beni günü gününe yazdırdığını söyleyen babam eğer yılı yılına doğru yazdırmışsa o zaman ben 9 yaşına girdikten 3 ay sonra ilkokul birinci sınıfa başlamışım. Hatta benim elimden tutarak ilk okula götüren kişi bir yıl önce okula başlayıp sınıfta kalan bir kişi idi. Hüviyetine baktığım zaman bu kişi benden bir yaş küçük. 76 yılında okul bittikten sonra 3 yıl Kur'an Kursuna devam ettim.
Orta birinci sınıfa kayıt olup başladığımda ise 16 yaşını bitirip 17'den yine 3 ay gün almıştım. Yani milletin lise bitirdiği çağda ben yeni ortaokullu olmuştum. Orta bire başlayacağımın yazında bir kursta Kur'an eğitimi almak için kursun yatılı yurduna gittim. Bana: "Gel ağabey, ben aşağıya geçeyim, sen üste çık" diye üst ranzasını veren öğrenci ile üç ay sonra aynı sınıfta karşılaşınca "Abi! Sen bu sınıfta mısın, ben seni son sınıf sanıyordum" demesinden de anlaşılıyordu zaten.
Ortaokulu bitirip lise birinci sınıfa başladığım zaman bu arada askerlik görevim de gelmişti zaten. Yaşım tamam büyüktü ama bunu kimseye duyurmamalıydım... Çok geçmedi sınıfımıza müdür yardımcımız bir konuyu izah etmek için geldi. Konuşmasının arasında hafifçe duraksayarak bana baktı ve "Oğlum! Senin askerlik kağıdın geldi" demesiyle kendimin bir de askerlik şubesinin bildiği sır müdür yardımcısı sayesinde böylece sır olmaktan çıktı.
23 yaşında ise 4 yıllık lise eğitimim bittiğinde 23 yaşındaydım milletin üniversite bitirdiği yaş yani. Orta bire başladığım andan itibaren sürekli yanıma gelip bu okul bitmez, ben senin yerinde olsam okulu bırakırım diyen son sınıf köylümün telkinlerine inat liseyi bitirmiştim. 28 yaşına geldiğime ise 5 yıllık lisans eğitimimi tamamladım. Okumanın yaşı yok görüyorsunuz. Okulda ve sınıfta ne koşuda, ne başarıda birinci olamadım ama yaşta birinciliği kimseye kaptırmadım. Benden büyük olan bir kaç kişi de sınıfta kalınca kendimden 5 yaş küçükler benim akranlarım oldu. Hepsinin abisi oldum yani anlayacağınız. Kaç kişiye nasip olur böylesi. Gördüğünüz gibi okumanın yaşı yokmuş.
Orta, lise ve üniversite hayatım boyunca kaç kişiyle karşılaşsam nerede okuduğumu, kaçıncı sınıf olduğumu sordu. Ne ben okumaktan bıkıp usandım ne de onlar sormaktan usandı. Onlar sordu ben cevap verdim. Ardından "Ben kendimi bildim bileli okuyorsun, ne bitmez okulmuş bu..." teveccühlerine muhatap oldum meraklılarım tarafından.
30'undan gün almaya bir yılım kalmıştı ki, 29 yaşında iken üç çocuklu bir baba olarak göreve başladım. O zamandan bu zamana 25.yılımı çalışıyorum. Ne okuduğum okulu ve sınıfı soran eksildi ne de emekli olmadın mı, hala çalışıyon mu diye sorgucular eksik oldu. Hep cazibe merkezi oldum bu alanda bilesiniz.
Bu yılı tamamlayınca emekli olmayı hak etmiş olacağım. Ama ne zaman emekli olacağımı bilemiyorum. Allah sağlık ve huzur versin, insanlara faydalı olmayı nasip etsin.
İçinde yaşımı da barındıran okullu hayatımı yazdım ki umarım meraklılarım takip eder de bir daha "Ne zaman emekli olacaksın" diye sormazlar. Sayın meraklılarıma duyurulur: Ben emekliliği daha hak etmedim... 11/10/2016
Böylelerinin şaşkınlıklarına şaşırıyor değilim. Çünkü ben de bir kendime, bir de hizmet yılıma bakıyorum. Bir anormallik seziyorum. gelin bir hesap kitap yapalım da bu anormalliği tespit edelim.
Beni günü gününe yazdırdığını söyleyen babam eğer yılı yılına doğru yazdırmışsa o zaman ben 9 yaşına girdikten 3 ay sonra ilkokul birinci sınıfa başlamışım. Hatta benim elimden tutarak ilk okula götüren kişi bir yıl önce okula başlayıp sınıfta kalan bir kişi idi. Hüviyetine baktığım zaman bu kişi benden bir yaş küçük. 76 yılında okul bittikten sonra 3 yıl Kur'an Kursuna devam ettim.
Orta birinci sınıfa kayıt olup başladığımda ise 16 yaşını bitirip 17'den yine 3 ay gün almıştım. Yani milletin lise bitirdiği çağda ben yeni ortaokullu olmuştum. Orta bire başlayacağımın yazında bir kursta Kur'an eğitimi almak için kursun yatılı yurduna gittim. Bana: "Gel ağabey, ben aşağıya geçeyim, sen üste çık" diye üst ranzasını veren öğrenci ile üç ay sonra aynı sınıfta karşılaşınca "Abi! Sen bu sınıfta mısın, ben seni son sınıf sanıyordum" demesinden de anlaşılıyordu zaten.
Ortaokulu bitirip lise birinci sınıfa başladığım zaman bu arada askerlik görevim de gelmişti zaten. Yaşım tamam büyüktü ama bunu kimseye duyurmamalıydım... Çok geçmedi sınıfımıza müdür yardımcımız bir konuyu izah etmek için geldi. Konuşmasının arasında hafifçe duraksayarak bana baktı ve "Oğlum! Senin askerlik kağıdın geldi" demesiyle kendimin bir de askerlik şubesinin bildiği sır müdür yardımcısı sayesinde böylece sır olmaktan çıktı.
23 yaşında ise 4 yıllık lise eğitimim bittiğinde 23 yaşındaydım milletin üniversite bitirdiği yaş yani. Orta bire başladığım andan itibaren sürekli yanıma gelip bu okul bitmez, ben senin yerinde olsam okulu bırakırım diyen son sınıf köylümün telkinlerine inat liseyi bitirmiştim. 28 yaşına geldiğime ise 5 yıllık lisans eğitimimi tamamladım. Okumanın yaşı yok görüyorsunuz. Okulda ve sınıfta ne koşuda, ne başarıda birinci olamadım ama yaşta birinciliği kimseye kaptırmadım. Benden büyük olan bir kaç kişi de sınıfta kalınca kendimden 5 yaş küçükler benim akranlarım oldu. Hepsinin abisi oldum yani anlayacağınız. Kaç kişiye nasip olur böylesi. Gördüğünüz gibi okumanın yaşı yokmuş.
Orta, lise ve üniversite hayatım boyunca kaç kişiyle karşılaşsam nerede okuduğumu, kaçıncı sınıf olduğumu sordu. Ne ben okumaktan bıkıp usandım ne de onlar sormaktan usandı. Onlar sordu ben cevap verdim. Ardından "Ben kendimi bildim bileli okuyorsun, ne bitmez okulmuş bu..." teveccühlerine muhatap oldum meraklılarım tarafından.
30'undan gün almaya bir yılım kalmıştı ki, 29 yaşında iken üç çocuklu bir baba olarak göreve başladım. O zamandan bu zamana 25.yılımı çalışıyorum. Ne okuduğum okulu ve sınıfı soran eksildi ne de emekli olmadın mı, hala çalışıyon mu diye sorgucular eksik oldu. Hep cazibe merkezi oldum bu alanda bilesiniz.
Bu yılı tamamlayınca emekli olmayı hak etmiş olacağım. Ama ne zaman emekli olacağımı bilemiyorum. Allah sağlık ve huzur versin, insanlara faydalı olmayı nasip etsin.
İçinde yaşımı da barındıran okullu hayatımı yazdım ki umarım meraklılarım takip eder de bir daha "Ne zaman emekli olacaksın" diye sormazlar. Sayın meraklılarıma duyurulur: Ben emekliliği daha hak etmedim... 11/10/2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)