9 Eylül 2018 Pazar

Halkbank Meselesi

Halkbank, çok geçmişini bilmesem de 17-25 Aralık sürecinde üzerinden seçimle gelmiş meşru hükümete operasyon çekildi. Ayakkabı kutularıyla anıldı yöneticileri. Yolsuzluk şayiaları ayyuka çıktı. 

Türk mahkemelerinin takipsizlik verdiği olayın peşini esas aktör bırakmadı. Olayda adı geçen Rıza Zarrap ve Halkbankın Genel Müdür Yardımcısını yakalayarak yargıladı. Bu yargılamada Zarrap bizi yarı yolda bıraktı. Çünkü itirafçı oldu. Olan da bankanın yöneticisi Hakan Atilla'ya oldu. Uyduruk isnatlardan ceza aldı. ABD bu. İstediğini asar ve keser. Burada sorgulanması gereken Zarrap ile Hakan Atilla'nın yakalanacaklarını bile bile ABD'de boy göstermeleriydi. Niçin gittikleri, neye hizmet ettikleri manidar!

Halkbank'a isnat edilen yolsuzluk iddiası ve ardından 4-5 yıl aradan sonra ABD'de açılan Halkbank meselesinde ülke insanının ekseriyeti Türkiye Cumhuriyeti'nin yanında yer aldı. Bankacılığına çok sıcak bakmasam da iç ve dış şer odaklarının saldırısı olduğundan bu mesele memleket meselesi dedim. Destekledim, destekledik, desteklemeye devam edeceğiz. Çünkü bu bankanın başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi. Ama son olay bu kadar da olmaz dedirtti.

31.08.2018 mesai bitiminden sonra banka, 1 doları 6 TL'nin üzerinde satış yapması gerekirken 3.72 TL'den kısa bir süreliğine dolar satışı yapıyor. Banka, bunun sistem hatası olarak olduğunu, fark eder etmez kur satışını düzelttiklerini, ederinden daha düşük dolar alanların hesaplarının bloke edildiğini, herhangi bir zararın oluşmadığını açıkladı. Devlet zarara uğradı mı? Yanlış satış Bağdat'tan döndü mü?Banka çalışanlarının bu yanlışta bir kastı var mı? Bankanın sistemine bir dış müdahale var mı? Bazı sorulara banka yetkilileri cevap verse de vatandaş çok ikna olmadı. Çünkü ikna olunacak gibi değil. Acaba devletin parası birilerine peşkeş mi çekildi diye düşünüp duruyor şimdi. Vatandaş haklı bu konuda. 2013 yılı 17-25 Aralığından beri her türlü saldırının merkezinde olan bir bankanın hata veya yanlış yapma lüksü yoktur. İşin garibi bir bedel ödeme yok, "Hata benim hatam" deyip istifa eden yok, "Sen sen sen bu konuda yanlış yaptınız. Bu yüzden sizi görevinizden el çektiriyorum" diyen de yok. Herkes hiçbir şey olmamış gibi işine-gücüne devam ediyor.

Doların ucuza satılma olayında devlet zarara uğramamış, yetkililer zamanında müdahale etmiş, satın alınan dolar işlemleri iptal edilmiş, işlem yok hükmünde olabilir. Fakat vatandaşın kulağına kar suyu kaçmıştır. Çünkü bir şeyin şuyuu vukuundan beterdir. Ucuz doları kimin aldığı da belli değil. Çünkü  Kanun gereği açıklanamıyormuş ve ticari sırmış. Oh ne âlâ memleket! Burada normal bir alışveriş yok. Kimse normal alışverişler dahil bankacılık işlemleri açıklansın istemiyor. Burada bankanın içini boşaltma durumu söz konusu. Durum bu iken ticari sır deyip fırsatçılık yapanları açıklamamak hiç doğru değil.

17-25 Aralık olayı ve ardından banka yetkilisinin ABD'de yargılanması büyük bir operasyon. Ama ucuz kurdan dolar satışını bir sistem hatası olarak görmüyorum. Bankacılıktan anlamayan biri olarak bu işte yine bir dış müdahale var, ya da dış uzantının Halkbank'ın içinde görev yapan bir uzantısı var. Hangisi olursa vahim bir durum. Bence BDKK bu işin peşini bırakmamalı; ucu nereye, kime uzanıyorsa iyi bir inceleme ve soruşturma başlatmalı, sonuçtan kamuoyunu bilgilendirmeli.

8 Eylül 2018 Cumartesi

Bazı Günler Gazetemin Elime Niçin Geçmediğini Nihayet Öğrendim *

Çok yaygın olmasa da Türkiye'de gazete aboneliği vardır. Abone olduğun takdirde evine kadar geliyor. Sabah kahvaltını yapınca açıp okuyor, Türkiye ve dünya gündeminden haberdar oluyorsun. Okuya okuya gazete bağımlılık yapıyor, "Şu gazetem bir gelse de okusam" diyorsun. Bu şekil gazete takibi ve okuması özellikle internete erişimin olmadığı ve televizyon haberciliğinin yaygın olmadığı zamanlarda daha yaygındı. Gazetelerin abone uygulamasından zaman zaman ben de faydalandım.

Adıyaman-Kahta'da görev yaparken bazı günler gazetem gelmezdi. Dağıtımcıyı arar sorardım: Kah "Hava muhalefetinden dolayı gazetemiz ilimize gelmedi." Kah, "Dağıtıcıyı değiştirdik, evinizi bulamamış, birkaç gün böyle aksaklık olur." Kah "Bizim gazete Gölbaşı ilçesine bugün bırakılmamış, Malatya'ya gitmiş." denirdi.

Adana'ya geldim, orada da abone oldum. Doğru-dürüst gelmezdi. Bazı günler telefon açmaktan utanır olmuştum. Çarşıya çıktığım zaman gazete temsilcisine uğrardım. Her defasında "Efendim, dağıtıcıyı değiştirdik, değiştireceğiz. Sabır sabır" derdi. Hele bir defasında temsilci, "Bomba gibi bir dağıtıcı bulduk, bundan sonra aksama olmayacak" dediğinde dikkat edin de elinizde patlamasın, demiştim. Çünkü mazeret mazeret iyice gına gelmişti. Bir gün yine gazetem gelmedi. Gazetenin il temsilcisi yerine İstanbul merkezi aradım gazetem bugün gelmedi diye. Şikayetim hemen etkisini göstermiş ki Adana temsilcisi, "Beyefendi, dağıtıcı ile görüştüm. Bugün şu saatte sizin posta kutunuza bırakılmış" dedi. İyi de kardeşim, nere gider bu gazete o zaman dedim. Kendi kendime buğzediyorum. Beş kat aşağı inip posta kutusuna bir daha bakıyorum. Sağa bakıyorum yok. Sola bakıyorum yok. Başkasının posta kutusuna yanlışlıkla  konmuş olabilir mi diye bakıyorum, yine yok. Kolum kanadım kırık bir şekilde  geçip eve oturdum. Birden aklıma iki kat üstümde oturan bir emekli geldi. Çünkü zaman zaman alıp okuduktan sonra yerine koyduğunu söylemişti bir ara. Çocuklardan birini gönderdim. Git oğlum, Osman Beye bir sor bizim gazete kendisinde mi diye. Gazetem maalesef Osman Bey de çıkmıştı. İlk işim gazetenin hem İstanbul merkezini, hem de Adana temsilciliğini aradım: Kusura bakmayın, gazetem gelmiş, komşum almış diye.

Mübarek, emekli maaşının yetmediğini, bu yüzden gazete alamadığını, eskiden kendisinin de çok gazete aldığını söyler dururdu. Zaman zaman elimde küçük bir poşetle gelsem, beni görür görmez "Al bakalım, ben de bir zamanlar durmadan alırdım, şimdi alamıyorum" şeklinde kendisini ajite ederdi. Diğer alışveriş neyse gazeteye verilen para, para mıydı sanki! Ama komşumun bir iyi yönü vardı: Bedava okumayı severdi. Hoş bugün beleş de olsa okuyan yok.

Konya'ya geldikten sonra bir müddet gazetelere aboneliğim devam etti. İnternet gazeteciliği yaygınlaşınca aboneliği iptal ettirdim. 

Şimdi evime üç yıldır sadece Anadolu'da Bugün gazetesi pazar günleri hariç düzenli bir şekilde geliyor. Gazetenin yönetimi de gazetenin gelip gelmediğini zaman zaman telefonla teyit ediyor. Gelen telefonlara çoğu zaman "Düzenli bir şekilde geliyor" derim. Bazen de "Bazı günler gazete gelmiyor. Ya dağıtıcı getirmiyor, ya da cadde üzerindeki kapıya sıkıştırılan gazeteyi biri alıp gidiyor" derim. Çünkü bazı günlerde gazeteyi yerinde bulamıyorum. İyi de kim götürsün? Kim ne yapsın gazeteyi?

Biri götürüyor ama kim? Nihayet bu merakım bugün sona erdi. Alışveriş için markete niyetlendim. Arabaya bineceğim zaman öğle namazından gelmekte olan bir komşum lafa tuttu. Bu esnada sitenin caddeye bakar cümle kapısı açıldı. Hafif sakallı bir delikanlıydı içeri giren. Karşı komşunun sırtında oturan kalabalık bir ailenin mahdumlarından biriydi. Adını bilmiyorum. Selam verdi, aldım selamını. O da ne? Elinde de benim gazete var. Demek ki kapıyı açarken eline aldığı benim gazeteymiş. Baktım baktım. Hiçbir şey demedim. Yanımdan geçip gitti. Sağ olasın komşu! İyi ki varsın. Merakımı giderdin ya Allah ne muradın varsa versin!

Ortak kullanıyoruz hasılı gazetemizi. Ortaklık böyle bir şey demek ki! Bir o, bir ben...Kim önce girer veya çıkarsa o kapıdan; koltuğunun altına sıkıştırıp götürüyor. Sakın kıskanmayın beni! İlla ben de isterim böyle bir ortak derseniz, tek yapacağınız Anadolu'da Bugün gazetesine abone olmak. Siz abone olun, benim gibi bir ortak edinemezseniz komşumu gönderirim size. Görüyorsunuz bizde hizmette sınır yoktur.

Acaba gazeteye bize günlük iki tane gönderin. Çünkü ben alınca komşum, komşum alınca ben gazeteden mahrum kalıyorum desem komşum hakkına razı olur da bir tanesini mi götürür? Yoksa "Rabbimden bir göz istedim, o bana iki göz verdi" deyip ikisini birden mi götürür? Denemeye değer! O zaman Anadolu'da Bugün duy sesimi! Bize iki gazete birden gönder.

Bu durumda komşumdan abone parası istesem nasıl olur? Ayıp olur mu? 08/09/2018

* 29/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Yerli Malı Yurdun Malı/Herkes Onu Kullanmalı! *


Her yıl aralık ayının 12-18 günleri arasında okullarımızda kutlanan belirli gün ve haftalarımızdan bir tanesi de "Tutum, Yatırım ve Türk Malları" haftasıdır. Kısaca Yerli Malı haftası. "Yerli malı yurdun malı/Herkes onu kullanmalı" tekerlemesi hepimizin belleğinde.

1946 yılından beri kutlanıyor okullarımızda bu yerli malı haftası. İçinde tutum var, yatırım var, Türk malı var. Güzel bir hafta. Bu vesileyle okullarımızda aralık ayının uygun olan bir gününde bu hafta unutulmadan kutlanır. Öğrencilerin belleğinde yer etmiş, unutulmamış ve iştahla kutlanan tek hafta bu hafta dense yanlış olmaz. Öğrenciler günler öncesinden aralarında organize olur. Görev taksimine göre herkes evinden yiyecek, içecek getirir; sınıf yeme-içme ve eğlence durumuna yeniden düzenlenir, öğretmen gözetiminde ders esnasında yenir, içilir, eğlenilir. Öğrenciler getirdiklerinden birbirlerine ikram eder. Daha doğrusu felekten bir gün çalınır.  Her sınıfın değişmez baş milli içeceği ise Coca Cola'dır. Bitiminde akılda kalan dersin/derslerin kaynatılması kalır. Bu durumdan memnun olmayan kişiler, kirli bırakılan sınıftan dolayı hizmetli, bir diğeri de o gün fazla satış yapamayan kantinci. 

Haftadan amaç; yerli üretim yapma, yerli malı özendirme ve yerli malı tüketme sanırım. Aradan 72 yıl geçmiş, okullarımızda hala bu hafta kutlanıyor.  Maksat hasıl olmuş mu? Sonuç; yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz, kullandığımız iğneden ipliğe ne varsa bu ülkede hemen hemen hepsi ithal. Yani yerli malı değil. Yüzde yüz yerli dediğimiz malların yanına bile besmeleyle hatta eûzü ile yaklaşmak lazım. Çünkü bu ülkenin öz değerleriyle yapıldığı söylenen mamulün ya patenti bize ait değil, ya montajdan ibaret, ya içine ithal katkı maddesi konmuş, ya tohumu dışarıdan, ya başkasının patenti vurulmuş, ya da yabancıya satılmış... Yapmışız lisansı yok, yazılımı yok. Kaporta bizim motor başkasının. Ortalık adi Çin mallarıyla dolu. İçimiz-dışımız, evimiz-barkımız, aracımız ithal. Çiftçiliğimiz ve ziraatımız bile ithal. Toprak bizim tohum başkasının, çiftçi bizim tarlada kullandığımız araç vs başkasının. Kota koymuşuz bir de üstelik. Fazla üretemezsin diyoruz. Yeri geliyor buğday ithal ediyoruz, pirinç ithal ediyoruz. Tarım ve hayvancılık ülkesi Türkiye’m canlı hayvanı ve eti bile ithal ediyor. Pazarda, manavda yerli diye satılan sebzenin tohumu bile ithal.

Gördüğünüz gibi ithal oğlu ithaliz. Sanki bu dünyaya ithal etmek için gelmişiz? Sanki bu topraklarda yaşamanın bedeli başkasının ürettiğini alıp kullanmak şeklinde dizayn edilmiş. Yüzde yüz yerli dediğimiz ürünler -varsa eğer- onların da bize maliyeti dolara endeksli. Yersen... Tek yapacağımız  basıp parayı satın almak. Paramız yoksa faizle borç alıp yine satın alacağız. Bize biçilen rol bu. Düpedüz sömürgecilik bu. İnsan gücünün dışında her şeyimiz ithal. Bir kendimiz varız diyeceğim. Ama çoğumuzun kökeni de dışarısı. Bir kısmımız yerlileşmiş, bu toprağın insanı olduğunu kabullenmiş, bir kısmımız ise kendini bu toprağa ait hissetmediği gibi düşmanla bir olup altımızı oymaya çalışıyor.

Hasılı "Yerli malı, yurdun malı/ Herkes onu kullanmalı" tekerlemesi bir yutturmadan ibaret. Her şeyimizle yabancı sermayeyiz. Daha doğrusu yabancı sermayenin figürüyüz, kölesiyiz. Onlar üretecek, biz tüketeceğiz. Gidişatımız tükete tükete tükenip gideceğiz.  Sömürülmeye devam ediliyoruz. Dün böyleydi, bugün de böyle, yarınımız da böyle olacak.  Hava gazıyla yaşıyoruz. Bize bol ara gaz veriliyor. "Yok biz büyük bir devletiz, efendim biz çok büyük bir milletiz. Geçmişte Avrupalı şunu bizden gördü, bunu bizden aldı..." şeklinde. Biz geçmişle övüne övüne yaşamaya devam ediyoruz. Buna yaşamak denirse eğer... Bugüne dair söyleyeceğimiz bir şeyimiz yok maalesef. 

Başkasının ürettiğini tükettiğimizden midir çoğumuzda yabancı hayranlığı var. Onlar gibi olamayız belleklerimize yerleşmiş. Üretmiyoruz. Ürettiğimiz tek şey belki de kahvehanedir. Akşam sabah buraları mesken tutarak hükümet kurar, hükümet yıkarız. Bol konuşuyoruz. O yüzden bana kimse bundan sonra "Biz büyük bir devletiz" falan demesin; biz büyük devlet falan değiliz. Kimse bana "Biz çalışkan bir milletiz" demesin. Çünkü biz çalışkan bir millet falan değiliz. Biz kimiz biliyor musunuz? Biz başkasının pazarı olmayı kabullenmiş, kendine özgüveni kalmamış; rahatına düşkün, fakat kendini bağımsız ve özgür sanan birer zavallıyız. Boşu boşuna okullarda Yerli Malı Haftası falan kutlamayalım. 72 yıldır hala bize özgü yerli mallarını üretememişsek bundan sonra hiç üretemeyiz. Sonuç köleliğe devam, sömürülmeye devam. Devam oğlu devam...

Not: Beyin ve aklımız da satın alınmış diyeceğim, bana o kadar da değil deyip kızacaksınız. 94 yılında bize konuşma yapmak için gelen bir albaya, konuşmasının bitiminde bir asker, "Komutanım! Niçin bizim savunma sanayimiz yerli ve milli değil" dediğinde üzerinde Türk askeri üniforması olan albayımız, "Arkadaşlar! Kendi savunma sanayimizi kurmaya gerek yok. İleri ülkeler son model yapıyorlar zaten. Basıp parayı alırsınız" demişti.

* 17/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.