9 Temmuz 2020 Perşembe

Kurban Bağışları *

Kurban Bayramı yaklaştı. 31 Temmuz Cuma günü bayram. Biz daha kurbanı nasıl, nerede, kiminle keselim, fiyatlar nerelerde diye düşüne duralım. Kimi vakıf, dernek ve yardım kuruluşları haziranın ortasından itibaren kurban bağışı için mesajlar göndermeye başladı bile. Yurt içi ve yurt dışı olmak üzere kurban bedelleri de belli. Sizlere de değişik yardım kuruluşlarından bu şekil mesajlar gelmiştir. 
Fiyatlar kesilen bölgeye, yardım kuruluşuna, yurt içi ve yurt dışına göre değişiklik arz ediyor. Gelen mesajlara baktığımız zaman yurtdışında kesilecek kurban bedelleri, yurt içine göre genel itibariyle daha ucuz. Yurt dışında ortalama 750 olan bir kurban bedeli, yurt içinde 1200 lira civarında. Türkiye'deki bir kurbanlık yurt dışına göre neredeyse iki katı. Normali, bu ülkede kesilen kurban daha hesaplı olacağı yerde maalesef daha pahalı. Bu da bu ülke insanı olarak eti daha pahalıya yediğimiz ve kurbanlıkları daha fazlaya aldığımız anlamına geliyor. Ülkede hayvancılığı desteklemek, kalkındırmak ve geliştirmek için gelmiş geçmiş tüm hükümetler bu alanda onca teşvik vermesine rağmen maalesef fiyatlar bir türlü makul seviyeye indirilemedi. Ya verilen teşvikler yeterli değil ya da yeterli idiyse de hayvancılık| sektörünü elinde bulunduranlar girdi fiyatlarını gerekçe göstererek fiyatları aşağıya çekmiyor. Bu konuda bir yerde bir hata var ama nerede veya kimde bilmiyorum. Neyse bu konu ayrı bir konu.
Gelelim kurban bağışlarına. Yurt içi ve yurt dışı çalışan yardım kuruluşları öyle mesajlar gönderiyorlar, öyle ilanlar veriyorlar, öyle reklamlar yapıyorlar ki tüm bunlardan benim anladığım, yurt dışına kurban bağışı özendiriliyor. 18 ülkede kesiyoruz, 20 ülkede kesiyoruz. Fiyatlar bu kadar gibi. Bağışta bulunacak kişilerin çoğu da ister istemez yurt dışına bağışı tercih ediyor. Çünkü yurt dışı fiyatlar Türkiye'ye göre çok cazip. Bağışçı, yurt içinde yapacağım bir bağışa, aynı fiyata yurt dışında iki bağış yaparım diye düşünebiliyor.
Burada yanlış anlaşılmasın. Yurt dışına kurban bağışı gönderilmesin, tüm bağışlar bu ülkeye yapılsın demek istemiyorum. Yurt dışını görenler, oralarda daha fazla ihtiyaç sahibi olduğunu gözleriyle görmüş olabilirler. Bundan dolayı ağırlıklı olarak yurt dışına çalışmayı öncelik olarak görebilirler. Bağışçılar da yurt içi veya yurt dışı tercihinde bulunabilirler. Benim tüm bunlara bir diyeceğim olamaz. Yardım kuruluşlarının veya bağışçıların tercihi, genellikle yurt dışı olsa da bu konuda bir hassasiyetimi dile getirmek ve şu soruyu sormak istiyorum. Kurban bağışında niçin ülke insanı öncelikli değil? Bildiğim kadarıyla bu ülkede fakir ve ihtiyaç sahibi az değil. Kurban kesemeyecek insanımızın sayısı da epey bir yekun tutar. Zaten ülke olarak birkaç yıldır adı konmamış bir ekonomik dar boğazı yaşıyoruz. Koronavirüs dolayısıyla birçok sektör durma noktasına geldi. Çoğu kepenk kapattı. İşten çıkarılan işçi ya da işini kaybeden kişi sayısı hakeza. Hayat pahalılığı kendisini her geçen gün daha derinden hissettiriyor. Neredeyse zam almayan ürün kalmadı. İşini kaybedenlere destek olmak amacıyla devlet, ülke genelinde yardım kampanyası başlattı. Sektörler ayakta kalsın diye vergi öteleme başta olmak üzere ekonomik paketler açıkladı. Tüm bunlar göz önünde bulundurularak kurban bağışlarına bu ülke insanı, öncelikli olarak ihtiyaç sahibi değil mi? Ki zekat, fitre, sadaka, fidye, kurban bağışı gibi yardımları yaparken yakın akrabadan uzak akrabaya, yakın komşudan uzak komşuya doğru bir yol izlemek İslam dininin de emridir. Bu konuda hem milli hem de dini düşünmek gerekir diye düşünüyorum. Teşbihte hata olmasın, camiye lazım olan kiliseye haramdır denir. Hasılı diğer yardımlarda olduğu gibi kurban bağışında da yakından uzağa olacak şekilde önceliğimiz bu ülke insanı olmalıdır. Artanı yurt dışına gönderelim. Yine de tercih hayırsever insanlarımızın.
Söz kurbandan açılmışken yardım kuruluşlarıyla ilgili beni düşündüren bir konuda da birkaç kelam etmek isterim. İstisnaları kaideyi bozmaz ama yardım kuruluşları, yurt dışı kurban bağışlarında sen şu ülkede, ben bu ülkede keseyim diye aralarında niçin bir anlaşma yapmazlar? Niçin hepsi her ülkede kurban kesiyor? Her yardım kuruluşunun her ülkede çalışma yapması bence bir maliyettir, para ve insan gücünü verimli kullanmamaktır. Parçalanmış görüntüsü vermektedir. Halbuki maksat fakirlere et ulaştırmak değil mi? Ha ben vermişim o fakire eti, ha sen. Ne fark eder? Bu konuda birliğin sağlanması, organizasyonların daha düzenli olması için yardım kuruluşlarını sevk ve idare edecek bir çatı yardım kuruluşuna ihtiyaç var. Bu işe pekala Diyanet öncülük yapabilir ve bu konuda inisiyatif alabilir.

*10/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Dere Yolculuğum

5 Temmuz 2020 günü ikindi vaktinde hava kapanınca yürüyüş planımı erkene aldım. Çıktım yola. Niyetin 1,5-2 saat kadar yürümek. Her yürüyüşüm güzergahımın da farklı olmasına özen gösteririm. Niyetim bu vesileyle farlı yerleri de görmek. Ne tarafa gideyim derken hele bir yürüyeyim. Ayaklarım nereye çekerse o tarafa giderim dedim. Aşkan Mahallesi Konevi Kültür merkezi civarından koyuldum yola.
Yürüyüşümün ilk 10 dakikasında bir tempo tutturup yürümeye başlamıştım ki çalışır vaziyette bir aracın içinde, yanında eşi veya annesi olan biri izledi durdu beni. Gözünü benden ayırmadı. Yanlarına yaklaşırken “Gençliğine güveniyorsan, düş önüme, yürü benimle” dedim. “Maşallah amca, inan içimden bu dediklerini geçirdim. Ben cesaret edemem. Sana kolay gelsin” dedi. Gencin söylediği beni daha da motive etti. Adımlarımı biraz daha sıklaştırdım.
Ara sokaklardan Yaka yoluna çıktım. Karşımda Huzurevi’ne uzanan rampayı görünce burası tam bana göre deyip yokuşa verdim kendimi. Huzurevi’ni sağıma alarak yol boyu yürüyorum. Biri Tavusbaba’nın eteğindeki kafeteryalara, diğeri de Dere’ye götüren iki yol ayrımına geldim. Hangi tarafa gideyim derken aynı anda bugün de Dere tarafına gideyim dedim.
Köyceğiz’i geçip Dere Mahallesine doğru yol alırken Selçuklu-Sakarya’da ikamet etmesine rağmen mobiletiyle gezmeye gelmiş berberimle yolda karşılaştım. “Hocam, dükkanı açtık. Beklerim” dedi. İnşallah dedim, duraklamadan yoluma devam ettim. Bereket saçıma bakmadı berberim. Baktıysa da fark etmedi. Zira daha yeni sıfıra vurmuştum saçlarımı. Berberim beni bekleye dursun. Ben bu süreçte berber oldum, kendi tıraşımı kendim yapıyorum artık.
Solumda Tavusbaba ile birlikte uzanan dağları, sağımda ise belli aralıklarla birkaç mezarlığı solladım. Dere meskun mahalleri geride bırakırken sağımda bekleyen oralı olduğunu düşündüğüm bir hanımefendiye bu yol gider mi daha dedim. “Gider” dedi. Gitse ne kadar gidecek. İleride koca koca dağları görüyorum. O dağların yamacında yol da biter, ben de gerisin geriye döner gelirim diyerek hızımı kesmeden yürümeye devam ettim.
Meskun mahal bitti. Solum dağ, sağım dağ, önüm dağ. Paralel yürüdüğüm iki dağın etekleri bir mesire yerini andırır şekilde çukurun içinde ince uzun dereyi andırırcasına yemyeşil. Mahalle de adını bu dereden almış olmalı. Şarıl şarıl akan su sesini de duyuyorum bu arada.
Yol iyice daraldı. Bana ait kaldırım da olmayınca önünden gelen araçları göreyim diye daracık yolun solundan yürüyorum. Önümden ya da arkamdan araç geldikçe dikenlerle kaplı sola iyice yanaşıyorum. Dikenler eşofmanımın üzerinden dikkat et, fazla yaklaşma. Yoksa canını yakarım diyerekten hafifçe yalıyor beni. Araçlar karşı karşıya geldikleri zaman sürücülerden biri centilmenlik esasına dayalı olarak yolun sağına iyice yanaşarak duruyor. Diğeri geçtikten sonra yoluna devam ediyor.
Daracık yolda dere yokuş yukarı yol alırken birbirine yakın iki balık tesisi ile karşılaştım. Bir yerde su varsa hele akarsu ise orada bir balık tesisinin olmaması mümkün değildi zaten. Önümden hızır hızır geçen araçlar da bu balık tesislerinden birinde park etmiş olmalıydı. Balık yemek ve mangal yapmak için park etmiş olanlar varsa da geçen araç daha fazla idi. İyi de bu araçlar nere gitti. Demek ki yol gidiyor. Gitse ne kadar gidecek. Şu geçmekte olduğum dağın arkasında olmalı. Onları orada yakalarım düşüncesi ve yolun sonunu görürüm inadıyla yürümeye devam ettim. Öbek öbek dağların arasındaki dereye paralel açılmış yolları arşınlarken kaç dağı gerimde bıraktım bilmiyorum. Ama ne yıl bitti ne de dağ. Geçen araçlar da yok olmuştu. Sadece bulduğu kuytu yere aracını park etmiş azıcık soluklanan aileler gördüm. 
Ben bu inatla yola revan olurken bir dağın yamacında soluklanan eski komşumu ailesiyle birlikte gördüm. Ramazan Abi, hayırdır, ne yapıyorsun dedi. Hafifçe durakladım. Selam, kelam ve hatırdan sonra gördüğün gibi yürüyorum. Evden çıkalı tam iki saat olmuş. İnada bindirdim. Yolun sonunu bulacağım dedim. Abi, bu yolun sonu gelmez. Çünkü bu yol Altınapa Barajına kadar gider dedi. Acı acı gülümseyip vedalaştım. İki saatlik bir yürüyüşün ardından inadı bırakarak bir "U" dönüşü yaptım. Bu kadar yolun bir de dönüşü vardı zira. 
Yolculuğumun tek sevindirici yanı seri yürüyüşten bir güzel terledim. Hep yokuş çıktım. Zirveleri aştım. Zira yürüyene yol mu dayanır değil mi? Bundan sonra yolum hep iniş. Daha çabuk dönerim. Bu arada doğada Allah'ın yolu mu biter? Buraların şehir merkezindeki bazı sokaklar gibi çıkmaz sokak olmadığını halkal yakin bir şekilde tecrübe ettim. Yol da Altınapa'ya uzanıyorsa yok boyu akan su da bu barajdan sakınan su olmalı.
Dönüşümde aştığım dağları bir bir fotoğrafladım. Dere kenarında aracından inmiş, yere çömelmiş, aracındaki teybinden müzik dinleyen aynı zamanda önünden akıp gitmekte olan suyu seyreden birine selam verdim. Balık mı tutuyorsun dedim. He he dedi. Onun baktığı suya ben de baktım. Bir olta göremedim. Gördüğüm demlendiği içki şisesi idi. Sonra yok yok dedi. Yanından ayrıldım. 
Telefonun çekmediği bu yerlerde solumdaki dağlara baktım. Benim baktığım bu dağlara benden önce aşıkların geldiğini gördüm. Hepsi geldiklerine bir hatıra olsun diye kayalara adlarını yazmışlardı. Haydi bunlar aşıktı. Ferhat-Şirin misali dağları aşarak buralara geldiler ve geldiklerinin de izini bıraktılar. Bana ne oldu ki buradayım? Ne Ferhat'ım ne de Şirin. Benim Şirin'e haydi gidip dağları aşalım desem, hazır ama ancak arabayla gider. Kazara yürümeye kalksa sırtımda taşımam lazım. Bu demektir ki beni çeken ayaklarım iki kişiyi birden taşıyacak.
Daha önce geçtiğim balık tesislerini solladım tekrar. Geçerken gördüğüm ama müsait olmadığı için durup içemediğim musluğu olmayan sudan içmek için durdum. Bir aile vardı su doldurmak için bekleyen. Sıra sıra dizilmiş plastik su bidonlarını görünce bu su meşhur bir su olmalı. Selam verdim. Elimdeki maskeyi, gözümdeki gözlüğü, yarı başım yarı da elimde tuttuğum şapkayı da bir kenara koydum. Arada 1.5 metre mesafe olacak şekilde su dolduran gencin arkasına durdum. Gencin yan tarafında aileden olmadığını düşündüğüm mesafeli duran bir genç vardı. Belli ki o da su dolduracak. Yüzünde usule uygun maskesi olan genç, bidonun birini dolduruyor, babasının uzattığı yeni boş bidonu alıp çeşmenin altına koyuyor. Annesi de az ileride bekliyor. Ben de bekliyorum. Elimde ne bidon var ne de 0.5 mm'lik su şisesi. Sayamadığım bidonların dolmasını beklersem yandım demektir. Herhalde müsaade ederler, az kenara çekilirler, suyumu içer giderim. Onlar sularını doldurmaya devam ederler diye düşündüm. Çünkü nezaket bunu gerektirir. Ama nerde? Adamlar gelip zamanında kapmışlar. Nezaketi ara ki bulasın. Neyse az daha bekleyeyim. Olmadı. Su içmek için izin isterim dedim. 
Geldiğimden ve duruşumdan memnun olmayan, yüzünde maskesi olmayan, kilosu almış, başını gitmiş baba ile aramda şu diyalog geçti.
—Ne olacak böyle? Hasta sayısı iyice arttı.  
—Ne yapacağız, virüsle yaşamayı öğreneceğiz.
—Yoğun bakımdaki hastaları ne yapacağız  ya. Hiç gördün mü? Nasıl nefes alıyorlar...(Sanki görmüş gibi. Yoğun bakıma kimseyi almazlar.)
—Hastaların çoğu da kronik hasta imiş. Covit 19'da çalışan tanıdıklarım var. Bundan biliyorum durumlarını.
Buraya kadar konuşma normal seyrinde gidiyor. Ben de adamı normal biri sanıyor ve normal bir şekilde cevap veriyorum. Ağzındaki baklayı çıkardı. Bir karın ağrısı varmış meğer.
—Sordum mu yoğun bakımda tanıdığım olduğunu. Sende maske yok, bende maske yok. Aramızda mesafe yok. Hastalık artmayıp da ne yapacak? Bakan ne yapsın bu durumda? Az ötede dur şöyle. (Az ötesi vızır vızır aracın geçtiği dar yol. Yani bizden uzak dur da gerekirse arabanın altında kal demekti bu.)
—Aramızdaki mesafede ne var? Şu dağın başında şu mesafede de birbirimizden virüs bulaşacaksa bırakalım virüs bulaşsın. Değilse eve kapanıp çıkmayalım o zaman.  Evden niye çıkıyoruz ki? İki saattir yol yürüyorum. İki yudum su içip gideceğim. Maskeli mi içeceğim suyu. Siz su doldurmaya devam edeceksiniz anlaşılan. Çekilin suyumu içip gideyim.
—Çekil oğlum kenara. Suyunu içip gitsin.
Şükür ki oğlu çekildi. Ben yüzümü de yıkayıp serinleyecektim. Yüzden de vazgeçtim. Buz gibi sudan çeşmenin herhangi bir yerine temas etmeden suyumu içip çekildim. Giderken de teşekkür edip iyi günler dilemeyi ihmal etmedim. Oyalanmadan yola koyuldum tekrar. İyi günler temennime karşılık alamadım. Zaten cevap verecek kapasite ve çapta biri değildi. Giderken yüksek sesle konuşuyordu ardımdan. Bu tipten de ancak böylesi beklenir.
İki saati aşkın dere, tepe, dağ, taş demeden güle oynaya yürüdüğüm yolun dönüşünde Allah, dağın başında bu hasta adamı karşıma çıkardı. Şehir merkezindeki yüzlerce insanı geç, sen dağda bu cins adamı bul.
Merak ettiğim, oğlu ve eşine maske taktıran canı çok kıymetli bu adamın kendisi, dağın başında niye maske takmıyor? Suyun başında su içecek birine kimsenin olmadığı dağın başında çatan bu adam şehrin içinde başkasına ne yapar? Allah bunun komşularına ve muhatap olduklarına yardım etsin. Paranayo seviyesinde hasta olan bu kişi evinden çıkıp o kadar yolu nasıl tepip geldi? Bu kafa yapısındaki bu adam koronavirüs bir gün gider ve bu ülke normale dönerse bu adam normalleşebilir mi? Bu psikolojiyle zor. Neyse benden uzak olsun da kim ne yaparsa yapsın.
Neyse sanmayın ki bir kenara oturup bu adamı düşündüm. Hiç duraksamadan yürüyüşüme devam ettim. Dönüşüm gidişimden daha kısa sürdü. Çünkü giderken yokuş tırmandım durmadan. Dönüşüm ise hep iniş idi. Gidiş ve dönüş toplam yürüyüşüm 3.45 dakika sürdü. Siz bunu git-gel, Dere 4 saat olarak bilin. Eve gelir gelmez de eve girmeden Konya Eğitim Araştırma Hastanesine gidip geldim. Toplam 4.15 dakika ile bugüne kadar bir günde en fazla yürüyüş rekorumu kırdım.

7 Temmuz 2020 Salı

Bu Kötülüğü Kimse Yapamaz ***

Birini çok seviyorsunuz. Onun için canınızı verebilecek durumdasınız. Onunla pazara kadar değil, mezara kadar gidersiniz. Olabilir. Çünkü sevgi bir gönül meselesidir. Gönülden gelen bir şey için kimse ayıplanacak değildir. İsteyen istediğini sever.
Sevdiğiniz bu kişi; oğlunuz, kızınız, torununuz, ağabeyiniz, ablanız, eşiniz, anne, babanız, siyasi veya STK lideriniz vs olabilir. Bu kişiye kötülük yapmak istiyorsanız şu dediklerimi yapın derim: 
*Bu kişiyi, doğru-yanlış her konuda alkışlıyorsanız,
*Dost acı söyler, yüze söyler sözünde olduğu gibi hatasını yüzüne söylemiyor ve eleştirinin yapıcı olanını dahi yapmıyor ve hiçbir şey yapamıyor olsanız bile hoşnutsuzluğunuzu yüz hattınızla bile belli etmiyorsanız,
*Önceki söz ve fiilleriyle çelişen bir şey yaptığı zaman hangi dediğin doğru demiyorsanız,
*Her yaptığına; vardır bir hikmeti, o bizden iyi ve en güzelini düşünür. O bunları bilmiyor mu sanıyorsunuz deyip aklınızı bir nevi kiraya veriyorsanız,
*Tüm arkadaşlarını tek tek kaybettiği zaman niçin küstüler, acaba sizin de burada bir payınız olabilir mi deneceği yerde, çekip gidenleri eleştirip sevdiğinize toz kondurmuyorsanız,
*Sevdiğinize bir konuda, olması ve yapması gereken bir öneri getirmiyorsanız,
*Hataları arttığı, arka arkaya pot kırmaya başladığı zaman bile sessiz kalıyorsanız,
*Hatalarını savunmak için bahane veya gerekçe buluyor veya üretiyorsanız,
*Hatalarıyla yüzleşmek, olmuyor böyle, yanlış yapıyor deneceği yerde, bunu herkes yapıyor -ki geçmişte şunlar da şunu yaptı- diyorsanız,
*Sevdiğinizi, fabrika ayarlarına döndürmek için kol kanat gereceğiniz yerde, durmadan övüp ayakları yere basmayacak şekilde onu yere, göğe sığdıramıyorsanız,
*Çevrenizde olup biten her olumlu gelişmeyi sevdiğinize, her olumsuzluğun sebebini hep başka yerlerde arıyorsanız,
*Çevrenizde olup biten ne kadar olay varsa bunu, sevdiğinize yapılmış ve onun hayatına kastedilmiş olarak görürseniz,
*Tüm suçu düşmanlarınıza ve dış güçlere bağlarsanız,
*İşinize yoğunlaşmak yerine, ömrünüzü sevdiğinizi desteklemek, onu savunmak ya da rakiplerini kötülemekle geçirirseniz,
*Başa gelen olumsuzluklardan dolayı eleştiri getirenlere, sevdiğinize halel gelmesin diye veryansın edip ağzınızı bozuyor ve onları hain, nankör, satılmış, dönek, şucu; şundan dolayı karın ağrısı var şeklinde itham ediyorsanız,
*Tüm nimetleri, iyilik ve güzellikleri sevdiğinize, ne kadar kötülük varsa başkasına yıkıyorsanız,
*Hata, yanlış ve çelişkilerinden dolayı sevdiğinizin yaptıklarına, hoşnutsuzluğunuzu en azından sessiz kalarak bile gösteremiyor ve üstüne üstlük hata ve yanlışı savunur duruma gelmişseniz...
Tüm bunları ve daha fazlasını yapıyorsanız, sevdiğiniz kendini sorgulamaz ve bir özeleştiri yapmaz. Bunu yapmayınca da haliyle yaptığı hataları varsa onları göremez. Bu da sevdiğinize yapabileceğiniz en büyük kötülüktür. İnsan sevdiğine kötülük yapar mı? İşte böyle yapar. İnanın, sevenlerinin yaptığı bu kötülüğü, istese düşmanı bile yapamaz.

***09/07/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.