2 Mayıs 2016 Pazartesi

Dokunulmazlara dokunulsun *

Uzak Doğu ülke meclislerinde uzaktan  görmeye alıştığımız kavgalar hele şükür yakınımıza geldi. Daha yakından seyrediyoruz seçip gönderdiğimiz koca koca insanların şamatalarını.

Dokunulmazlıklarla ilgili görüşmelerin yapıldığı perşembe günü vekillerin kavgası ülke gündemine oturdu. Meydan savaşı gibiydi görüntü. 4 gün sonra ekranda milletin gözü önünde aynı kavganın kaldığı yerden devam etmesi taraflardan birinin veya ikisinin kavgayı bilinçli yaptığı anlamına gelmektedir.  Görüntü hoş mu? Değil elbet. Hatta rezalet. Bu kavga olsa olsa 'Kayıkçı kavgası' olur. Ben bugüne kadar vekillerin çok zarar gördüğünü görmedim. Bakmayın siz yumruk yediklerine. Milletin yıllardır yediği balyozun yanında yumruğun lafı mı olur?

02.05.2016  tarihi itibariyle meclise gelen  fezleke sayısı 619'dur. 550 vekilin olduğu mecliste vekil başına  1.12 dosya düşmektedir. Seçilmişimizdeki bu kabarık suç oranını görünce millet ne yapar kim bilir? Bizim adımıza kanun çıkaracak insanların kendileri temiz değil bir kere. Suç makinesi mübarekler… Kendisi temiz olmayanın bu millete, bu ülkeye verebileceği bir şey yoktur.

Konu dokunulmazlıklar meselesi. Kavganın sebebi ise, bize dokunulsun veya dokunulmasın. Kavgadan korkanlar birileri aralasın diye kalabalıklar içerisinde yapar kavgasını, postu deldirmemek için. Niyetleri gerçekten kavga olanın ekranda, mecliste kalabalıklar içerisinde işi olmaz. Kapatın ekranları, kapatın kapıları; paylaşın kozlarınızı. Er mi yaman, bey mi yaman. Alın boyunuzun ölçüsünü. Bir temizlik yapın. Giderayak hem bu ülkeye bir iyilik yapın, memleket kurtulsun. Birbirinizi kırın, vurun bu millet tüh derse gelin yanıma. Bu millet ardınızdan son görevi yapar, hepinizin adına helva bile dağıtır. O günü de ulusal bayram ilan eder. Hem o meclis alışkındır öldürmeye. Kimin kimi öldürdüğü de belli olmaz kim vurduya gider. Faili meçhul kalır. Bak Ali Şükrü Bey’in katili belli oldu mu? Olmadı. Hem zaten birbirinizi öldüreceksiniz. Öbür dünyaya gidince de "Dünyada ne var ne yok diye sorarlarsa," Bekri Mustafa'nın Küçük Ayasofya Camisine imam seçildiği gibi biz de milletin vekiliydik" deyin.

İşlenen suçlardan dolayı insan bu kadar korkar mı? İnsan biraz mert olur? Bugüne kadar vekil olup da ceza alan oldu mu? Kazara içeriye giren olduysa da nasıl ki bu millet mecliste iken bakmışsa içeride de beyler gibi bakar. Hiç merak etmeyin siz. İnsan Allah'tan korkar bir defa. Bu ülkenin Güney'i kan ağlarken, her gün şehit haberleri gelirken işlediğiniz suçlardan dolayı birbirinize düşmenizden utanmıyor musunuz? Bari kullarından utanın. El birliğiyle kaldırın dokunulmazlığınızı. Hiçbiriniz lâyüs'el değilsiniz. Bu millete her gün birileri dokunuyor, bu millet hala ayakta. Allah'tan başka yardımcıları da yok. Dokunulmazlık zırhı nedir bilmez. Allah'a emanettir onlar. Asılda koruma zırhı yoksa vekilde hiç olmamalı zaten.

Sizler mert olun, işlediğiniz suç ise cezanızı çekin, yok suç işlediğinize inanmıyorsanız gidin kendinizi savunun. Merak etmeyin, mahkemede de ekran olacak. Meclisteki kabadayı tavırlı öz güveninizi orada da gösterebilirsiniz...Yargı da adalet dağıtsın. Güven versin.  Kimseden direktif almasın. Eli vicdanında karar versin. Birilerine olan kızgınlıkları, kinleri adaleti elden bırakmalarına sebebiyet vermesin... Kimsenin onuruyla oynanmasın, Yeni mağduriyetlere zemin hazırlanmasın. Suçlu-suçsuz ayırt edilsin. Kamu vicdanında makes bulsun haklılığınız ya da haksızlığınız.

Sözüm meclisten dışarı. Ülkesi için çalışan, vekilliğinin hakkını tam veren, ülke meselesini kendi menfaatinin önüne koyan vekillerimize selam olsun.

*07/05/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

Konya'nın hediye adetleri *

Cumartesi akşamı hem tatili değerlendireyim hem de bir akraba ziyareti yapayım diye bir ahbabımı aradım, müsaitseniz çay içmeye geleceğim diye. "Pazar günü iki tane düğün var, düğün hediyesi almak için alışverişe çıktım. Eve dönüyorum buyurun gelin" dedi ahbabım. Akşam evine gidip ziyaretimizi yapıp çayımızı içtikten sonra ayrıldık. Fakat benim aklım düğün hediyesinde kaldı.

Malumunuz Ramazan ayının bir kaç yıldır yaz mevsimine  denk gelmesi sebebiyle düğünler Ramazan öncesi ve sonrası yoğunlaşır hep. Zaman zaman başka illerdeki düğünlere katılsam da yemeğinden, hediyesine varıncaya kadar Konya düğünleri bir başka.

Bu yazımda Konya'daki düğünlerde, umre ve hacca gideceklere getirilen hediyeler üzerinde duracağım. Nedense eskiye dair birçok gelenek ve göreneklerimiz unutulmaya yüz tutmuşken Konya'daki hediye kültürü değişmedi gitti. Görüp hissettiğim kadarıyla ne hediye getiren memnun ne de hediye alan.  Bu şekil hediyeden kimse memnun değil ama kaldırma gibi bir niyetimiz de görünmüyor.

Evleneceklere tepeden tırnağa her türlü ihtiyaçları lükse derecesinde alınmaktadır. Şimdiki düğünlerimiz masraflı. İğneden ipliğe her şey alınıyor tabiri caiz ise. Düğün sahiplerinin düğünde tek ihtiyaç duydukları paradır. Çünkü çoğu aileler altından kalkamayacağı bir düğün borcunun altına girmektedir. Düğün eşle dostla olur, düğüne yakın uzak akrabalar başta olmak üzere tanıdıklarımız davet edilir. Pekiyi düğün sahibine hediye olarak ne götürülür? Doğal olarak para götürülür. Biz  ne götürüyoruz?  Borcam, çay takımı, kahve takımı, çay tepsisi...vb mutfak eşyası. Oldu mu ya şimdi? Sadra şifa oldu mu bizim getirdiğimiz hediye. İşin garibi hediye almadan gelen bir iki tane davetli de utana sıkıla düğün sahibinin cebine para sıkıştırırken, "Kusura bakma, hediye alamadım" diyor. Keşke bütün kusurlarımız böyle olsa. Ne yazık ki gelen hediyeler ambalajı bile açılmadan evin –varsa- izbesi veya çatısına istifleniyor, başka düğüne hediye olarak götürülmek için sırasını bekliyor.

İşe yarayan hediyeler kısmında ise kameralar var. Takı törenlerinden bahsediyorum. Bazı yerlerde hem kameraya alınıyor, Hem de anons ediliyor: Falandan bir çeyrek, şundan 100 lira gibi. Bu takı törenleri Konya'nın dışında da var maalesef. Davetli ne taksın, ne etsin. Küçük taksa ayıp olur, gören ne der. Büyük taksa boyunu aşar. Hasılı iş değil bu yaptıklarımız.

Sorun sadece düğüne gelen hediyeler ya da takı törenleri değil. Bizde umreye, hacca gidecek olana da hediye götürülür: bisküvi, küp şeker, havlu, çorap vb. Bu durum karşısında bizim yolcumuz ne yapsın. Daha kutsal yere gitmeden toptancılarda soluğu alıyor, dönüşte hoş geldine gelenlere hediye vermek için tespih, takke, seccade,  koku vb. hediye alıyor.  Kutsal yere gidecek olana getirilen hediye de ihtiyaç dışı, mübarek beldeden gelenin getirdiği hediye de ihtiyaç fazlası. Masraf üstüne masraf. Herkesin evi bisküvi, şeker, takke, tespih dolu. Biz ne yapıyoruz? Götürmesek ayıp olur, getirmezsek ayıp olur moduna girip kendimize eziyet ediyoruz. Hacca gidecek olana götürülen hediyeden hacdan gelenin getirdiği hediyeden yine memnun olanımızın olduğunu sanmıyorum. O halde mesele nedir o zaman? Gelin kaldırıverelim gitsin Allah aşkına bu şekil hediye geleneğini. Mübarek beldeden gelenin en güzel hediyesi hurma, zemzem olmalı. Uğurlayacak olanın da en güzel hediyesi güle güle git demek olmalı. Yok olmaz illaki bir şey vereceğim deniyorsa yolcuya para verilmeli diye düşünüyorum.

Konya düğünlerindeki gelenek ve göreneklerle ilgili düğün sezonu olmayan ocak ayında birbirinin devamı niteliğinde iki yazı kaleme almıştım. Düğün masraflarından ve düğünlerde alınan hediyelerden bahsetmiştim. Bugün yine bu konuyu ele aldım. Bu adamın düğün hediyesinden, umre-hacc hediyesinden bir derdi var diye düşünüyor olabilirsiniz. İnanın böyle bir derdim yok. Gözlemlerimi aktarıyorum. Sadra şifa olursam kendimi bahtiyar hissedeceğim.

Amacım milyonların derdine tercüman olmak. Eğer bu benim dert edindiğim hediyeleşme şekli herkesin derdi ise bu konu halkın sevilen sayılan kişileri tarafından camilerde hutbe ve vaaz kürsülerinde ele alınmalı. Yok arkadaş, ben bana gelen evimdeki stokları eriteceğim, böyle gelmiş böyle gitsin diyorsanız yine de siz bilirsiniz: Borcama devam o zaman… 02/05/2016

* 18.05.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.



"Ben hayattan hiç zevk almadım da" **

Bugün yanıma bir genç yaklaştı amca bir şey sorabilir miyim diye. Buyur delikanlı dedim. "Yaşın kaç" dedi. Hayırdır dedim. "Hiç, bir şey soracaktım da" dedi. 53 yaşındayım deyince, "Amca ben 23 yaşındayım. Bugüne kadar hayattan hiç zevk almadım da acaba siz aldınız mı diye soracaktım" dedi. Büyüyüp sorumluluk arttıkça insan hayattan zevk alamaz, zevk ancak çocuklukta alınır dedim. "Doğru amca, teşekkür ederim" dedi uzaklaştı.
***
Geçen yıl yanıma 17-18 yaşlarında yine bir genç geldi. Benden önce sigara istedi, ardından ateş. Uzattım çakmağı ve sigarayı. "İşten kaçtım" dedi. Niye dedim. "Çalışmak istemiyorum ben" dedi. Nerede çalışıyorsun, niçin kaçtın deyince, "Ben amcamın yanında marangoz olarak çalışıyorum" şeklinde cevap verdi. İyi de çalışmazsan sana kim bakacak dedim. "Babam baksın, madem beni doğurmuş, bakmayacaksa niye doğurdu, ben dünyaya gelmek istemiyordum" dedi. Çalışmazsan emekli olamazsın, sosyal güvencen olmaz dedim ise de o, "Ben emekli olmak istemiyorum, güvencem de olmasın. Madem beni doğurdu, baksın bana, bana mı sordu beni doğururken" cevabını yineledi. Baktım genç laftan anlamıyor. Az daha uğraşsam bana işimi bıraktıracak. Bu arada otlakçılıktan da pek rahatsız değil anlaşılan. Benim de hoşuma gitmedi değil hani. Uzaklaştım yanından.
***
Size  karşılaştığım iki örnek. Bu şekilde düşünen gençlerin sayısı ne kadardır bilmem. Bu gençler hayattan niye zevk almazlar, niçin çalışmak istemezler? Daha bu yaşta hayattan bezmek de neyin nesi?  Daha hayatın cenderesinden geçmedi bunlar. Gençliği niçin memnun edemiyoruz? Seçme hakkı verdiğimiz bu gençlere biz seçilme hakkı verilsin diye konuşuyoruz. Nasıl bir psikolojiyle yetiştiriyoruz biz bunları? Çoğu kendisiyle kavgalı bunların. Bu arada antrparantez söyleyeyim, pırlanta gibi olan gençlerin sayısı da az değil.

Gençlerin mutlu olmadığını giyim-kuşamlarından, kılık-kıyafetlerinden anlayabiliriz. Bir çoğu  farklı olduğunu göstermek ve dikkat çekmek için gülünç olacak şekilde giyiniyor. Yediğimizi yemiyor, giydiğimizi giymiyor. Bir kısmı teröre bulaşıp öldürüyor, bir kısmı gerekirse canlı bomba olup kendisiyle birlikte yüzlerce masumu havaya uçuruyor. Ölümü ve öldürmeyi göze aldığına göre hayattan beklediği olmasa gerek, demek ki hiç mutlu değiller. Üstelik teröre bulaşanların, canlı bomba olanların ekseriyeti de üniversite öğrencisi ya da mezunu. Demek ki okullardan  bir şey almamış  ya da okullar bir şey vermemiş... Çoğu isyanlarda. Neye, kime? Belli bile değil. Bunlar yarının büyükleri olacak. Ülkeyi emanet ettiğimiz-edeceğimiz kişiler bunlar. Üstelik bu hafta “Gençlik Haftası.” Onların haftası yani.

Hayattan bu kadar kopmalarının sebebi üzerinde durmak lazım. Bu hayat niçin onların beklentilerine cevap vermedi? Öyle zannediyorum. Bunlar ailesinden, ailesi de bu tiplerden şikayetçidir. Belki de zevk alarak çalışabilecekleri bir iş bulamadılar. İşi buldular, parasını beğenmediler. İyi bir iş sahibi olmak için okumayı seçtiler, belki de beceremediler. Okudular, yine iş bulamadılar... Kim bilir?

Gençliği iyi dinlemek, fikirlerini iyi incelemek lazım. Saçma deyip ayıplamak, susturmak, kızmakla bir yere varamayız. Saçmalık belki de bizim onları anlayamadığımızdandır. Birbirimize fransız kalmayı, körler ve sağırlara oynamayı bırakmamız lazım. Fikirlerine değer verilmedi mi insanoğlu, kendisine değer verilmediği hissine kapılır. Ya içine kapanır, ya da iyice açılır: isyanlara oynar. Adı üzerinde: delikanlı. Her iki yol da sıkıntılı ve sakıncalıdır. Çözüme ulaştırmaz bizleri.

Üniversitelerimiz, sosyolog ve psikologlarımız: Başka ülkelerde yapılan bayat incelemeleri bilimsel diye kitaplarına koymayı bırakıp; bize özgü, bize ait bu gençliğin: “Ne istediği, nereye gittiği, niçin mutlu olmadığı..” gibi sorular üzerine yoğunlaşıp çözüm yolları üzerine kafa yormalı, derinlemesine inceleme yapmalı. Onlardaki boşluk nedir? Önce onu bulmalı...

Bilelim ki, gençleri mutlu olmayan ülkenin geleceği de olmaz. Çünkü onlar bizim geleceğimizdir.

** 19.5.2016 tarihinde Kahta Söz Gazetesinde yayımlanmıştır.