23 Ocak 2016 Cumartesi

Bir zamanlar bir şubat soğuğu geldi geçti bu ülkeden**

Türkiye son yıllarda görmediği bir şubat soğuğunu yaşadı bundan 19 yıl önce. Nelere karışılmadı ki. Bir kesimin bir kesime dünyayı dar ettiği yıllardı.

Bir kesime dünyayı dar edecek ihaleyi alan otorite de: "Siyasi hayatıma mal olsa da" diyerek mücadelesine  başladı. İlk iş olarak başörtüsü avına çıkıldı. Özellikle üniversitede okuyan kız öğrenciler kampüslere alınmadı. Kazara girenler de amfilerden çıkartıldı. İkna odaları kuruldu. Günler, aylar ve yıllarca süren demokratik eylemler yapıldı. Kimi atıldı, kimi okulu bıraktı, kimi perukla girdi okula. Kimi de içi kan ağlayarak başını açtı. Yetmezdi.

Meslek liseleri kapatılmaktan beter yapılmalıydı. 1999 yılında kat sayı getirildi. Aynı sınava giren öğrencilerden meslek liselerinin katsayısı 0,3 ile çarpılırken diğerlerinin katsayısı 0,8 ile çarpıldı. Okuduğu okula göre öğrenciler avantajlı- avantajsız hale getirildi. Meslek liseleri boşaltıldı. En büyük haksızlık da mevcut devam eden öğrencilere yapıldı. Kazanılmış hak kavramı işletilmedi. Ne başka bir okula geçişine izin verildi, ne de katsayıda kademeli geçiş  uygulandı. Meslek liselerinden genel liselere geçiş yasaklandı. Nakil alan okul müdürleri bile  görevden alındı. Meslek liselerindeki en başarılı öğrencinin tıp kazanacak puanıyla girebildiği en iyi bölüm Fen Bilgisi öğretmenliği oldu. Dünya kuruldu kurulalı böyle zulüm görmedi. Niyetleri boğmaktı. Halbuki mevcut öğrencinin hakkı korunmalıydı. Konan kural yeni okula başlayacak öğrencilerle başlatılabilirdi. Maalesef kin, intikam hırsı gözlerini bürümüştü. Bir nesli yok ettiler. Hayallerini de. Önlerini kapatan, hayallerini yok edenlere karşı o günün mağdur başarılı öğrencilerinin derinden çektikleri bir âh, Arş-ı Âlâ’ya yükseldi. Öbür dünya için en büyük kazançları da bu mağduriyetleri olacak.

Kahta İHL’de en arka sırada oturan Yasin* isminde  başarılı bir öğrencim vardı. Arkadaşlarına boş zamanlarında tahtada sayısal dersleri anlatan bir öğrenci. Son sınıfta katsayı mağduru oldu. Tıp kazanacak puanıyla bir yıl sonrası Fen Bilgisi öğretmeni olabildi... 2010 yılında Konya’da aynı kurumda  çalıştığım Fen Bilgisi öğretmenim vardı Gülhan isminde. Onun da hikayesini dinledim bir gün. O da, okulunun birincisi ve tıp puanıyla öğretmen olabilmişti… Kimi okumak için yurt dışını mesken edindi. Milli servetimiz bu dönemde dışarıya aktı. Gurbet ellerde ne sıkıntılar çektiler kim bilir?  Bunu eşekten düşenlerden dinlemek lazım.   Binlerce başarılı öğrenciden sadece ikisini paylaştım sizlere ... 

Bir zamanların adından söz ettiren başarılı meslek liseleri cenaze evlerine döndürülmüştü. 17 yıl geçmiş ama hala meslek liseleri belini doğrultamadı. İHL’lerini yok edeceğim diyen zihniyet diğer meslek liselerini de yok etmişti.

Kahta’da birlikte çalıştığımız  A.E.S. isimli Fen Bilgisi öğretmenimiz askere gitmişti.  Askerlik dönüşü bize: “Arkadaşlar, siz ‘İHL’lere zulmediliyor, mağdur ediliyor dediğinizde abarttığınızı düşünürdüm. Bakın askerde başıma ne geldi? Orada  asker çocuklarına ders verecek öğretmenleri belirlemek için bir sınav yaptılar. Ben de bu sınava girdim. Sınavda birinci oldum. Ders vermek için seçildim. Sonra iptal edildi. Niçin dediğimde de ‘Sen İmam Hatip Lisesinde çalışıyorsun, biz bunu tespit ettik. O yüzden olmaz’ dediler. Benim babam ve kayın pederim asker. Biliyorsunuz ben de dini duyarlılığı olmayan biriyim. Buna rağmen sırf devletin bir okulu olan İHL’de çalıştığım için elendim, varın siz gerisini düşünün, şimdi sizi daha iyi anlıyorum” demişti… 

Bu süreçte okul disiplin kurulu üyesiydim. Başörtülü derse giremeyen öğrencilerimiz bahçede yarım saat kadar bir eylem yapmışlardı. Eylem bittikten bir-iki hafta sonra müdür odasına çağrıldım. İki tane müfettiş ifademi aldı.  Disiplin kurulu üyesi olarak suçum, başörtülü sınıfa giren ve bahçede eylem yapan öğrencilere niçin ceza vermediğimizdi. İfadem alındı. Savunmam yeterli görülmedi. Uyarı cezası ile tecziye edildim.

Hedef koymuşlardı 1000 yıl devam edecek diye. Görüyorsunuz hedefleri tutmadı. Kurdukları örümcek ağı kısa zamanda darmadağın oldu. Çünkü zulüm ile âbâd olunmazdı.


*02/03/2016 Çarşamba günü bu sürecin mağduru olan Yasin’in,  duygu ve düşüncelerini anlatan yazısına yer vereceğim. Tüm mağdurlara armağan olsun.

**27/02/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde ve ladik.biz web sayfasında  yayımlanmıştır.

20 Ocak 2016 Çarşamba

“Harç bitti, inşaat paydos”*

2015-2016 öğretim yılı I. döneminin son haftasına girdiğimiz bu günlerde öğrenciliğimde yaz dönemi inşaatlarda çalıştığım günler göz önüme geldi. Eğitim ve öğretimin son haftasıyla inşaat günlerinin arasında ne gibi bir bağlantı kurulur? Belki şaşırabilirsiniz ama ben kurdum. 

Öğrenci iken yaz dönemlerinde inşaatlarda çalışırdım. Mesaimiz sabah güneşin doğmasıyla birlikte başlar. 10.00 gibi çay molası. Öğle ezanıyla beraber yemek molası. İkindi çayı. Sonra akşam hava kararıncaya kadar devam ederdi çalışmamız. İkindiden sonra havanın serinlemesiyle birlikte güçten ve takattan düşerdik.  Biz akşamın olmasını beklerken patron da havanın serinlemesiyle birlikte, “Oh, oh. Tam çalışacak hava oldu. Haydin aslanlarım” şeklinde bizi motive etmeye çalışırdı. Ama gel bir de sen onu bize sor. Bir taraftan çalışırken diğer taraftan da ara sıra güneşe gözümüzü dikerdik, ne zaman batacak diye. İnşaatta az bir yer kalmışsa bitirinceye kadar çalışılırdı. Eğer inşaatta iş ertesi güne sarkacaksa mesainin bitmesi harcın bitmesine bağlıydı. Akşama yakın harç bitti mi inşaat paydos edilirdi. Yeniden harç karılmazdı. Tecrübeli büyüklerimiz, “Harç bitti, inşaat paydos” derlerdi. Bu sözle birlikte bütün yorgunluğum geçer giderdi.

Eğitim ve öğretimin son haftasına sınavlar bitirilmiş, notlar teslim edilmiş bir ortamda girilir. Öğrenciler tıpkı  “Harç bitti, inşaat paydos” moduna girer. Hedef sınavlardı. Sınavlar bitmiş, notlar sisteme girilmişse ders işlemenin bir mantığı olmazdı artık. Kazara öğretmen ders işlemeye kalksa  “Hocam son hafta da ders işlenir mi?” diye itiraz korosu harekete geçer.  Ders materyali zaten gelmemiştir.  Ders işlemeyi istemeyen öğrenciyi sınıfta tutmak zaten ayrı bir mesele. Sınıfta tutan öğretmen en başarılı öğretmendir. Kimi okula gelmez, kimi gelir; okulun dışında dolaşır. Okula gelip sınıfa girmeyen öğrenciler ise dersi asarak  ders bitimine kadar park ve bahçelerde akşamı yapar. Akşamında evlerine vardıklarında aile, “Niçin okula gitmiyorsun? “ dediğinde “Zaten ders işlenmiyor ki, boşu boşuna niye gideyim?” mazeretlerinin ardı arkası kesilmez.

Akşamın olmasına ramak kala nasıl ki inşaat işçilerinde bir isteksizlik ve yorgunluk baş gösteriyorsa personel ve öğrencilerde de bir bıkkınlık, bezginlik ve zihinsel yorgunluk baş gösteriyor. Hem I. dönem, hem de ikinci dönem karne haftalarını eğitim ve öğretimin  ölü haftaları olarak değerlendiriyorum. 180 iş gününün içinden sayılan bu günlerimiz maalesef berhava olmuş haftalarımızdır.

Ortaokul II.sınıfta okurken karne günü ders işleyen bir öğretmenimiz vardı: Türkçe öğretmenimiz Orhan DEMİRÖZ. Kulakları çınlasın. Vefat etmişse Allah rahmet eylesin. Sınıfcak, “Hocam! Bugünde, bu saatte ders işlenir mi?” dediysek de aldırmadı. Ders işlemeye devam etti. Allah sayılarını çoğaltsın.

Milli Eğitim Eski Bakanı Ömer  DİNÇER bakan olduğunda: “Üniversitede öğrenci iken seçmeli ders olarak İngilizce dersini seçmiştim. 80-100 kişilik sınıfımız kısa zaman zarfı içerisinde iyice azaldı. Sonunda sadece devam eden ben kaldım. Bir gün derse gidemedim. İngiliz uyruklu hocam ertesi günü bana: ‘Ömer sana kırgınım, seni gelecek diye ders boyunca seni sınıfta bekledim’ deyince bir daha devamsızlık yapmadım. Birebir ders işledik. Öğrendiğim ekstra İngilizce’yi ona borçluyum” şeklinde açıklamada bulunmuştu. Tek kişiyle ders işlemek,  bize ne kadar da yabancı. Bu uygulama bize özgü değil maalesef. Zaten o hoca da yabancıymış.

Eğitim ve öğretimde metodumuz, kompozisyondaki giriş, gelişme ve sonuç bölümü gibi olsun. Hangi kademede olursak olalım, zamanı verimli geçecek şekilde değerlendiren kişiler olmamız temennisiyle… Allah bizi affetsin... 20/01/2016

27/01/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.

Düğünlerimiz-II

Düğünlerimiz-II***

Günümüzde en makul düğün 60.000’den başlar oldu. 600.000’e kadar abartıp çıkaranlar var. Bizde bir atasözü vardı unuttuğumuz: “Ev alanla*, evlenene Allah yardım eder” diye. Eskiden düğün yapacak olana; komşu, akraba ihtiyacı ne ise onu hediye getirirdi. İstisnalar kaideyi bozmaz ama kanaatimce düğün yapanın en fazla nakit paraya ihtiyacı olduğu böyle mutlu bir anında, zarf içerisinde makul bir para desteği sağlamak gerekir. Göreneğimiz olan mutfak eşyası hediyeleşmesinden vazgeçelim artık. Damlaya damlaya göl olur misali, zarf içerisine konacak borcam bedeli bile düğün yemeğinin maliyetini karşılar.

Düğünlerde insan bir defa evlenir diyerekten özellikle damadın ailesine iğneden ipliğe her şey aldırılıyor. Birçok aile yıllar boyu ödeyecek şekilde borç batağına dûçâr oluyor. Sahi ihtiyaç olan her şey babaya aldırılacaksa bu yeni çiftler kazandığı/kazanacağı** parayı ne yapacaklar? Merak ediyorum gerçekten. Eğer tedbir alınmazsa bu gidişle çocuklarımız bekar kalır. Çünkü maliyetler arttıkça ailelerin beli bükülüyor. İşin garibi beklediğimiz mutluluk da bu kadar harcamaya rağmen çoğu zaman gelmiyor. Borçları ödemede zorlanıldıkça aileler arasında huzursuzluklar da baş gösterebiliyor.

Peki, ne yapmalı düğünlerde? Ben kısaca maddeleştirmek istiyorum:
1. Makul bir mehir bedeli belirlenmelidir.(100-200 gram altın gibi)
2. Çiftlerin ihtiyaç duyabileceği her şey alınmamalıdır. Bazı ihtiyaçlarını da düğünden sonra hesap- kitap yaparak  kendilerinin alabileceği bir sorumluluk yüklenmelidir.
3. Düğün alış verişlerinde satıcının “Ev alanla, evlenene Allah yardım eder” atasözü gereğince vicdani sorumluluk çerçevesinde hareket etmesi sağlanmalıdır.
4. Kız anneleri,  “Her şeyi aldırayım da kızım rahat etsin” korumacılığından vazgeçmelidir. Eşya insana mutluluk getirmiyor maalesef.
5. Damat tıraşı ve gelin yaptırmalarda kuaför, “Tıraşınız benden düğün hediyesi” diyebilmelidir veya makul bir ücret almalıdır.
6. Düğün yemeği verilecekse, israf ve abartılı yemenin önüne geçmek için tabldot usulü, self servis sistemine geçilmelidir. Servis açanların önünde sıraya giren davetli, yiyeceği kadar yemek almalı, doymadığı takdirde yeniden almalıdır.
7. Ortak yemek yenecekse de yemek masasının etrafında sıra beklemenin önüne geçilmelidir. Bu durum bekleyen için de yemek yiyen için de eziyettir.
8. Davetli, hediye takdim edecekse üstünde ismi yazılmış, kapalı zarf içerisinde para takdim etmelidir.
9. Nişan, nikah, kına düğün, yemek tek salonda bir defa da olacak şekilde planlanmalıdır. Hem maliyeti düşürür. Hem de davetli ve düğün sahibinin iki ayağı bir pabuca girer.
10. Gelin almalarda konvoy oluşturulmamalıdır. İlla oluşturulacaksa sayı sınırı getirilmelidir. Konvoy oluşturmadan gelin salondan alınmalıdır.
11.  Düğün davetiyesinin altına, “Çiçek gönderilmemesi ve para-altın dışında hediye getirilmemesi rica olunur"  notu davetiyelerin altına yazılmalıdır.

Bu maddeleri çoğaltabiliriz. Görüşlerime katılmayabilirsiniz. Eğer tedbir almazsak  “Bineriz bir alamete, gideriz kıyamete” haberiniz olsun. Yok bu tür düğün, bizim Konya'ya has. Biz değiştirmeyiz. Değiştiremeyiz. Böyle gelmiş, böyle gider” dersek şunu bilelim ki, bizim bize yaptığımız eziyeti  kimse kimseye yapmaz.“İnsan bir defa evlenir, benim ahdım var, benim çocuğumun hiçbir şeyi eksik olmayacak. El âlem ne der. Yapılmazsa olmaz” düşüncesinden, kınanırız endişesi taşımaktan vazgeçmemiz lazım.
Kınayanın kınamasına aldırmadan  sade ve huzurun kapısını aralayacak düğünlere ne dersiniz, zamanı gelmedi mi hâlâ? Yoksa Gayretullah'a dokunur maazallah!...

*En makul düğüne yaptığımız/yapacağımız düğün masrafının üzerine biraz daha ilave yaparak yeni çiftlerin başını sokabileceği küçük bir ev alınabilir.

**Yeni çiftler, düğünden sonra kazanacakları parayı kiradan kurtulmak amacıyla konut kredisi çekerek uzun yıllar kredi borcu ödemekle meşguller maalesef.
***21/01/2016 tarihinde anadoludabugün gazetesinde yayınlanmıştır.