4 Eylül 2025 Perşembe

Anne Babaların Evlatlarıyla İmtihanı

Toplum açıklık ya da kapalılık üzerinden kutuplaşa dursun. Bizler de bu kutuplaşmanın bir eseri olarak giyim şöyle olsun veya olmasın diyelim.

Şimdi bol keseden atmayı ve başkasına ayar vermeyi bırakıp arkamıza yaslanıp bir düşünelim.

Diyelim ki dindar, mütedeyyin ve de İslamcı bir kişiyiz. Evlenip çoluk çocuk sahibi olduk. Kızımız ya da kızlarımız oldu. Dinini, diyanetini öğrensin diye küçük yaştan itibaren onlara din eğitimi aldırdık. Yetmedi, ilave olarak nasıl olmaları ya da nasıl giyinmeleri gerektiğine dair nasihat ve telkinlerde bulunduk. Giyim kuşama dair çarşı pazardaki kötü örnekleri bir bir sıraladık. Maazallah çok açık giyiniyorlar. Bunların nasıl anne ve babası varsa çarşı pazara böyle gönderiyorlar deyip ayıpladık. Evlerden ırak dedik.

Kızınız istediğiniz şekilde hem ailenize hem de inancınıza göre giyiniyor, ibadetlerini de yerine getiriyor. Var mı sorun? Yok. Çünkü tam istediğiniz gibi kızınız.

Günler, aylar ve yıllar böyle giderken bir baktınız ki kızınız kara kara düşünüyor, eskisi gibi değil, ters ters cevaplar veriyor. Anlayacağınız kızınız isyanlara oynuyor.

Annesine, neyi var bu kızın diyorsun. "Ne olacak, tutturdu açılacağım diye. Üstelik sadece başörtüsünü çıkarmakla kalmıyor, dekolte giyinecekmiş" deyiveriyor.

Hiç beklemediğin bu istek karşısında başına kaynar sular dökülmüş oldu. Kızıp köpürsen de nafile. Nasihat etmeye kalkıyorsun, ayet, hadis okuyorsun. Nafile. Çünkü kızın karnı tok bunlara. Açılacağım da açılacağım diyor. Tehdit ediyorsun. Yine olmuyor. Konu komşu ne der, biz mazbut bir aileyiz diyerek damardan girmeye çalışıyorsun. Kızınız, bana ne, komşulardan ve akrabalardan. Ben bir bireyim. Dilediğimi yaparım. İsteseniz de istemeseniz de bunu yapacağım diyor. Yani Nuh diyor peygamber demiyor. Kızım, bunu ben değil, Allah istiyor. Allah'ın emrine karşı mı geleceksin diyorsun. Allah'ın emri ise emri. Sanki herkes Allah'ın emrine itaat ediyor. Bu toplumda herkes Müslüman, çoğu türlü türlü kötülük yapıp günaha giriyor. O kadar kişi açılıp açılıyor. Bir günah da benim olsun. Ne yapayım. Gelmeyin üstüme deyip odasına kapanıyor, sizinle konuşmuyor, sofraya gelmiyor.

Tüm bu olup bitenlere bir anlam veremiyorsun. Kızın gibi yemeden içmeden kesiliyorsun. Ben nerede hata yaptım da başıma bu geldi. Ağır bir imtihanla karşı karşıyayım diyorsun. İçine kapanıp ağzını bıçak açmıyor. Kara kara düşünüyorsun.

Son çare, açıl da bir göreyim. Gösteririm sana gününü, eve kapatır kimselere göstermem diyorsun. Nafile. Kızınız çok kararlı. Gemileri yakmış. Dediğini yapacak.

Evde kaçan huzuruna mı yanarsın, kızının bu haline mi yanarsın. Halbuki mutlu ve huzurlu bir aile idiniz daha düne kadar.

Sonunda kızınız hastalanıp yataklara düştü. Doktor doktor dolaştınız. Doktorlar bu kızın hastalığı psikolojik. Derin bir travma ve ikilem yaşıyor. Bu çocuğu bir psikiyatriye götürün dediler.

Her geçen gün iyice hırçınlaşan kızınıza psikiyatri doktoru sakinleştirici ilaçlar verdi. Kızınız sakinleşti ama ilacın etkisi geçince yine kırıp döküyor ve isyanlara oynuyor.

Sonunda bir yol ayrımında olduğunu anlıyorsun. Ya kızın gittikçe hastalıklara duçar olacak ya da açılıp saçılacak. Senin için iki ölümden birini seçeceksin. Ya bundan sonra geri kalan ömrünü doktor doktor dolaşarak geçireceksin ya da kızının açılıp açılmasına izin vereceksin.

Son çare, kızımın sağlığı daha önce gelir deyip istemeye istemeye açılmasına izin veriyorsun. Açıl ama gözüme görünme. Gittiğim yere gelme. Konu, komşu ve akraba görmesin diyorsun.

Ayrı ayrı takılıyorken hep böyle gidecek değil ya. Anne-kız, düğün derneğe, çarşı pazara birlikte çıkmaya başlıyor. Anne yani eşin tepeden tırnağa örtülü, kızın ise açılıp saçılmış. İkili öyle bir görüntü veriyor ki anaya bak, kızını al atasözü işlevini böylece yitirmiş oluyor.

Zamanla bu durumu ister istemez kabul edeceksin. Zira elin mahkum. Kızın ne de olsa. Atsan atılmaz, satsan satılmaz.

Aynı durum laik, seküler ve çağdaş düşünce ve giyim tarzını benimseyen aileler için de geçerli. Kız çocuğu, anne babası itiraz etmesine rağmen pekala kapanmayı seçebiliyor. Bu aile içinde de fırtınalar kopabiliyor.

Kısaca her ailenin, her anne babanın imtihanı farklıdır. Kimi bu süreci kolay atlatır kimi zor. Kimi bu süreci yaşar kimi yaşamaz. Bu işler öyle bekara avrat boşamak kolay misali mangalda kül bırakmamaya, esip gürlemeye benzemez. O yüzden herkes kendisini nasıl bir imtihanın beklediğini bin düşünüp bir konuşsun. Herkes karşıt düşünceye ayar vermeyi bıraksın. Kendine baksın. Zira ayıpladığımız başımıza gelebilir.

Anne babalar olarak, çocuklarımıza ve topluma açılacaksın ya da saçılacaksın söylemini bir tarafa bırakalım. Yani kişileri özellikle kadınları açık, saçık, müstehcen tasnifinden vazgeçelim. İnsanları dış görünümüne göre değerlendirme ön yargısından ve zihniyetinden kurtulalım. Açık da bu toplumun bir meyvesi, kapalı da. Bugün aşırı açıklık ve aşırı kapalılık kutuplaşmanın bir sonucudur. Bu aşırılıkları su akar, kaynağını bulur deyip zamana bırakalım. İnanın, zaman her şeyin ilacıdır. Bir zaman gelecek ki aşırı açığı da aşırı kapalısı da makul giyime geçerek normalleşecektir. Yeter ki biz onlara zaman tanıyalım. Unutmayın ki bugün açık ve saçık dediğimiz çocuklar, bizim ileriye attığımız oklardır. Attığımız ok bizim ok. İyi atmadık diye kendimize kızacağımıza, çocuklarımıza kızıyoruz.

Bu süreçte bize düşen, giyim kuşamdan ziyade çocuklarımızın topluma faydalı bir birey olmasını sağlamaktır. İyi, güzel ahlaklı olmalarını istemektir. Kötü ve kötülüklere karşı kendilerini koruyarak bu hayatta nasıl ayakta kalmalarını yaşatarak öğretmektir. Ötesi, bize, çevremize ve çocuklarımıza hayatı zindan etmektir.

Not: Benim kız çocuğum yok. Her kız çocuğu böyledir demiyorum. Çarşı pazarda bazen annesinin giyimiyle kızının giyimi arasında dağlar kadar fark gördüğümü söylemeliyim. Bundan esinlenerek böyle faraziye bir yazı kaleme aldım. Yoksa hangi evde ne fırtınalar kopuyor bilmem. Belki de hiç fırtına kopmuyordur.

3 Eylül 2025 Çarşamba

Yorgun Yöneticiler

Baştan söyleyeyim. Öyle yöneticiler var ki herkesle diyaloğu olan, her gelene zaman ayıran, ilgi gösteren, ufku geniş, etrafına pozitif enerji veren, yönettiği kuruma katma değer üreten, yokluğu eksiklik, varlığı motive olan, yararlı işlerle göz dolduran, kurumunun eksikliğini gören, bu eksikliğin nasıl giderileceğini bilen, çözüm üreten, büyük-küçük tehlikelerde taşın altına elini koyan, vizyon ve misyon sahibi kişilerdir bunlar. Koltuğa yapışıp kalmazlar, gücünü de koltuktan almazlar. Bu tiplerin belki de tek eksiklikleri mevzuatın istediği evrakların eksik olmasıdır. Çünkü bu tipler yöneticiliği evrak memurluğu cinsinden yapmayanlardır. 

Bu tipler işle evi birbirine karıştırmaz. Evde yorulup işyerinde dinlenmez. Tüm ömrünü yöneticiliğini yaptığı işe hasretmez. Yorulduğu zaman biraz kafa dinlendirmem lazım deyip hakkı olan yıllık izninin hepsini en azından bir kısmını kullanır. İzin boyunca tekkesini terk ederek bir güzel kafa dinlendirir. İzne giderken şu kadar ücretim kesilecek demez. Bilir ki hayatta her şey ve tek şey sadece para değil. Dinlenip tatil yapmak da yemek ve içmek gibidir. Yeme, içme vücut için ihtiyaç ise izin kullanmak da ruhun gıdasıdır. Ruh gıdasını alacak ki dönüşte dinç kafa ile işe kendini verebilsin. 

Böyleleriyle karşılaştığın zaman iyi ki böyleleri var. Ufkumu açıyor dersin. 

Ama gel gör ki tüm yöneticiler böyle değil. Yöneticilerin çoğu yorgun yöneticidir. Evden işe, işten eve gidip gidip gelirler. 365 gün böyleler. Kolay kolay izin almazlar, yıllık izin kullanmazlar. Çoğu tüm maaşını yatırım amaçlı harcar, geçimini ise ekders ile yapar. Kazara bir gün izin kullanmak isteseler dünyaları başlarına yıkılır. 

Aldığı maaş ve ekders bana fazlasıyla yeter demezler. Okulunda hafta sonu kurs açılırsa, bundan öğretmen faydalansın demez. Kendi de alır. Okulu pansiyonlu ise dünyanın ekdersini alıyorum, bundan öğretmenler faydalansın demez. Ayda mevzuata göre ne kadar girmesi gerekiyorsa girer. Okulunda hafta sonu sınav varsa bina sorumlusudur. Kendi okulunda yoksa başka okulları yazar. Hiç sınav yoksa MTSK sınavında görev alır. Yani bu tipler 7/24-365 gün okul ile evliler. Sabah akşam para basarlar. Bu evlilikten o kadar memnunlar ki eşe dosta kolay kolay zaman ayıramazlar. Okulu bir de pansiyonlu ise işi kebaptır. Yeme, içme işlerini de pansiyondan giderir. Hakkıdır zira. 

Sabah mesaisi ile birlikte koltuğa bir otururlar, önlerine bilgisayarı bir açarlar. Çalışırlar da çalışırlar. Gözlerini ekrandan alamazlar. Bu şekil çalışırken top atılsa haberleri olmaz. Odalarına gelip başlarına dikilsen seni görmezler. Görseler de bir angarya için geldi deyip ilgi göstermezler. Okul yıkılsa şunlara bir bakayım demezler. Bilgisayarın yaydığı radyasyonla mayışır da mayışırlar. Ancak, tuvalet ve yemek onları masadan kaldırır.

Okulla evli olup gecesini gündüzünü, hafta sonunu ve yaz tatilini okula adayan bu tipler yorgun savaşçıdan mütevellit yorgun yöneticilerdir. Yorgun oldukları için ayağa kalkacak takatleri olmaz. Hep masabaşı iş yaptıkları için göbek de kısa zamanda kendini gösterir. 

Okulunda bir sorun olsa nöbetçi öğretmenler baksın, çocukla sınıf öğretmeni ilgilensin. Veli aranacaksa öğretmen arasın. Öyle ya bu işleri de idareci yapacaksa, yani öğrenci ile muhatap olacaksa ne diye koltuğa geçti, öyle değil mi? 

Ömürlerini masabaşı iş yani evrak memurluğu yapmak suretiyle koltuğunda oturarak iş yapınca haliyle bir ufuk oluşmuyor ki etrafına ufuk ve ışık olsun. Gelene zaman ayırsın, selam verenin selamını alsın, sorunlu öğrencinin sorununu çözmek için zaman ayırsın. Sınıfta yoklama fişi kaybolmuş, öğrenci numarasını karalamış, hiç problem değil. Hiçbir şeyi dert edinmeyince yani hiçbir şeyi mesele edinmeyince ortada mesele de kalmıyor elbet. Bu rahatlık göbeğe veriyor. Çıkan göbek de tesadüfi olmuyor. 

İdareciliği evrak memurluğundan ibaret gören bu tip yöneticileri zaman zaman gözlemlerim. Ama yazı konusu edinmemiştim. Bugün bu yazıya beni sevk eden ise gördüğüm bir okul. 

Uzun tatilin bittiği, öğretmenlerin seminer için geldiği gün bir okuldaydım. Bir ara öğretmen WC'ini kullanmak istedim. WC yazısını görünce daldım içeri. Girdiğim öğretmen WC olduğu için bakımlı ve temiz olur dedim. Bir de okullar iki-üç aydır tatilde. Okul yöneticileri yaz boyunca kırık dökük, pis, leke varsa temizletir dedim. Çünkü yöneticinin görevi okullar açılmadan okulu eğitim ve öğretime hazır hale getirmektir. 

Bu psikoloji ile WC'ye girdim. Üç tane kabin var. Kabinin birinde eşya dolu. İkincisine hortum atılmış. Geriye tek kabin kalmış. Buraya gireyim bari dedim. Okul kapandığı andan itibaren tuvalet taşı tek damla su görmemiş. Neyse girdik artık dedim. Kapıyı kilitledim. Tam çıkacağım. Kapıyı aç da göreyim. Tüm gücümle asıldım. Nafile. Kapı bana mısın demedi. Çare olarak bir arkadaşa telefon ettim. Geldi. Kapıdan uzak dur dedi. Ayağıyla hızlıca kapıya vurarak kapı açıldı. Böylece WC'de kapalı kalmaktan kurtulmuş oldum. 

Üzüldüm bu büyük okulun durumuna. Öğretmen WC'si böyle ise varın öğrenci tuvaletini gözünüzün önüne bir getirin. 

Var gör bu okulun yöneticileri yaz boyunca izin de kullanmadılar. Okula gelip yatmışlar. Şu kapı pencereye bir bakalım dememişler. 

Okulun ilk iş günü bu tip yorgun savaşçı yöneticilerle bu eğitim ve öğretim biter mi? Sorduğum soruya bak. Bugüne kadar bitti. Bundan sonra niye bitmesin. Yöneticilerini masabaşında hep çalışır gören öğrenci ve öğretmen öyle zannediyorum, ne çalışıyor deyip takdir ediyordur. WC'ye bakmaya nasıl zamanları olsun değil mi? 

Herkes Mersin'e, Bense Tersine

Rengimin farklı olmasından mıdır, yaşadığım hayal kırıklığından mıdır, umut ve hayallerim gerçekleşmediğinden midir, umut ettiklerim beni hayal kırıklığına uğrattığından mıdır, inandığım değerler tüccarlar elinde boca edilmesinden midir, dert edindiklerimi çevremdekilerin dert edinmediğinden mıdır?

Nicedir bir başınayım.

Yapayalnızım.

Kalabalıklar içerisinde yalnızlara oynuyorum.

Bir başına oldukça, kalabalıklar içerisinde başkası konuşurken kendi kendimi sorguluyorum.

İnsanlar mı değişti, ben mi diyorum.

Hayat denen şey bu mudur diyorum. Niye bu hayat mutluluk dağıtmıyor ve huzur vermiyor diyorum.

Bu anlamsız hayat bana mı böyle herkese mi böyle diyorum.

Benim gördüğümü niye insanlar görmüyor diyorum.

Kalabalıklar mı yanlış yolda ben mi diyorum.

Doğrular niye bu kadar ayrıştı? Doğrular hiç olmadığı kadar zıt görünümlü oldu. Yanlışlar içerisinde doğru görülemiyor artık. Hatta yanlışlar savunuyor hem de inatla.

Anlayışlar, değerler, bakış açıları ya da insanlar mı değişti acaba?

Niye insanlar bir ve beraber yol yürürken bu yolları ben yalnız yürüyorum.

Düşünüp taşındım. Dönüp bir daha düşündüm. Ben bu yolda niçin yalnızım. Başka yalnızlara oynayan yok mu? Sesimi duyan yok mu diyorum.

Belki yanı başımda belki de uzak belki de aynı masada çay içtiğim niceleri var. Ama onlar da benim gibi yalnız. Ama bu yalnızlığı belli etmemek için içlerine atmışlar. Biliyorlar ki yalnızlara oynayan dışlanır. Neye uğradığını şaşırır. En iyisi susmak. Çünkü gidişatı değiştirmek, büyük kalabalık ordusuna yanlış yoldasın demek, onları düzeltmeye kalkmak yel değirmenlerine savaş açmak gibidir diyorlar. Öyle ya bir kişi, sürü ile nasıl başa çıkabilir. Üstelik sürü yanlış yolda olduğunu bilmekten aciz.

Bu şekil yalnızlara oynayanlarla teşehhüt miktarı muhabbet ettiğimde, iyi ki böyleleri var, şükür ki tanımışım, bu uğurda yalnız değilmişim diyorsun. Ama bu şekil yalnızlar bir başına yalnızlara oynadığı ve bir araya gelip bir ve beraber olmadıktan ve büyük kalabalık ordusu gibi organize olmadıktan sonra ne işe yarar bu yalnızlık.

Bir başına olsam da pes etmek yok. Yine yürümeye devam ediyorum. Uzun, ince bir yol. Hem de dönüşü olmayan bir yol yürüdüğüm yol. Yol da otoban ya da bölünmüş yol. Kimseye zararım yok. Kimsenin tavuğuna da kış demiyorum. Yürüyorum. Arabayla gitsem de yürüyerek gitsem de istikamet aynı yol. Birilerinin inadına inat hem de.

Tek fark arkamdan gelen yok.

Ama o da ne? Karşı yoldan benim yoluma ters milyonlar geliyor. Niye bölünmüş yolun karşısından gelmiyorlar da benim önümden bana doğru geliyorlar? Anlamış değilim bunları. Önlerinden çekilmezsem, çiğneyip geçecekler beni. Yol verip önümü açarlar mı diyorum. Ne mümkün. Burunlarının dikine geliyor kalabalık. En iyisi erkeklik bende kalsın. Ben bari çekilip yol vereyim diyorum.

Yol vermeme teşekkür edileceği yerde yanımdan geçerken bir bakış bakıyorlar ki ne suç işledim, ne yaptım bunlara ben diyorum. Halbuki bana göre ters yoldan gelen onlar. Ben onlara kızacağıma onlar bana kızıyor.

Bu durumu gördükçe bu tersinden gelen insanlar mı ters yolda yoksa ben mi sorusunu sormadan edemiyorum. Ama milyonlar yanlış ve ters yoldan gelmez. Ters giden varsa ancak ben olmalıyım diye de düşünüyorum. Ama aklım almıyor. Ben doğru yoldayım diyorum. Çünkü onların geldiği ya da gittiği yol içime sinmiyor. Hasılı ya karşıdan gelenler ters yolda ama bunun farkında değiller ya da ben ters yoldayım. Ben bunu fark edemiyorum. Ama olsun. Bir başına kaldığım bu yolda yoluma devam. Yolculuk nereye derseniz? Sonu Rebeze'ye çıksa da ölmek var ama dönmek yok. Bu yolda başa gelen de çekilir.

Gönül ister ki karşımdan sürüyle gelen kalabalık doğru yolda, ben ise yanlış yolda olayım. Varsın ben yanılayım. Çünkü kaybeden bir ben ve benim gibi yalnızlara oynayanlar olur. Ama büyük kalabalık ters ve yanlış yolda ise bu yanlışın önü alınamaz. Zararın büyüklüğü de telafi edilemez.

Yazımı bir fıkra ile noktalayayım da bu, işin içinden çıkılmaz, sıkıcı yazı ve konunun ardından bir nebze gülümseyelim:

Temel Avrupa'da otobana girmiş. Bir başına ilerliyor. Az sonra bir anons duyuyor: Dikkat dikkat! Sayın yolcular karşımızda otobana ters girmiş bir sürücü var. Dikkatli olmanızı öneririz.

Bu anonsu duyan Temel, "Ne biri? Kaç biri. Hepsi ters yoldan geliyor hepsi" diyerek, garibim Temel ters yoldan gittiğinin farkına varmadan bir başına yoluna devam ediyor.

Ne diyelim? Hayırlı yolculuklar Temel.