15 Kasım 2021 Pazartesi

Kurban ve Akraba Evliliği *

Evlilik bir nasip işi olarak bilinir toplumumuzda. Hatta Allah yazmış bile denir. Allah yazıyor mu bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla Allah yazmaz ama kimin, kiminle evleneceğini bilir ve evliliğe de müdahale etmez.

Eskiden görücü usulü ile evlilik yaygın iken şimdilerde kılı kırk yaran evlilikler söz konusu. Çoğu, eş adayı ararken evleneceği eşinin çalışan olmasına öncelik veriyor. Kimi akrabasından çalışan biri ile evleniyor kimi eş-dostun tavsiye ettiği biriyle evleniyor kimi okul arkadaşıyla evleniyor kimi de işe başladıktan sonra bir iş arkadaşıyla evlenme yoluna gidiyor. Hangi tür ve yol ile evlilik yapılırsa yapılsın, kiminin evliliği ilanihaye devam ederken kimininki başlamadan bitiyor kimininki de kavga gürültü bir müddet devam ediyor. Ama boşanmaların arttığı bir gerçek. Allah herkese geçim dirliği versin.

Burada şu tür evlilik daha iyi diyebileceğimiz bir durum söz konusu değil. Ama evlilikten beklenti ne kadar yüksek olursa evlilik bir o kadar zor yürüyor. Üzerinde durmak istediğim, akraba evlilikleridir. Adı üzerinde akraba evliliğinde, birbiri ile akraba olanların evlilik akdiyle akrabalıkları bir derece daha pekiştirilmiş oluyor. Tabi bu evlilik düzgün ve seviyeli gitmek şartıyla. Ama evlilik sağlıklı işlemediği zaman eski akrabalık da sona ermiş oluyor. Bu dargınlık tüm aileye sirayet edebiliyor. Düğün ve cenazede birinin gittiği ve girdiği yere diğer tarafın gitmediğini, gitti ise de konuşmadığına şahit oluyoruz. Evlilik bir tercih ise akraba evliliğinden ziyade bir akrabalık bağı olmayan kişilerle evlenilmesine daha sıcak bakıyorum. Bu tür evlilik devam ettiği takdirde yeni bir akraba kazanıldığı için akrabalık genişlemiş oluyor. Kazara geçim olmaz ise başka da akrabalık bağı olmadığı için taraflar birbirini görmeyecek şekilde yollarına devam edebiliyorlar. O yüzden akraba evliliğinin tercihte en son çare olması gerektiğini düşünenlerdenim.

Akraba evliliğinden ziyade başkalarıyla evliliğe sıcak bakmamın en önemli sebebi, doğacak çocukların daha sağlıklı olmasıdır. Ne alaka derseniz, bu konuda İbrahim Saraçoğlu’nun 2000 öncesi bir kurban arifesinde, Ali Kırca’nın sunduğu Siyaset Meydanı isimli programında, kurbanın hikmetiyle ilgili yaptığı konuşmadan aklımda kalanları paylaşmak istiyorum. “Her yıl belli yaş ve belli özellikte olan hayvanlar kurban edilerek hayvanların daha sağlıklı gelmesi sağlanmaktadır. Çünkü hayvanlarda akrabalık ilişkisi insanlar gibi değil. Annesini emen bir hayvan daha sonra annesiyle ilişkiye girebiliyor. Bu da hayvan hastalıklarını tetikliyor. Batı'da hayvanlarda  deli dana vb. hastalıklar ortaya çıkarken İslam dünyasında bu tür hastalıkların ortaya çıkmamasının sebebi budur. Çünkü normal evliliklerde çocuğun özürlü doğma oranı yüzde 1 iken akraba evliliklerinde bu oran yüzde 15'e kadar çıkabiliyor”. Bu demektir ki normal evliliklerde her yüz kişiden biri özürlü doğuyorken akraba evliliklerinde her yüz kişiden 15’i özürlü doğabiliyor. Yüzde 1’e göre yüzde 15 yüksek bir rakamdır. Burada akraba evliliği yapılmasın ve yasaklansın kastım yok. Zaten böyle bir durum söz konusu olamaz. Ama evlilik bir tercih ise akrabalık bağı olmayanlarla evlenmenin tercih edilmesinde fayda var. Ki bu öneri ciddiye alınmalıdır.

Burada “Ben de akraba evliliği yaptım. Çocuklarım da turp gibi” diyenler çıkabilir ya da “Normal evlilik yaptım ama çocuklarım engelli" diyenler olabilir. Doğrudur. Zira her akraba evliliğinde çocuk engelli veya diğer evliliklerde çocuk sağlıklı olacak diye bir durum söz konusu değildir. Oranlara bakarsak akraba evliliklerinde çocuğun engelli doğma riski daha yüksektir.

Yine de tercih insanımızın.

*08/07/2022 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

14 Kasım 2021 Pazar

Diyabet ve Yürüyüş *

Son anda karar değiştirerek yürüyüş maratonuma Akyokuş'ta başladım. Daha yürümeye başlamadan, yere atılmış ya da düşürülmüş bir 25 kuruş gördüm. Erkektir mutlaka düşüren. Arka cebinde cüzdanı olur ama cüzdanı pek kullanmaz. Ne bulursa cebine atar. Bu tür bozuk paralar ağırlık yapınca cep deliniyor. Çoğu erkeğin, böyle astarı delinmiş cebinden epey bir haberi olmuyor. Orta yere atılmış bu paraların başka açıklaması olamaz. 


25 kuruş, küçük bir paraydı ama pazar pazar işler bereketli olacak intibaı edindim. Ne de olsa dakika bir, bir 25 kuruş. Hemen sosyal medyada gâvur parasıyla ne kadar eder paylaşımı yaptım. Ardından deh deyip yürüyüşüme geçtim. Ben yürürken sağ olsun yorumculardan iki kişi hesap yapmış. Bu para 0,025 dolar ya da 0,022 EURO yapıyormuş. Hiç yoktan iyiymiş derken bir başka yorumcu, "Geçen hesapladım. Sıfır EURO, 5 TL yapıyor" yazmış. Ne demek istedi anlamadım ama belli ki hükümet muhalifi, nankörün biri. Bu para iyice erimeden EURO veya dolara çevireyim, milli servet yok olmasın dedim ama Akyokuş'ta döviz bürosu ne arasın. 


Neyse evinde oturan birileri, benim olmayan bu parayı yabancı paraya çevire dursun. Ben yürüyüşüme odaklandım. Çünkü yürüyüş paradan daha önemli. Para belki bir şeyleri satın alabilir ama yürüyüşü satın alamaz. Kimine para versen de yürümez.


Vakit nakittir deyip yürüyüşüme başladım. Bir gidiyorum bir gidiyorum. Allah ne verdiyse artık. Tıpkı eski günlerdeki gibi hızlı bir tempo tutturdum. Ne duruyorum ne soluklanıyorum. (Ne nefes alıyorum diyeceğim ama böyle bir seçeneğim yok.) Öyle yürüyorum ki baktım şıpır şıpır ter akıyor ensemden. Elimi göğsüme götürdüm, sırtıma baktım. Soğuk soğuk terlemişim.


Niyetim Belenbaşı Beli’ne varıp dönmek. Gidiyorum bir hızla. Arabalar geçiyor yanımdan durmadan. Yürüdüğümü gören de kornasını çalıp selam verip yoluna devam ediyor. Kimi de elini camdan uzatıp selam veriyor. MA plakalı biri de uzun uzun çaldı. Acaba selam mı verdi? “Bu havada, bu yolda, bu tempo…Üstelik elinde susadığı zaman içebileceği bir suyu bile yok. Aklından zoru olmalı bunun” da demiş de olabilir. Neyse umurumdaydı sanki. Ama korna ile selam verip geçenler moral verdi diyebilirim. Zira gaz önemli. Hele gaza gelen zamlardan sonra tabana kuvvet deyip yürümek en iyisi. Çünkü bir maliyeti de yok. Nasılsa ceremesini ayaklar çekiyor bu kafanın.


Öyle bir tempo yakalamışım ki saate bir baktım. Bir saatte Belenbaşı Beli’ne (Uçurtma şenliği yapılıyor meraklıları tarafından burada. Rakımı da 1460) varmışım. Dedim, bu kadar yürüme az geldi. Hava da güzel. Hafif hafif esiyor. Madem buraya geldim. Şurada Altınapa Barajı’na ne kaldı? Tepeyi iniverince orada. Yani ayağımın altında. Zaten bu gazla gidersin dedim. Bu arada tepeye gelmeden araçları karşıdan görecek şekilde yolun karşısına geçtim. Tam baraja yaklaşırken karşı yolda bir kamyon durdu. Camını indirerek götüreyim, gel dercesine işaret etti. Elimi kaldırarak teşekkür ettim. (Bir de kamyoncuları kaba biliriz. Değilmiş meğer.)


Bir on dakika barajda suyu seyrettikten sonra geldiğim yolu tepmek için tekrar yola çıktım. Yola çıkmadan önce kaç bin adım atmışım diye sayacıma baktım. 14600 adım atmışım. Akyokuş’tan buraya bu kadar adım atmışsam, demek ki bugün 30 bin adım atacağım dedim. Yine araçları karşıma alarak yürümeye koyuldum. Bu arada keyifle yürürken gözüm de boş durmuyor. Arka hariç, sağı, solu ve önden gelen araçları da süzüyorum.  Bir de ne göreyim. Aracının sağ ön koltuğuna eşini/sevgilisini/nişanlısını (size göre yavuklusunu) almış bir kaptan, sol eliyle aracını tam gaz kullanıyor. Sağ eli ne yapıyor demeyin. Sevgilisini göğsüne yaslamış, elini de onun omzuna atmış bir şekilde baraja nazır gidiyorlar. Kıskandım doğrusu. Maşallah her eli bir marifet gencin. Ben olsam yapamazdım. Çünkü tek elle araba sürmem, yüzde yüz kaza garantisi demektir.


Onlar, yolculuğun ne zaman geçtiğini bilemeden liseli aşıklar gibi yollarına devam ededursun. Ben de geldiğim yolu arşınlamaya devam ettim. Onlar nereye kadar gittiler bilemem ama benim yolculuğum Akyokuş mevkiine gelmeden Takkeli Dağ’ın hizasında bitti. Çünkü oğlan aradı, neredesin diye. Yerimi söyleyince almaya geliyorum dedi. Gelme dedimse de geldi. Yürüyüş yolculuğum, 30 bin hedefine varmadan böylece akim kaldı. (Siz bu kadar yürümeyin. İdeal yürümeyi 8-10 bin ile sınırlamak gerek.)


Oğlanla Akyokuş’ta birkaç bardak çay içerek lafladık. Oradan arabama binerek evin yolunu tuttum.


Akşam evde çayını yudumlarken (yine mi çay demeyin. Fakirin çaydan başka neyi var.) TV’yi açtım. Dünya Diyabet Günü imiş bugün. Namı diğer şeker hastalığı. Yazım uzadı biliyorum ama burada biraz da bu hastalıktan bahsetmek istiyorum. Dünyada şeker hasta sayısı da 463 milyonmuş. Şeker hastalarının anası ağlıyor, günlük hapı yutuyorlar ama sanırım köşe olanlar şeker ilacını üretenler. Çünkü şeker hastaları ilaca bağlı hastalardır. Rapor karşılığında ilaçlarını kullanıyorlar. Birkaç kutu olarak yazılan ilaç bitince tekrar alınıyor. Yani Allah nefes verdikçe ömür boyu bu ilacı kullanacaklar. Bu demektir ki ilaç sektörünün 463 milyon hazır müşterisi var. Tip 2 şeker hastalığının tedavisi basit bir ameliyatla giderilebiliyormuş. Ama tıp dünyası buna sıcak bakmıyor. Nasıl ve niye baksın ki. Böyle basit bir ameliyat demek, ilaç sektörünün 463 milyon müşterisini elinin tersi ile itmek ve dünya ilaç babalarını karşılarına almak demektir. Hasılı ilaç sektörünün insafı yok.


Şeker hastalığının değişik sebepleri olabilir. İlk başta da genetik yoluyla geçiyor olmasıdır. Bunun dışında uzmanlar aşırı kilo, hareketsizlik ve stresi de sebepler arasında saymaktadırlar.


Stres yapma demek kolay. İnsanın sıkıntısı varsa, elinde olmadan strese girebiliyor ama kilo ve hareketsizliğin çözümü elimizde. Bunun da en güzel yolu yürüyüştür. (Yukarıda şekil A da görüldüğü gibi.) Bazıları zamanım yok dese de herkes, isterse yürüyüşe zaman ayırabilir. Pekâlâ, istirahat saatimizden ödün verebiliriz. Çünkü şekerin ilacı yürüyüştür. Stresi de alıyor bu arada. İnsanın gözü ve gönlü açılıyor. Yürüyüşün bitiminde bir duş vücudu rahatlatıyor. Herkese ama özellikle kilo sorunu ve hareketsiz yaşayanlara öneririm günlük rutin yürümeyi. Şeker hastası olanlara bu vesileyle geçmiş olsun diyorum. Allah diyabetlilere sağlık, ilaç sektörüne de insaf versin.


*17/11/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

13 Kasım 2021 Cumartesi

Yurdum İnsanı Bir Başka

Çuvalla patates almak için bir markete gittim. Soğan var çuvalla. Patatesi kiloyla veriyoruz. Seç, doldur dedi. Poşetlere doldurmaya başladım. Niyetim 30 kilo almak. Beş poşet doldurdum. Bir poşet kaç kilo  geliyor diye tartıya götürdüm. 5 kilo dedi. Bir poşet daha doldurayım derken tartıdaki görevli, "Dükkana mı alıyorsun bunları" dedi. Eve alıyorum deyince, "Kardeşim, bu fiyata kışlık patates alınır mı? Yazık! Daha kışlık patatesin zamanı var dedi. Ne yapayım bunları dedim. Bence yerine geri boşaltabilirsin dedi. Dediği gibi yaptım.  Şimdilik yetecek kadar bir poşeti bırakarak geri kalanı tezgaha boşalttım. Görevliye teşekkür ederek ayrıldım. 

*

Bir iki hafta sonra bir başka marketin önünde durdum. Yine patatese bakacağım. Patates çuvallarının bulunduğu yere gittim. Fiyat etiketini göremedim. İçeriye girerek manav reyonundaki görevliye fiyatını sordum. Çuvalla vermiyoruz. Ama istersen tartıp verebilirim. Araban var mı dedi. Karşıya koydum dedim. Problem değil. Yalnız bu çuvallar geleli fazla olmadı. Gördüğün gibi patatesler yeşillenmeye başladı. Buradan çuvalla alacağına, madem araban varmış. Şuradan Kızılay Hastanesinin oraya git. Onun yanında Çomaklı, Boruktolu patatesleri satılır. O patateslerde yeşillenme de olmaz. Yine de sen bilirsin dedi. Teşekkür edip ayrıldım. 

*

Karatay Terminaline yakın bir markete girdim. Bu sefer patates almayacağım. Zaten burada manav reyonu yok. Tahinimi hep bu marketten alırım. Mütevazı bir market burası. İki kardeş çalıştırıyor. Üç kilo kepekli tahin istedim. Elemanı tartıp getirinceye kadar hal hatır lafladık. Ödemeyi yapacağımda utana sıkıla "Tahine iyi zam geldi" dedi. Ne kadar oldu dedim. 37 lira oldu dedi. Önceki aldığıma göre 5 lira gelmiş. Diğer ürünlere gelen zammın yanına varılmıyor. Keşke hepsine de bu kadar zam gelseydi dedim. Vedalaşıp ayrıldım. 

*

Size yurdum insanından üç kesit. İlk iki anekdotum market çalışanları ile. Çalıştıkları yeri korumadan ziyade tüketiciyi koruyorlar.  Başkasının ücretli elemanı olmalarına rağmen vatandaştan yana oluyorlar. Aman bana ne? Yüksek fiyata alırsa alsın demiyorlar. Zira çalışan olsalar da kendileri de aynı zamanda birer tüketici. Onlar da evlerine ekmek götüreceklerinde hesap kitap yapıyorlar. 

Marketlerden kavun karpuz alacağımda önce manav reyonunda çalışanlara kavun karpuz nasıl derim. Çünkü bir öğle yemeğinde kavun ya da karpuz yemişlerdir. Sağ olsunlar, ne ise onu söylerler. İyi, çok iyi ya da şu çeşitten al derler. Bazen seçiverir misin bile derim. Üşenmeden dışarıya kadar gelip sanki evlerine alıyormuş gibi özene bezene istediğim kadar seçiverirler. 

Tahin almak için gittiğim son market sahipleri ise birkaç ayda bir uğramama rağmen beni tanır. O yoğunluğa rağmen ilgi ve alakasını esirgemez. Çayımız var. İkram edebiliriz derler. Vaktim varsa içeri de müsait ise zaman zaman çaylarını içtiğim olur. Bakkaldan büyük, marketlerden küçük, süper market ayarında bir yer olan bu alışveriş merkezinin müşterileri de belli insanlar olmalı. Çünkü alışverişe gelen herkesi tanıyorlar. Gelen gözü kapalı alışveriş yaptığına göre demek ki herkese güven vermişler. Fiyatını sormadığım tahine gelen zammı bir mahcubiyet edası içerisinde söylediklerine göre gelen zamlardan da hoşnut değiller. Bu bile marketler çok kazık, vatandaşı kazıklıyorlar. Bunlarda Allah korkusu kalmamış diyenlerin sözlerini boşa çıkartıyor. Çünkü marketler aracı kurum gibi. Aldıkları ürüne karlarını koyup satıyorlar. 

Allah hepsinden razı olsun.