30 Mart 2025 Pazar

Yürüme Üzerine Muhabbetler

Yürümeyi çok sevdiğini söyleyen bazı kişilerden işittiğim sözler:

Yürümeyi çok severim ama vakit yok. Ah bir vaktim olsa...

Yürümeyi çok severim ama dizlerim ağrıyor.

Yürümeyi çok severim ama hava çok sıcak olmayacak, çok soğuk da olmayacak; kar, tipi, yağmur, yağış ve rüzgarlı olmayacak.

Yürümeyi çok severim ama yürüyünce terliyorum. Üstümü değiştirmem gerek. Bu yüzden yürümüyorum.

Yürümeyi çok seviyorum. Yalnız yürüyünce ayağım acıyor.

Yürümeyi ben de seviyorum ve yürüyorum. İşte çalışırken akşama kadar şu kadar adım atıyorum.

Yürümeyi sevenlerin yanında bir de yürümeyi sevmeyenler var:

Nefret ederim yürümekten. İmkanım olsa tuvalete bile arabayla giderim.

Niye yürüyeceğim? Yazık değil mi ayaklarıma?
Kim yürüyecek? Ekmek almaya bile arabayla gidiyorum.

Bir de yürümeyi gerçekten sevenler var. Bunlar;
Ama, fakat, lakin demeden, yürüme edebiyatı yapmadan yürüyenler. Yürümeyi günlük rutin işlerinden görenler. Yürümekten üşenmeyenler. Bir bakmışsın bunları, yollarda ve parkurlarda. Sabahın erken saatinde yürüyüş yollarında ter atarken görürsün. Ter attıkça mutlulukları yüzlerinden okunur bunların. Çünkü yürümek günlük iştir onlar için.

Yürüme üzerine muhabbetler kiminde sözel kiminde fiili bu şekilde devam eder gider. Şu var ki göbeği çıkmış, göbeğinden ayaklarını göremeyen, aşırı kilo ve göbekten dolayı taharetini yapmakta zorlananlara yürümek elzemdir. Buna farzı ayn diyebiliriz. Bunların hiç mazeret üretmeden yollara kendilerini vermeleri gerekir. Çünkü yarın ayaklar çekmemeye başlayınca ve hastalıklar bir bir baş gösterince yürümek isteseler de yürümek onları bırakır.

Beyhekim Hastanesinde Hayat

Arife günü hastamın başında refakatçi kalmak için nöbete gittim.

Hastamızın odası değiştiği için yeni yerini bilmiyorum.

Vardığım zaman nöbeti meslektaşlarına devretmiş, gitmeye hazırlanan sağlık çalışanlarıyla karşılaştım.

Hastamın odasını bulmak için oda aradığımı gören görevliler, hastanın adı neydi dediler. Hastamızın adını söyleyince "Hatice Teyze şu numaralı odada kalıyor" dediler. İlgilerine teşekkür edip hastamın yanına girdim.

Yerime yerleştikten az sonra doktor geldi. "Hatice Teyze nasılsın, iyi misin? Yemek yiyebiliyor musun" dedi. Fazla yemediğini öğrenince serum takılmasını ve iğne yapılmasını önerdi.

Dokuz günlük tatil olmasına rağmen akşama kadar ne doktor eksik oldu ne hemşire. Biri gitti, diğeri geldi. Her biri de işinin ehli. Hastalarına ismiyle hitap ediyorlar. Sanırsın ki normal mesaiden bir gün.

Arkadaşlarımız tatile gittiler, biz ise çalışıyoruz görüntüsü sezmedim doktorunda, hemşiresinde ve sağlık çalışanında. Yüzlerinden güler yüz eksik değildi. Her biri ibadet aşkı içerisinde kendilerini işe vermişler gördüm. Akşama kadar odanın kaç defa paspaslandığını gördüm.

Hastamızı yatağın gerisine doğru çekmek için bir kişinin yeterli olmadığı durumlarda hastamızı geriye çekebilir miyiz dediğimde, hasta bakıcıdan destek alın diyeni görmedim. Görevli işini bırakıp benimle beraber hastayı geriye yasladı.

Öğle yemeği geldi. Oruçlu olduğumu öğrenince, az sonra elinde tatlı kasesi ile yemek dağıtan geldi. Arkadaş, şunu iftarda yersin dedi.

Hastane çalışanlarının günün her saatinde hummalı çalışmalarını görünce, bu hastaneye tatil gelmemiş izlenimi edindim. Nezaket, samimiyet o biçimdi. Helal olsun çalışanlara. Devlette böyle çalışanlara can kurban. Emeklerine sağlık hepsinin.

Akşam iftardan bir kırk dakika önce yemeklerimiz geldi. İftarımızı yaptık.

Yemeğin ardından kantine inip iki bardak çay içerek çay ihtiyacımı giderdim.

Az sonra biraderler ellerine termosu alıp ağam çayı sever deyip sürpriz yaptılar. Sayelerinde çaya doydum. Keselerine bereket.

Bir termos çayı içince gecesinde pek uyku tutmadı. Fırsat bu fırsat deyip 6 yazı yazmışım hastam uyurken.

Bayram namazından önce hastanın ve refakatçinin farklı kahvaltı menüsü önümüze geldi. Afiyetle kahvaltımı yaptım. Hayatımda bayram namazı öncesi ilk defa bu şekil kahvaltı yapmış oldum.

Hastaneye gelirken solda bir cami görmüştüm. Bayram namazına gitmek için indim. Caminin önünde in-cin top oynuyor. Sanırım burada namaz yok dedim. Kapıya davrandım. Açıkmış. İçeride çoğunluğu hastane çalışanı olmak üzere üç saf cemaat vardı. Namazın ikinci rekatına yetişebildim. Hayatımda ilk defa bayram namazının ilk rekatını kendim tamamlamış oldum.

Hutbe kardeşlik üzerine idi. Hatip hutbesini okurken bir kişi camiden çıkmak için kalkınca, imam, "Daha hutbe bitmedi. Çıkmayalım" uyarısı yaptı. Geriye dönüp bakmadım. Çıkmaya davranan gitti mi, geri mi döndü bilmiyorum. Yalnız çıkmaya davranan ben olsaydım, uyarıya geri dönmezdim. Şu var ki imam yanlış yaptı. Uyarının zamanı değildi. Üstelik burası meskûn mahal dışında bir hastane camisi idi. Cemaat ya refakatçilerden ya da sağlık ve hastane çalışanlarından ibaretti. Hutbe okunurken çıkmaya kalkan belki acil doktoru olabilir. Doktorun acil hastası gelmiş olabilir. Hastası ağır bir refakatçi de olabilir. İmam bu camide görev yapıyorsa bu hastane caminin hassasiyetini bilmesi gerekirdi. Hasılı günün en itici uyarısıydı imamın bu davranışı ve yakışmadı. İmamın biraz nezaket ve görgü almasında fayda var. 

Namazdan sonra hastamın yanına gelince, çoğu hastanın yakınlarının kah sesli kah görüntülü bayram kutlaması yaptıklarını işittim. Temenniler ve dualar koridorlara kadar geliyordu.

Hastanede de bayramın unutulmadığını, hatta bazılarının birkaç gün öncesinde hazırlık yaptığını görmüştüm. Bir yakınları bayram şekeri getirmiş. Kadın her gördüğünün yanına giderek herkese bayram şekeri ikram etmişti daha bayram gelmeden. Israrı üzerine iki tane de ben almıştım. Cebimde o günden beri durduğu için erimeye başladığını görünce dolaba koyup az sonra hastama ikram ettim.

Velhasılıkelam, hastanede geçirdiğim ilk arife ve bayram sabahı bana farklı duygular yaşattı. Farklı bir ortamdı. Bayram tebriki için gelen telefonlara sevinç gözyaşlarının döküldüğüne şahit oldum. Belki de hastanede bile unutulmadık. Eşimiz, dostumuz aradı sevinç gözyaşlarıydı. Belki de bu sevinçli günü hastanede mi geçirecektik, bu hale düşecek miydik gözyaşları idi. Bilinmez. Ama bir şey var ki safi hastadan ibaret bir yerde bile bir gelenek yani bayram kutlamasının devam ettiğini, sevinç ve üzüntünün bir arada yaşandığına şahit oldum.

Sözlerimi bitirirken Beyhekim Hastanesi çalışanlarını, tatilde bile görevlerini özverili, içten ve nazikçe yapmalarından ötürü hepsini tebrik ediyorum. Tüm hastalara acil şifalar diliyorum. Hepsinin bayramı mübarek olsun.

İnsanlıktan Çıkmaya Ne Gerek Var

"Siyaset yapmak için insanlıktan çıkmaya gerek yok" demiş Nihat Ergün. Çok doğru bir söz. Biz de Ergün'ün bu sözünden mülhem devam ettirelim.

Siyaset yapmak için;

Belden aşağı vurmaya gerek yok.

Çamur at, izi kalsın iftirasına gerek yok.

Her yol mübah görmeye gerek yok.

Toplumu germeye ve kutuplaştırmaya gerek yok.

Yapamayacağın icraatın sözünü vermeye gerek yok.

Yalana, dolana ve talana gerek yok.

Rakipleri düşman görmeye ve göstermeye gerek yok.

Koltuğa çakılıp kalmaya gerek yok. Bu işi mezara kadar götürmeye gerek yok.

Rakibi ezmeye, küçümsemeye gerek yok.

Fırıldak olmaya, kırk takla atmaya gerek yok.

Seçim ekonomisi uygulamaya gerek yok.

Emeklilik yaşıyla oynamaya gerek yok.

Memleketin geleceğini ipotek etmeye gerek yok.

Kamu kaynaklarını heba etmeye, seçmene rüşvet vermeye gerek yok.

Ya benimsin ya kara toprağın demeye gerek yok.

Etik değerleri ve teamüleri ters yüz etmeye gerek yok.

Tüm yetkileri üzerine almaya gerek yok.

Maceraya girmeye gerek yok.

Olgular yerine algılar oluşturmaya gerek yok.

Fazilet ve erdem üzere rekabet yapamayacaksan siyasete gerek yok.

Tadında ve kıvamında bırakamayacaksan siyasete girmeye gerek yok.

Laf ebeliğine, mazeret üretmeye ve gerekçeye gerek yok.

Doğruya doğru, yanlışa yanlış demeyeceksen siyasete gerek yok.

Rakibinin onurunu korumayacaksan, empati yapmayacaksan siyasete gerek yok.

Yaptığın ya da yapacağın icraattan ziyade hep rakibini eleştireceksen siyasete gerek yok.

Müzmin muhalif olacaksan, siyasete gerek yok.

Problemlerin üzerini örteceksen, halının altına süpüreceksen siyasete gerek yok.

Emaneti ehline vermeyeceksen, siyasete gerek yok...

Hangi Tip Ülkede Yaşamak İstersiniz?

Hangi ülkede yaşamak istersiniz?

Doğu dünyasında mı, Batı dünyasında mı?

Geri ve gelişmekte olan ülkelerde mi, gelişmiş ülkelerde mi?

İslam dünyasında mı, Hristiyan dünyasında mı?

Her şeyin kuralının olduğu ama kuralların pek uygulanmadığı ülkelerde mi, her şeyin kuralının olduğu ve bu kuralların harfiyen uygulandığı ülkelerde mi?

Kuralların kişiye göre uygulandığı bir ülkede mi, herkese uygulandığı bir ülkede mi?

Tek adam yönetimlerinin olduğu bir ülkede mi, ortak aklın hakim olduğu bir ülkede mi?

Seçim ekonomisinin uygulandığı bir ülkede mi, seçimlerde seçim ekonomisi uygulanmayan bir ülkede mi?

Kuralların ve uygulamaların kişiden kişiye değiştiği bir ülkede mi, kişilerin kuralları uygulamak için geldiği bir ülkede mi?

Oturmuş, sistemi olmayan, teamüllerin olmadığı, varsa da sık sık değiştiği bir ülkede mi, işleyen ve değişmeyen bir sistemin olduğu ülkede mi?

Başa gelenin, ben yaptım oldu diyen bir ülkede mi, yürütme, yargı ve yasama erklerinin birbiriyle uyumlu ve birbirini denetleyen ülkede mi?

Enflasyon ve hayat pahalılığı fırlamış, parası pul olmuş, doğru dürüst üretimi olmayan, sürekli cari açık sorunu olan bir ülkede mi, cari açığı denk veya fazla veren ve parası değerli olan bir ülkede mi?

Sürekli ekonomik krizlerin olduğu bir ülkede mi, fiyat istikrarının olduğu bir ülkede mi?

Bir sadaka ülkesinde mi yaşamak istersiniz yoksa sosyal devletin olduğu bir ülkede mi?

Vatandaşının kendi başının çaresine baktığı bir ülkede mi, devletinin vatandaşının durumunu gözettiği ve koruduğu bir ülkede mi?

Yolsuzlukların kol gezdiği bir ülkede mi, yolsuzluğun çözmüş ülkede mi?

Emekli cenneti olan bir ülkede mi, SGK sistemi oturmuş bir ülkede mi? 

Yukarıda örnekleme yapmak suretiyle yazdıklarım bir zamanlar büyük şimdilerde küçük kabul eden bu dünyada cereyan ediyor.

Dünya bir olsa da bu dünyada iki ayrı dünyalı gibi yaşayan dünyalılar var.

Tercih hakkı verilse bu iki tip dünyalıdan, ilk verdiğim örnek ülkelerde yaşamak isteyen kaç kişi çıkar? Öyle zannediyorum, kahir ekseriyet ikinci örnek verdiğim dünyada yaşamak ister. Çünkü ilkinde kaos, huzursuzluk, fakirlik ve yokluk var. İkincide ise huzur ve mutluluk vardır. İlkinde tesadüfler vardır. İkincide ise tesadüflere yer yoktur.

Teamülleri Olan Bir Ülkeden Neyimiz Eksik?

Ülkemizin gidişatı beni üzmeye devam ediyor. Çünkü hemen hemen her alanda bir kokuşmuşluk söz konusu.

Geçmişten günümüze bu kokuşmuşluğa seyirci kaldığımızdan dolayı maalesef kokuşmuşluk artarak devam ediyor. Çünkü nereyi, kimi, hangi kurumu elimize alırsak elimizde kalır.

Güç ve iktidar mücadelesi de bu kokuşmuşluktan nasibini alan kurumlarımızdan. Belki de her şeyin başı. Çünkü her ne kadar temizlenme alttan gelir şeklinde bir anlayış olsa da siyaset kurumu, değişim ve dönüşümün öncüsüdür. Öyle olmak zorundadır. Çünkü devlete yön veren siyaset kurumu, birbirini denetleyen, birbirinin tamamlayıcı kurumlar aracılığıyla bir makinenin dişlileri gibi işleyen bir sistem kurdukları takdirde tüm kurumlar ve halk bu sisteme ayak uydurmak zorunda kalır.

Bu sistem kişileri değil, işleyen yerleşik düzeni esas alır. Her gelen de bu sistemi devam ettirir. Devletin başına geçen güç ise sadece sistemin aksayan yönlerine müdahale ederek sistemin daha düzgün çalışmasına yardımcı olur.

Gel gör ki bu ülkede, kişilere ihtiyaç kalmayacak işleyen bir sistem kurmaktan ziyade, kişilere bağlı bir sistem genel geçer kabul ediliyor. Bu da at sahibine göre kişner sözünü akla getiriyor.

Bu atasözündeki atı sistem veya millet olarak ele alırsak, at sahibine göre değil de sahibi kim olursa olsun, at kendisine biçilen rolü oynamalı ve görevini layıkıyla yerine getirmelidir. Böyle olursa sistem düzgün işler ve işleyen bir sistemimiz olur. At sahibim ne yapacak diye şaşırmaz. Rolü ve asli vazifesi neyi gerektiriyorsa onu yapar.

Sahip de atı kendisine göre değil, atı yani sistemi genel geçer kurallara göre yönetmesi gerekir.

Niye böyle işleyen bir sistemimiz yok? Çünkü ülkemizde işleyen bir sistemin kurulmasının önündeki en büyük engel siyaset kurumudur. Yani devleti yöneten güçtür. Devleti ele geçiren güç istiyor ki her şeyin dizginleri elinde olsun, istiyor ki işlesin veya işlemesin her şeye çomak soksun. İstiyor ki ben bulunmaz Hint kumaşıyım. Sizin kurtarıcınızım. Ben olmazsam haliniz nice olur. O yüzden benim kıymetimi bilin türünden bir siyaset yürütüyor.

Halk olarak da sahibine göre kişneyen at olmaya dünden teşneyiz. Bu teşneliği de siyaset kurumunun kullanmasıyla tepeden tırnağa toplum olarak bu kokuşmuşluğu birlikte oluşturuyoruz.

Atın sahibinin bir bildiği var diyoruz. Halbuki sahibin bir bildiği yok. Ne oldum delisi kodunda. Gök görmediğin yıllar sonra bir çocuğu olunca sevincinden oğlunun çükünü koparıp attığı gibi ata sahip olan siyasiler de güç zehirlenmesi yaşıyor. Ben gücüm, istediğimi yaparım havasına giriyor. Atın sahibi olsa inanın atla bu kadar oynamaz. Gel gör ki atın sahibi olmayınca birileri atı hayırsız evladın baba mirasını hoyratça kullandığı gibi atı da hor kullanıyor.

Kısaca ata yön veren, atın dizginlerini eline geçiren tüm teamülleri yok ediyor. İşleyişten sorumlu tek kişi gibi davranıyor. Sandık aracılığıyla belli bir süreliğine emaneten aldığı atın ebedi sahibi olmak için uğraş veriyor. Böylece memleketin çivisini çıkarıyor.

Halbuki memleket yönetmek için Amerika'yı yeniden keşfe gerek yok. Dünya nasıl yönetiyor, bir baksak, çok bir şey yapmamıza gerek yok.

Mesela ABD kurulduğu andan itibaren kanun ve anayasasına koymadan bir kişi iki defa başkan seçilebilir teamülünü koymuş. 1950'ye kadar kimse çiğnemeden bu teamülün gereğini yerine getirmiş. İki dönem başkanlık yapan ne kadar karizma olursa olsun ne kadar başarılı olursa olsun, üçüncü döneme göz kırpmamış, sistemi değiştirmeye çalışmamış. Süresini dolduran köşesine çekilmiş. Kimse de dursaydın, biz sensiz ne yaparız dememiş. 1950 yılına gelindiğinde ne olur ne olmaz, biz bu teamülü mevzuata koyalım deyip başkanlar iki dönemlik seçilir maddesini koymuşlardır.

Beyaz Zambaklar Ülkesi diye nam salmış Finlandiya'yı adam eden bir devlet başkanlarıdır. Kaba, saba bir toplumu koyduğu ağır cezalarla adam etmiştir. Bugün bu ülkenin de işleyen bir sistemi vardır.

Biz ise işleyen bir sistem kurmaktan ne kadar uzağız. Çünkü daha yeni sistem değişikliği yaptık. Değiştirdiğimiz bu sistemi de delmenin yollarını arıyoruz. Bir iki defa Cumhurbaşkanı seçilir maddesini Anayasamıza koyduk ama bu maddeyi uygulayacak birileri lazım. Vay efendim, erken seçim kararı alınırsa üçüncü defa da seçilir, yok efendim, Meclis seçim kararı alırsa bir dönem daha olur. Anayasa değişikliği olursa bir kez daha seçilir deyip duruyoruz. Ondan sonra da bizde niçin işleyen bir sistem yok deyip duruyoruz. Normal şartlarda ne Cumhurbaşkanlığı yapan bir dönem daha demez, Meclis ve halk dur, gitme demez. Ama mevzubahis olan bu ülke ise buralarda kılıfına uydurulur, kişiye has kanun ve Anayasa değiştirilir, seçilen kişiyi mezara kadar başkan yapmak için her yolu deneriz. Gören de bu ülkede kaht-ı rical var sanır.

Siyasilerimiz ne kadar seçim kazanırsa ne kadar başarılı olursa olsun süresi geldiğinde köşesine çekilmeyi bilmeli. Dur, nere gidiyorsun diyenlere fırsat vermemeli. Koltuğuna yapışıp kalana da bu kadar demeli. Siyasilerin bu ülkeye yapacağı en büyük hizmet budur. İşleyen bir sistem kursunlar, bu ülke oluşturulan teamüllerle gelişmesini daha erken tamamlar.

Ekonomik Buhranın Müsebbipleri

Dünya ülkeleri içerisinde birinciliği hiçbir ülkeye vermeyen Arjantin'den (69,9) sonra % 39,05 ile ikinci sıradayız.

Avrupa ülkeleri içerisinde ise enflasyonda birinciyiz.

Diğer ülkelerin enflasyonlarını toplasan bir Türkiye enflasyonu yapmıyor.

Faiz oranlarına bakarsak, Zimbabve, Arjantin, Venezuela'nın ardından en yüksek faiz veren dördüncü ülkeyiz. Avrupa ülkeleri içerisinde en yüksek faiz veren birinci ülkeyiz.

Faiz ve enflasyonda ilk sıralarda isek hayat pahalılığı yönünden de ilk sıraları kimseye kaptırmayız.

Bu yazdığım şeyler hepimizin malumu olmasına rağmen kayda geçsin diye yazıyorum.

Yıllar yılı yüksek enflasyon, faiz ve hayat pahalılığı ile yaşamaya alıştık. Eğer buna yaşama denirse. Belki ki bize biçilen rol bu. Hayat pahalılığı bu ülke insanının kaderi. Belki de başka işlerle uğraşmasınlar diye dayatılıyor bize bu tablo.

Bu veri, bu tablo bu ülkeye ayıp olarak yeter de artar bile.

En büyük ayıp da en tepeden en aşağıya kimin ne kadar yetki ve sorumluluğu varsa ona aittir. Eğer birileri utanmayı unutmadıysa.

Kaç yıldır kaderimiz hale gelen bu ekonomik tabloda;

Kötü yönetimin payı yüksek.

Liyakatsiz kadronun payı var.

Zamanında neşter vurmayı ve tedbir almayı ötelemenin payı var.

Yanlış ekonomi uygulamanın payı var.

Kurt puslu havayı sever sözünde olduğu gibi fırsatçılığın payı var.

Kamu kaynaklarında tasarrufa gitmemenin ve israf ekonomisinin payı var.

Sıcak paraya dayalı ekonomik model uygulamamızın payı var.

Makul ekonomi modellerinden ziyade her ülke Mersin'e giderken bizim tersine yol almak istememizin payı var.

Siyasi operasyonların ve had bildirmek istememizin payı var.

Kırılgan ekonomiyi komaya sokacak söz ve eylemlerden kaçınmayışımızın payı var.

Paramızın pul olmasına seyirci kalmamızın payı var.

İthalat ve ihracat dengesini kuramayışımızın payı var.

Ekonomide maceraya yönelmemizin payı var.
Merkez Bankası rezervlerinin uzun süre ekside olmasının payı var.

Ekonomimiz riskten kurtulamadığı için tefeci faizi diyebileceğimiz yüksek faiz oranıyla borçlanmamızın payı var.

İtibardan tasarruf edilmez sözü ve mantalitesinin payı var.

Ekonomik bir buhrandan geçtiğimizi görmeden gelmenin payı var.

Nas var nas. Nas varken bize ne düşer politikasının payı var.

Bağımsız ve özerk olması gereken kurumlara verilen talimatın payı var.

Birilerinin kendine fazlasıyla güvenmesinin payı var.

İnadın payı var.

Faiz sebep, enflasyon sonuçtur iddiasının payı var.

Hasılı var oğlu var.

İstenmeyen Misafir

Arifeden bir gün önceki ramazanın son cuma akşamı iftar öncesi kapı zilimiz çaldı.

Bu saatte kim olabilirdi? Komşuları sanmam. Davulcu olabilir miydi? Davulcu olsa davulcunun sesi gelirdi. Üstelik geçen ramazanlarda haftada bir, para toplayan davulcu bu ramazan hiç görünmedi.

Derken o saatlerde hiç uyanık olmayan bizim oğlan kapıyı açtı. Birileriyle bir şeyler konuştu. Sonra kapattı.

Kimdi babam o zile basan dedim. Davulcular, baba dedi. Para verdin mi dedim. Verdim dedi. Kaç verdin dedim. 50 lira dedi. Be babam, fazla vermişsin dedim. Bozuk yoktu dedi. Benden isteseydin dedim. Sustu.

Bu arada benim oğlan benden cömert. Artık kime çektiyse. Harçlık verdiklerine de değse bari.

Sanki ardından bir başka şeyler istediler dedim. “Bayram geldi. Şeker almışsınızdır. Bir de şekerinize bakalım” dediler. Mutfağa geçip şekerden verdim.

Bir taraftan da gülüyor. Niye gülüyorsun dedim. Adamlar hem oruç tutalım diye bizi sahura kaldırıyorlar. Ama kendileri oruç tutmuyorlar dedi.

Nereden gördün oruç tutmadıklarını dedim. Verdiğim şekeri daha ayrılmadan gözümün önünde yemeye başladılar dedi.

Oruç tutalım diye bizi sahura kaldıran bu tiplerin durumu, bir zamanlar kendileri oruç tutmadıkları halde oruç tutanları döven gençlere benziyor.

Ardından iftara kadar vakti değerlendireyim diye bir iki kalem eşya için markete gitmek üzere evden çıktım. Bizim davulcuların yedikleri şekerin ambalajını merdiven basamaklarına attıklarını gördüm. Apartman da az önce yıkanmıştı. Elimle toplayıp çöpe attım.

Ben gördüm de bize gelen bu davulcular gibi görgüsüzünü görmedim. Hoş, bizi kaldıran davulcular olduklarını da sanmıyorum. Babam, nasıllardı dediğimde tipsiz iki kişi idi dedi.

Önceki senelerde de benzerini görmüştük. Davul parası istemeye gelenleri yönetici uyarmıştı. Siz bizim buranın davulcusu değilsiniz diye.

Giden paradan ziyade hiç haz almadığım davulcuya verilen paraya üzüldüm. Çünkü bu çağda hala bu geleneğin devam etmesi bana manidar geliyor. Gürültü yığınından başka bir şey değil.

Bir diğer husus, madem ki bu davul geleneği gece gece her ramazan bizim kafamızı ağrıtmaya devam edecek. Bari tutulan davulcular sanatının erbabı olsa. Aynı zamanda oruç tutan ya da oruç tutar görünen birileri olsa.

Biraz utanmaları olsa istedikleri şekeri apartmandan çıkınca yerler. Yediler diyelim, en azından şekerin ambalajını rastgele atmazlar. İnan, bunların görgüsüzlüğünü bugüne kadar şivlilik için gelen o kadar küçük çocuğa hediyelerini verdim. Bugüne kadar hemen yiyip apartmana çöpünü attıklarını görmedim. Artık bu davulcular nerede yetişiyorsa artık.

Bu arada davulcular akıllı. Eskiden davul sesiyle gelirlerdi. Kapıyı açan açar, açmayan açmazdı. Demek ki davul sesini duyan çoğu sakin kapıyı açmıyor ki sessiz sedasız gelmişler bu sefer.