2 Mayıs 2016 Pazartesi

Eyvah! Yoksa siz çocuğunuza akıllı cep telefonu mu aldınız?**

Ödüllendirme ve ihtiyaç kıstaslarımız değişti. Yarışmalarda verilen ödüller ile çocuğumuza karne hediyesi veya bir sınavdan başarılı olması sonucunda aldığımız hediyelerin çıtası epey yükseldi. Anne babalar bu işin içinden nasıl kalkacaklar bilemiyorum.

Ders çalışsın diye ilk önce masaüstü bilgisayarlar aldık, ardından dizüstü. Sonra hediye olarak tabletler almaya başladık. Şimdilerde ise akıllı cep telefonları olmazsa olmaz ihtiyaç ve ödüllendirme yöntemlerimizden.

Telefon kullanma yaşı epey aşağıya çekildi. Sadece iletişimi sağlayan konuşma ve mesajlaşma özelliği olan telefonlar çöpe atıldı. Daha hiçbir sorumluluk vermediğimiz çocuklarımız son model, 4x4 özellikli ve de akıllı telefonlarla tanıştı. Masraftan kaçınmadık, tüm velilerimiz yarıştı çocuğuna en iyisini almak için. Borçları ödemeye devam ediyoruz. Fakat alınca iş  bitmiyor. Her aldığımız telefon hemen demode oluyor, hızına yetişemiyoruz, sürekli model değiştirme yoluna gidiyoruz. Başka çocuklarda var, benim çocuğumun ne eksiği var diye gidip alıyoruz. Kimi veli isteyerek kimi istemeden. Saçımızı süpürge ediyoruz tabiri caizse. Tek istediğimiz var: çalışıp başarılı olması... Fakat dert bitmiyor. Şimdi de derdimiz çocuğumuz derse kendisini vermiyor; işi, gücü telefonla oynamak, onunla vakit geçirmek diyoruz. Nasıl çıkacağız bu işin içerisinden?

Ben bu nesle Şeytan’ı bol nesil diyorum: bilgisayarlar, tabletler, akıllı cep telefonları, sanal alem, chatleşme, dijital oyunlar... çocuklarımızın çok zamanını alıyor. Yolda, çarşıda, pazarda cep telefonuyla oynayamayan kulaklık marifetiyle müzik dinliyor hem de sabahın erken saatinden başlayarak. Yukarıda saydığım şeyler faydalı olmakla birlikte yerinde ve zamanında yeterince kullanılmadığı takdirde onulmaz yaralar açabiliyor. Çocuğuna cep telefonu alan bir pişman, almayan bin pişman. Cep telefonu ile tanışan okullu çocuk ders çalışmaktan uzaklaşıyor. Cebi olmayan çocuk da anasının babasının kafasının etini yiyor: telefon telefon diye. Zaten birimiz almaya görsün, diğer veli ve çocuklarımıza emsal teşkil ediyor.

Ders esnasında  öğretmenin konuşmasını telefonunun kamerasına alan,  zaman zaman da fotoğrafını çeken bir öğrencinin telefonunu aldık elinden. Aldığımız karar gereğince ders esnasında telefonu açık yakalanan çocuğun telefonunu bir ay boyunca vermiyorduk. Bir kaç gün sonra öğrencinin babası geldi odama: “Hocam çocuğumun cep telefonunu almışsınız, almış olduğunuz karar gereğince bir ay boyunca vermiyormuşsunuz. Ben size teşekkür etmeye geldim. Telefonunu bir ay değil, sene sonuna kadar vermeyin. Annesi de oğlanla bir oldu. Bana borç harç içerisinde bu telefonu aldırdılar. Zaten ders çalışmayı bıraktı. ” dedi. Velinin yüzüne baktım ağlamaklıydı, gözleri dolmuştu. Sadece velilerin değil, okulların da baş belası bu telefonlar. Kimi okul sabah gelince öğrencilerden telefon topluyor, kimi okul ders esnasında kapalı tutun diyor. Ne karar alınırsa alınsın okullarda sorun maalesef bitmiyor. 2004 yılında bir lisede çalışırken  10.sınıf bir öğrenci arkadaşlarının eteklerinin altına cep telefonunu götürerek fotoğraflarını çeker. Ardından da sanal alemde paylaşmakla tehdit eder. Çocuğun velisi okula çağrıldı. Durum babaya anlatıldı.  Baba : “Ne var bunda, bu daha çocuk” dedi. Ölür müsün öldürür müsün? Babaya göre çocuk yunmuş yıkanmış.

Akıllı cep telefonlarıyla ilgili sayısız örnekler verebilirim. Bu alet hem çocuklarımızı ders çalışmaktan uzaklaştırıyor, hem de sosyalleşmekten. Bugünkü çocukların başarısızlığının temelinde fütursuzca kullanılan bu telefonlar başrol oynamaktadır.


Çocuklarımızın her istediğini yapmak ve telefonun son modelini almakla geleceğimizin teminatı olan bu çocuklarımıza kötülük yaptığımızın farkında mıyız acaba? İnsan evladına kötülük yapar mı? Maalesef bu şekilde kötülük yapıyoruz. Bir defa üniversiteye başlamadan önce çocuğumuz akıllı cep telefonuyla tanışmamalı. Kullanacağı telefon  konuşma ve mesajlaşma özelliği olan telefondan başkası olmamalı. Yoksa daha çok saçlarımızı süpürge ederiz, eğer saçımız kalırsa tabii… 

02.05.2016 tarihinde kahta söz gazetesinde yayımlanmıştır.

1 Mayıs 2016 Pazar

"Kutlu Doğum" programlarında öğrendiklerimizi pratiğe geçirsek...

Tarihte hiç olmadığı kadar “Kutlu Doğum” programları tertipledik bu yıl. Hiç anmadığımız kadar andık o Kutlu  Nebiyi. Okullardan, kurum ve kuruluşlara, vakıf ve derneklerden sivil toplum kuruluşlarına varıncaya kadar nisan ayını anma, hatırlama ve kutlamayla geçirdik.

Adına yarışmalar yapıldı, ödüller verildi, yemekler ikram edildi,, ilahiler söylendi. Haftanın anlam ve önemini belirten konuşmalar yapıldı. Kesenin ağzı açıldı. Neredeyse tüm ülke bu anmalarda birleşti. Tek nefes olduk. Yapılan her programa üst seviyeden makam sahipleri katıldı. O kadar çoktu ki; makam sahipleri  birinden çıktı, diğerine koştu. Neredeyse onlar da yarıştılar programlara katılmak için. Bu senenin teması, 'Gelin birlik olalım' idi. Kutlama konusunda bir birlik vardı. İnşallah kutlamadaki birlikteliğimiz 'Tevhid ve vahdette" de olur.

Kutlamalarda peygamberin her yönüne değinildi. Öyle zannediyorum örnek yaşantısı dimağlara iyice işlendi. Bu sene teori olarak andığımız/öğrendiğimiz  Peygamberimizin yaşantısını önümüzdeki yıl nisan ayında pratiğini yaşasak nasıl olur? 

2017 yılının kutlu doğum teması 'Nebevi hayat' olsa...2016 yılında tüm öğrendiklerimizi pratiğe döksek...Hiç peygamberi anmasak, sadece örnek yaşantısını hayatımıza tatbik etsek. Kâl ehli olmaktan  hâl ehline dönsek nasıl olur? Fena olmaz sanırım.

Peygamber cömert ve yardımsever mi idi? Biz de cömert ve yardımsever olalım. Hoşgörülü mü idi? Biz de öyle olalım. Herkese hakkını veren adalet timsali mi idi? Biz de adil olalım. Emaneti ehline mi verirdi?  Biz de işe almalarda liyakatı esas alalım. O, çalıp çırpmadı mı? Biz de özellikle kamu malını kendi malımız bilelim. Yetimi, öksüzü, kimsesizleri korur muydu? Biz de öyle yapalım, şov yapmadan. Çalışanın hakkını tastamam verir miydi? Biz de verelim. Merhametli mi idi? Biz de karıncayı bile incitmeyelim. Güvenilir biri mi idi? Biz de -bize güvenmeyenler varsa- güven verelim. Eminse emin olalım. Hep doğruyu söylediyse doğru olalım. Namus abidesi miydi? Biz de bize emanet edilenlere göz dikmeyelim. Cesur mu idi? Şecaat sahibi olalım. Haksızlık karşısında zalimlere karşı susmadıysa biz de susmayalım, özellikle kendi insanlarımızın yaptıklarına karşı. Eşine ve çocuklarına karşı iyi mi davranırdı? Biz de iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir baba olalım. Kendisi için istediğini kardeşi için de ister miydi? Biz de öyle olalım. Rahatına düşkün biri mi idi? Değilse biz de rahatımıza düşkün olmayalım. İnsanları tanımadan haklarında dedikodu kültürüyle karar vermemişse biz de öyle yapalım.

Hak davasını anlatırken yerleşik düzenlerinin bozulacağını gören rakipleri kendisine gelip: “Makam, mevki istiyorsan başımıza başkan yapalım, evlenmek istiyorsan şehrin en güzel kızıyla evlendirelim, para, pul istiyorsan zengin yapalım, hasta isen en ünlü doktorlara tedavi ettirelim… yeter ki bu davandan vazgeç” dediklerinde: “Bir elime Güneş’i, diğerine de Ay’ı verseniz ben asla bu davamdan vazgeçmem” buyurarak tüm makamları, en güzel kızları, parayı, şöhreti elinin tersiyle itmişti biliyorsunuz. Hangi birimiz bu tekliflere elinin tersiyle hayır diyebilir?

Bizim için örnek olan yaşantısından hiçbirini uygulayamasak da sadece ‘Emin’ özelliğini hayatımıza tatbik etsek, İslam’a ve Müslümanlara mesafeli duranlar bize: “Görüşlerinize katılmıyorum ama çok dürüst, güvenilir” deseler nasıl olur? Ahiretimizi de kurtarmış oluruz.Yaşantımız Nebevi yaşantıya uygun olurdu.

Bugün bazı insanlar mükemmel dinimiz İslam’a mesafeli duruyorsa suç İslam’da değil, bizde ve aykırı yaşantımızdadır. Haberimiz olsun. 01/05/2016

30 Nisan 2016 Cumartesi

Laiklik tartışmaları üzerine *

Bir laiklik furyasıdır gidiyor; kalsın mı, kalksın mı diye. Yeter ki kuyuya biri taş atsın, tüm milletçe peşindeyiz o taşın. Hemen cepheler yerlerini aldı. Cephenin biri laikliğin faziletlerinden bahsede dursun, diğer cephe ise laikliğin bu ülkeye ve bu ülke insanına ne kadar zarar verdiğini söylemeye devam etsin. Yine her zaman ki gibi hiçbir konu bizde soğukkanlı tartışılmaz.

Ülke  olarak her konuyu bitirdik laikliği tartışıyoruz. Kalsa ne olur, gitse ne olur; artısı nedir, eksisi nedir üzerine konuşulmaz bizde. Birileri laiklik elden gidiyor nakaratını ağızlarına aldı bile. Osmanlı’nın son dönemlerinde de “Şeriat elden gidiyor” deniyordu. Daha düne kadar bu ülkede dindar-mütedeyyin insanların yaptığı her şey laikliğe aykırı idi. Kamusal alanlarımız belli giyim-kuşamlara kapatılmıştı, ikna odaları kurulmuştu, kürsülere çıkartılmamıştı birinciler, ödülleri verilmemişti dereceye girenlerin. Bir zamanlar 163.maddemiz vardı her tarafa çekilebilen. Yeter ki gücü elinde bulunduran seni içeriye tıkmak istesin. Her türlü hareket girerdi bu maddenin içerisine. Özal geldi 141,142 ve 163. maddeleri kaldırdı, mağdurları biraz nefes aldı. Gücü elinde bulunduranlar 163.maddenin kaldırılmasıyla birlikte meydana gelen boşluğu 312.madde ile doldurdu. Ezme ve ezilme tüm hızıyla devam etti.

İktidarı eline geçiren güç bir kesimi ihya ederken diğer kesimleri mağdur etti. Bunun için önceden çıkartılan ya da kendisinin çıkarttığı mevzuatın arkasına sığındı. Mahkemelerimiz yönetenlerin mağduriyetlerinin önüne geçeceği yerde iktidara göre yön değiştirerek kararlar verdi. Çünkü kutuplaşmanın en yoğun olduğu yerler maalesef hukuk fakülteleri. Çıkartılan mevzuat açık ve net olarak çıkartılmaz bizde. Hep yoruma müsaittir.  Gücü eline geçirenin zihniyetine göre bizde yargı safını belirler. Hasılı bizde mevzuat ve laiklik nedense hep demoklesin kılıcı gibi kullanıldı.

Ülkemizdeki sorun anayasa, kanun ve yönetmelikten ziyade olaylara insan merkezli bakmayışımızdandır. Sorun mevzuattan ziyade bakış açımızdadır, beynimizdedir. Adalet duygusu ön planda değildir. İktidara geçen kim olursa olsun kendisini tilki, karşı tarafı da horoz olarak görmektedir. Biliyorsunuz, tilkinin yüz planından doksan dokuzu horoz üzerine olurmuş. Acaba ben bu horozları nasıl haklarım derdindedir. Hangi mevzuatı çıkartırsak çıkartalım, iktidarda kim olursa olsun tüm hesabımız kendimizi tilki, karşı tarafı da horoz olarak görmemizden kaynaklanıyor.  Her şeyden önce bu kafa yapısının değişmesi gerekmektedir. Değiştirmediğimiz takdirde sistemimiz ister laik olsun, ister şeriat hukuku olsun fark etmiyor.

Yönetim tarzımız dünyanın en kötü sitemi de olsa adalet varsa o sistem en iyi sistem olur. Kafa yapımız değişmediği müddetçe, kendimizi tilki karşı tarafı da horoz olarak gördüğümüz müddetçe sistemimiz şeriat hukuku ile yönetilse de,  laiklik sistemiyle idare edilse de bu sistem dünyanın en kötü sistemi olur. 90’lı yıllarda bir TV programında sistem tartışması yapılıyordu. Tartışmacılardan biri de Anayasa Hukuku Prof. Hüseyin HATEMİ idi. Kendisine dünyadaki hukuk sistemleri soruldu. “Bugün yürürlükte olan anayasalar içerisinde İslam Hukukuna  en uygun anayasa Alman Anayasası” demişti. Biliyorsunuz bir mer’i hukuk vardır, bir de ideal hukuk. Benim tercihim de ideal hukuk olan İslam  Hukukudur.  Fakat merkezine adaleti almayan hiçbir sistem halkına adalet dağıtamaz. Ancak zulüm dağıtır. Sistem ister laiklik olsun, ister şeriat...  Kaygımız ve derdimiz adalet olursa, hukukumuz mağdurun hakkını koruyorsa sorun olmaz. Hatta aliyyü’l-âlâ olur.

Askerin yaptığı ihtilal anayasalarından başka bir araya gelip sivil bir anayasa dahi yapamayan sivil iradenin  sistem değişikliğini tartışması gülünçtür. Boşa kürek çekmedir.  Ben bugün yapılan tartışmaları sun’i gündem olarak değerlendiriyorum.


Sistemimizin adı ne olursa olsun merkezine insanı oturtmayan, insanî ve ahlakî değerleri almayan hiçbir sistem adalet dağıtmaz, dağıtamaz, dağıtmıyor zaten.  Önce kafa yapılarımızı değiştirelim lütfen! 30/04/2016

04.05.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.