Ana içeriğe atla

Can Pazarındakiler İçini Döksün

Depremler kıyametin küçük bir provasıdır. Küçük bir prova olsa da can pazarı yaşanır o an. Günlerce, aylarca devam eder bu can pazarı. 

Depremle birlikte o düzenli hayat tersine döner. Hayaller biter. Bir yaşam mücadelesi başlar. Bu mücadele, ayakta kalma ve hayata tutunma mücadelesidir.

Kimi göçük altında kalıp ölmüştür kimi kendi imkanlarıyla çıkmıştır kimi üst katlarda kurtarılmayı beklemiştir kimini de bir yardım eli kurtarmıştır. 

Kurtulanın üzerinde, yeterince elbisesi yoktur, ayağında çorabı ve ayakkabısı yoktur. Kar, buz demeden rastgele basar. Ne yaptığını biliyor mu zira. Çünkü can havliyle dışarı atmıştır kendini.

Kurtulan iki hali birlikte yaşar. Kurtuldum, yaşıyorum der. Ama yakınları enkaz altında. Koşup kurtarmaya gitse de acizliği çıkar ortaya. Çünkü elinde malzeme yok. Olsa da nereden girmesi gerektiğini bilecek bir tecrübesi yok. 

Bir o yana bir bu yana bir şeyler yapabilme çabası içerisinde koşar durur. Canhıraş avazı çıktığı kadar bağırır. İster ki bir yardım eli uzansın. Ama yardım istediği herkes can derdine düşmüş. Çünkü dertleri ortak, hepsi dertli. Üstelik bu dert bugünden yarına geçecek bir dert değil.

Yardımı gören sevinir, dünyalar onun olur. İmdada koşanlara içten teşekkürü bir borç bilir. 

Başını sokacak bir yer bulan, bir sıcak yemek boğazından geçenin yüzü güler. 

Beklediği yardımı görmeyen o acıyla konuşur. Konuşması lazım. Eksikliği söyler, imdat çığlığı atar, eleştirir. Burada kimse yok der. Yardım görmüyoruz der. Devlet nerede, asker nerede, AFAD nerede, yardım kuruluşları nerede, organize yok, bir baş tutan yok der. Böyle konuşana "nankör demenin, işte devlet burada, asker burada, işte bize yardım geldi, orta yerde gecikme yok, ulaşılamayan yer yok, her şey var" demenin bir anlamı yok. Bırakın acılı kişi konuşsun. Zira ateş düştüğü yeri yakar. Acılı insan konuşur. Ağzına geleni söyler. Çünkü depremzededir ve mağdurdur. Mağdur konuştukça rahatlar, bu şekilde içini döker. Bunları konuşmayın diye susturmak, yalan söylüyorsunuz diyerek bastırmak doğru değildir. Çünkü her biri yaşadığını kendi bilir. Her birinin ayrı ayrı hikayeleri vardır.

Bu durumda bize düşen, aksayan yönleri gidermeye çalışmak, o bölgedeki insan gücünü ve imkanları yönlendirmeye çalışmaktır.

Bunun yanında, kurtarılıp devleti ve yardım kuruluşlarını yanında gören de bu gördüğünü rahat bir şekilde anlatsın. Devlet burada, asker burada, AFAD burada, yardım kuruluşları burada desin. Paylaşım yapabilirse yapabilsin.

Yardım yok, kurtaran yok diyen de depremzede; yardım var, kurtaran var diyen de depremzede. Bu iki görüşün biri doğru, diğeri yanlış mı? Hayır. Her ikisinin dediği de doğru. Çünkü herkes ne yaşadığını ne gördüğünü ne görmediğini söylüyor. Bu da normaldir. Çünkü her depremzedenin başında aynı anda herkes ve her şey var değildir, yok da değildir.

Sözüm, depremzedenin serzeniş ve sitayişine değil. Sözüm, büyük bir afetin getirdiği gerçekleri tersyüz etmek için olgulardan ziyade algı oluşturmaya çalışanlaradır. Bunu da tuzu kuru olanlar, tarafgirlik adına güya bir kesimi savunma veya bir kesimin aleyhinde kullanmak için yapıyor.  Tek kelimeyle ayıp ediyorlar. Unutmayalım ki deprem bölgesi gül bahçesi değil. Yaşanan ve yaşanmakta olan bu can pazarında her türlü olumsuzluk olur. Depremzedenin hakkal yakin yaşadığı kendilerine yeter de artar bile. Acılarına saygı gösterelim. Onları ve haletiruhiyelerini anlamaya çalışalım. Eksiklikleri söyleyenleri düşman bellemeyelim. Sorumluları göreve çağıralım, şöyle yapın diyelim. Yaşadığımız bu acı bizi birleştirsin. Tarafgirlik kavgamızı acılar hafifledikten sonra yapalım. Bir daha böyle afetlerde gördük ve bilindik sahnelerin olmaması için sorumlulara sorumluluğunu hatırlatalım.

Kısaca tuzu kuru olanlar, canı yanmayanlara sükûnet diyorum, aklıselim olalım diyorum. Konuşurken, överken ve eleştirirken makul olalım, seviyemizi koruyalım diyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde