Ana içeriğe atla

Burun Kırdırma Hikayem (1)

1997 yılında Adıyaman'da çalışırken, yaz dönemi Meram Tıp Fakültesinde bir KBB doktoruna bir çocuğumu muayene ettirmiştim. Doktor odyometre testi istedi. Sekreterden gün alın demişti. Sekreter üç ay sonrasına gün vermişti. 

Bu testin ne olduğunu bilmiyordum. Önemli bir test olmalı diye düşündüm. 

Gün geldi çattı. Mevsim sonbahardı sanırım. Adıyaman'dan Konya'ya sevk yaptırdım. 

Oğlanla beraber Konya'ya geldim. 

Gün ve saatinde Meram Tıp Fakültesinde oldum. Yalnız in cin top oynuyordu. Polikliniğe geldim. Kapalı. Testin yapıldığı yeri buldum. Ora da kapalıydı. Sanırım birine sordum niye kapalı diye. Bugün 29 Ekim, tatil olur, bilmiyor musun dedi. 

Hiç bozuntuya vermeden öyle ya bugün 29 Ekim tatili. Hiç poliklinik hizmeti verilir miydi. Unutmuşum dedim ama madem bu sekreter bu tatil gününe niye verdi randevuyu dedim içimden. Üstelik randevuyu verdiğinde bu tarih bayrama denk geliyor. O gün bu test olur mu demiştim de olur beyefendi demişti. 

Testi yaptırmadan gerisin geri eve döndüm. 

Ertesi gün tekrar hastanenin yolunu tutup odyometre testinin yapıldığı yere geldim. Kızımız sadece bana değil, çoğu kimseye 29 Ekim gününe randevu vermiş. Hepimiz eksiksiz oradaydık. Epey bir beklemenin ardından odyometre testini yaptırabildik. Ardından doktora gösterdim. Çocuk ameliyat olması gerekir. Yalnız 18 yaşını dolduruncaya kadar zorunlu olmadıkça ameliyat yapmıyoruz. Çünkü yeniden nüksediyor. İyice zorlanırsa rahatlatmak için küçük bir operasyon yapıyoruz dedi. Teşekkür edip çıktım. 

Çıkışta, sekretere bir muayene de ben olabilir miyim dedim. Olmaz beyefendi. Randevu vermem gerekir dedi. Kızın randevusundan iyice korkar olmuştum. Yine bir tatil gününe randevu vermede mahirdi çünkü.

Ha gelmişken bir muayene de ben olayım istemiştim. Ne de olsa ta Adıyaman’dan geliyordum. 

Neyse doktor liseden dönem arkadaşımdı. Kapısını çalıp gelmişken bir muayene de ben olsam olur mu dedim. Olur, niye olmasın. Sekretere kaydını yaptır gel dedi. 

Az önce olmaz, randevu vermemiz gerekir diyen sekretere, doktor beyin bilgisi var. Kaydımı yapar mısın dedim. Olur dedi. 

Muayene oldum. Burun sizde irsi. Sen de ameliyat olman gerekir dedi doktor. Yazın olurum, teşekkür ederim deyip ayrıldım. 

1998'in yazı geldi. Numune Hastanesine sabahın erken saatinde giderek sıra aldım. 10 gibi doktor geldi. 12'ye doğru muayene oldum. Ameliyat dedi. Tamam, yap dedim. Yoğunum, başka arkadaşa git dedi. 

Bir başka gün başka bir doktordan sıra aldım. O da ameliyat dedi. İyi bildin, yap dedim. Tatile çıkacağım dedi. 

Olmayacak böyle dedim. Hastanede memur olarak çalışan bir memur arkadaşa, bir KBB doktor ismi ver, özel muayenesine gideyim. Başka türlü ameliyat olamayacağım dedim. Bir tanesinin ismini verdi. 

Soluğu İstanbul Caddesindeki muayenesinde aldım. O zamanlar doktorları öğle arasında ya da saat 16.00'dan sonra özel muayenesinde bulabilirdin. Girdim. Sıraya aldı görevli. Muayene etti doktor. İlgi o biçim. Paraya kıydım ama değmişti. Ameliyat dedi. Olayım. Ameliyat parası ne istiyorsun dedim. Ameliyattan para almam. Sadece iki özel muayene parası alırım dedi. Eyvallah dedim. O günün parasıyla bir 60 bayıldım. Milyon mu, bin mi bilmem.

Çalıştığı hastanede lokal ameliyat yaptı. Burnumun iki tarafı da tıkalı olduğu halde tek tarafın kıkırdaklarını almış doktor. Hiç yoktan iyi. Bir tanesiyle nefes alırım dedim kendi kendime. 

Ameliyat kolay olmuştu ama tampon, kontrol, tampon yenileme iki haftayı buldu. Özellikle tampon yenileme anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdi. Gözümden yaş aktı. Çünkü 98'in Türkiye’sinde burun ameliyatlarında tampon bezden idi. Yani çaput. Burun ne kadar alırsa tıka basa doldururdu doktorlar. O bezlerden nefes al da göreyim. Nefesten geçtim. Tamponları çıkarmak mesele idi. Tampon ve burunda sargı, ameliyat olduğunu belli ederdi. 

1963’ten 1998'e kadar 35 yıl ağızdan nefes almak suretiyle burnu süs gibi taşımışım. (Devam edecek) 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde