31 Ocak 2025 Cuma

Nihayet Bana İş Çıktı (1)

Bugünlerde pek bir işim yok. Hoş, hiçbir zaman dopdolu geçen bir hayatım ve işim olmadı. Hep bir işim olsun arayışı içinde geçirdim ömrümü desem yeridir.
Nihayet bir iş çıktı. Şahit olduğum bir kavga adliyelik olmuş. Taraflardan biri de beni şahit olarak yazdırmış. Sağ olsun, var olsun.
Mahkemenin tebligatını görünce haliyle bir sevindim bir sevindim. Çünkü nihayet bir iş çıkmış, beklediğime değmişti.
Ne de olsa şahit olarak ilk defa hakim karşısına çıkacaktım. Hakim, savcı, avukat, adliye katibini görecektim. Adalet dağıtan mekanizmanın işleyişini görecektim.
Dört gözle mahkeme gününü iple çekmeye başladım. Derken efendim, tebligatın altındaki ihtar başlığıyla yazılan yazı dikkatimi çekti. Daha mahkemeye gitmeden ihtarı yiyince haliyle üzüldüm. Çünkü ihtar aba altında sopa
gösteriyordu: Belli gün ve saatte duruşma yerinde hazır olmadığınız ve mazerette bildirmediğiniz takdirde CMK 44 maddesi gereğince zorla getirileceğiniz ayrıca gelmediğinizden dolayı sebep olduğunuz mahkeme masraflarının kamu alacaklarının tahsili usulüne göre tarafınıza ödettirileceği ihtar olunur". Bu uyarının yazım ve imla yanlışlarını bir tarafa bırakıyorum. Belli ki bu ihtarı yazan kimsenin virgülle arası pek yok. Daha doğrusu hiç yok.
İhtarı yiyince üzüldüğümü ifade etmek isterim. Çünkü ne zamandır işsizlikten sıkılmış biri iken, hazır bir iş çıkmışken, koşa koşa gideceğim bir iş olduğu halde böyle bir ihtar inanın zoruna gitti.
Neymiş de gitmezsem, zorla götürülecekmişim ve mahkeme masraflarını ödeyecekmişim. Olacak şey değil. Gören de kavgayı yapan sanki benim. Hakareti yapan sanki benim. Yaralayan sanki benim. Tehdit eden sanki benim. Mahkemeyi işgal eden de sanki benim.
Halbuki kavgayı yapan başkası, tehdit ve hakaret eden başkası, yaralayan da başkası. Daha mahkemeye gitmeden ihtar da bana. Tek suçum tüm bu ortama şahitlik yapmak. Gel de kaderim kaderim deme.
Bunu böyle diyecekleri yerde, "Adaletin doğru tesisi ve tarafların mağdur olmaması bakımından şahitliğinize ihtiyaç duyulmuştur. Gelmediğiniz takdirde yanlış karar verilme ihtimalinden dolayı vicdan azabı çekmemeniz için belirtilen gün ve saatte mahkeme salonuna gelmenizi rica ediyoruz", dense daha iyi ve daha şık olmaz mıydı. Öyle ya rica gibi şık bir kelimemiz varken ihtar neyimize. Ayrıca üstün ricası emirdir zaten.
Yoktan yediğim bu ihtar moralimi bozdu, canım sıkıldı. Acaba gitmesem mi bile diyemedim. Çünkü işin ucunda şahitliğe gitmediğim takdirde iki polis nezaretinde evimden elime kelepçe takılıp götürülmek de var.
Komşular elimde kelepçe ile evden götürülüşümü görünce, tüh sana, yine ne yaptı memur bey, belliydi bunun böyle yapacağı diyecekler. Sanki daha önce bir şey yapmışım gibi.
Şahitliğe gelmedi teyze dediklerinde, demek yurttaşlık görevini yapmaktan kaçındı ha tüh sana tüh sana! Ne biçim vatandaşsın derlerse, bir daha komşuların yüzüne nasıl bakacaktım? Bir de polisler evimi gündüz gözüyle değil de sabah 06.00 sularında kuşatırsa, site sakinleri, sitemizde bir terörist mi besliyormuşuz da diyebilir.
Böyle bir durumda bu sitede kalma durumum da olmazdı. Mecburen evi satılığa çıkarıp mahalleyi terk etmem gerekecekti. Bir şahitlik yoktan başıma iş açacaktı.
Bereket, bunların hiçbirine ihtiyaç kalmadan, komşuların haberi olmadan, eve polis gelmeden belirtilen gün ve saatte şahitliğe gitmek için evden çıktım.
Yaptığım şahitliğe ve mahkeme ortamına da bir başka yazımda değinmek isterim.

Niçin Dışa Yansımıyor? *

Tanıdığım biri var. Her gördüğümde masasının üzerinde deste deste kitaplar bulunur. Bunlar ne dediğimizde, okuyorum, bunlar okunacak der.

Gelen gidenin de dikkatini çeker bu kitaplar. Hatta bu tanıdığım masasının üzerindeki kitaplarla yetinmez. İnternet üzerinden kitap siparişi de verir.

Masanın üzerindeki kitaplar bir başkasının da dikkatini çeker. Okuyor mu bunları diye sordu bana. Bunu daha önce ben de sordum. Okuduğunu, kitap okumayı sevdiğini söyledi üstelik dedim. İyi de madem bu kadar kitap okuyor. Peki, dışarıya niye bir şey sızmıyor, niye bir şey yok dedi.

Yine bir başka tanıdığım var. Ne zaman görüşsek, kitap okuyorum durmadan. Şimdi de şu kitabı okuyorum der. Bu arkadaş da okuduğu kitapla orantılı değil. Okur gibi mi yapıyor, burasını bilmem. Bildiğim bir şey varsa okunan kitaplar beyninden süzülüp gelmiyor. Yani dibine bile ışık vermiyor.

Öyle ya okunan kitap kişide bilgi, birikim ve donanıma dönüşmesi gerekiyor. Kişinin konuşmasına yansıması gerekir. Satıcılığı olmasa bile gören, iyi bilgisi var ama satıcılığı yok demesi lazım.

Tamam satıcılık ayrı bir sanat. Ama niye bunca okunan kitap kelime hazinesini geliştiriyor? Niçin bir fikre bir görüşe dönüşmüyor? Niçin insanlara yol göstermiyor? Niçin okuduklarından bir hisse çıkarıp üç beş atıfta bulunamıyor? Niçin okunandan akılda bir şey kalmıyor?

Belki de okumadığı halde caka satmak amacıyla okur gibi yapıyor. Bir zamanlar bir gün okuruz diye rafların ciltli kitaplarla süslendiği gibi. Ya okuyor ama okurken beyin ve zihin gezintiye çıkıyor ya da akılda bir şeyler kalsa bile bunu kimseyle paylaşmıyor.

Bu iki örnekten bir başka konuya gelmek istiyorum. Ne zaman Müslümanlardan dert yansan, Müslümanlarda ahlak sorunu var desen, hemen birileri iyi bir dinimiz var. Suç İslam'ın değil şeklinde savunmaya geçiyor.

Elbette İslam mükemmel bir din. Buna diyecek bir şey yok. Burada denecek şey bu mükemmel din niçin bu dine inananların çoğuna sirayet etmiyor? Bu din niçin yaşantıya dönüşmüyor?

Öyle ya bir küpte bal olsa yağ olsa ya kokusuyla ya da küpün dışına sızmasıyla kendini belli eder.
Sahi bu mükemmel ve son din müntesiplerinin kahir ekseriyetine, kokusuyla ve dışa sızmasıyla dahi olsa niçin renk vermiyor? Niçin inançla amel bir uyum içinde olmuyor?

Mesela kötülüklerden arındıran namaz onca kılınan namaza rağmen kişiyi niye arındırmıyor?
Tutulan oruç niçin kişinin nefsini terbiye etmiyor?

Verilen zekât niçin mal hırsından geri bırakmıyor?

O kadar ayet ve hadis bilgisine rağmen niçin adaletsizlik, sahtekarlık vs. yaygın?

Sahi bu mükemmel din niçin hayatımıza yansımıyor?

*28.02.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

30 Ocak 2025 Perşembe

Niçin Böyle Olduğumuzun Fotoğrafı *

Habertürk TV ana haber sunucusu Mehmet Akif Ersoy'un kısa bir videosu önüme düştü.

Videoda şöyle diyor: "İki, üç hafta önce bir üniversiteye konferans vermek için gittim. Salonda 700 öğrenci vardı.

Öğrencilere, 'Kendisini bu ülkede istediği gibi ifade edebiliyor mu? İstediğinizi, düşündüğünüzü söyleyebiliyor mu' diye sordum.
Üç kişi el kaldırdı, isteğimizi söyleyebiliyoruz diye.

700 kişilik salonda 'söyleyemiyoruz' diyenler el kaldırsın dedim.
600 kişi elini kaldırdı.
Hayırlısı dedim.
Bir 10-15 kişi daha kaldırdı diyor.

Sonrasında Mehmet Akif konuşmasına şöyle devam ediyor: Eğer bir üniversitede 700 kişiden 600 kişi fikrimizi ifade edemiyoruz diyorsa, burada bir sorun var. Yetkililerin bu sorunu gidermesi gerekir. Eğer böyle bir şey yoksa bile yani fikir açıklamanın önünde bir engel yok da üniversiteli gençler böyle bir algıya sahipse bu daha büyük bir sorundur. Üzerine gidilmesi gerekir" açıklamasını yapıyor.

Ersoy'un başından geçen bu anekdot düşündürücü. Zira vahim bir tablo ile karşı karşıyayız. Bir ülkenin gözü pek genç ve delikanlısı ve de kanı deli olanı yani üniversite öğrencileri görüş açıklayamıyoruz endişesi taşıyor ve bu psikoloji ile yaşıyorsa varın öbür kuşakları bir düşünün. Zaten bu ülkenin önemli bir oranı çocuk. Yaşlı olanlar da azımsanamaz. Çalışan nüfustan işçi ve memurun sesi çıkmaz. Makam sahibi bürokrat zaten konuşmaz. Serbest iş yapanların çoğunun böyle bir derdi olmaz. Gazete ve TV'ler bir el tarafından parsellendiği için buralarda görev yapanlar da sahibinin sözünün ve görüşünün dışına pek çıkmaz. Ancak birilerinin borazanı olur. Geriye sadece siyasiler kalıyor görüş açıklayacak. Onların da durumu malum.

Bu durumda bu ülke siyasiler dışında bir sessiz yığından ibaret olur. Bu sessiz yığınlık dilsiz şeytan olmaktır ki b sessiz yığın ordusu ile de yola çıkılmaz, görüş ortaya çıkmaz, orijinal fikir ortaya konmaz, eleştiri yapılmaz. Bu kadar sessizin ortasında görüş ortaya koyanlar bir şekilde malı götürür.

Eğer bir ülkede eleştirel düşünme, görüş açıklama yoksa, olumsuzluklara tepki verilmiyorsa o ülkede hak arama mücadelesi verilmez, bilimsel gelişme başta olmak üzere hiçbir alanda gelişme, değişme ve dönüşüm olmaz. O toplum hep yerinde sayar. Yerinde saydıkça gerisin geri gider. Her gün bir önceki günü aratır.

Hasılı eğer bu ülke her alanda gelişmek istiyorsa, Mehmet Akif Ersoy’un ortaya koyduğu bu problemin üzerine gidilmesi gerekir. Bu bir problem görülmez, biz uslu çocuğu severiz, zira bunların yönetilmesi daha kolaydır denirse, sanırım birilerinin ekmeğine yağ sürülmüş olur. Sanki istenen de bu gibi.

*03.03.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.