2 Nisan 2025 Çarşamba

Yaşlılık Başa Bela

Her yaşın ayrı bir güzelliği var dense de eve bacaya bastırılmayacak yaş grubu yaşlılık devresidir.

Çünkü bu yaş grubunda tüm organlar iflasın eşiğinde.

Dişler dökülür. Yeni taktırdığın orijinal dişin yerini tutmaz.

Kabızlık sorunu ayrılmaz bir hastalığın olur.

Kilo sorunun başlı başına bela.

Ayaklar vücudu çekmez. Ha düştüm düşeceğim derken düşer bir tarafını kırarsın.

Hareketsizlikten bir köşede esaret yaşarsın. Bir yere gidemezsin. Merdiven inemez ve çıkamazsın. İki adımda hışmış kalırsın.

Fazla su içemezsin. Çünkü tuvaletin gelir.

Kilo sorunundan taharetini doğru dürüst yapamazsın.

Göz pek görmez.

Kulak ağır duyar.

Tansiyon, şeker, nefes darlığı vs. tüm hastalıklar bir bir sökün eder.

Günlük sabah, öğle akşam önüne bir poşet ilaç yanı başında durur. Saati geleni atar durursun. Ne ile yarayacaksa artık.

Kireçlenme dolayısıyla vücudunun her bir yeri üzerinden kamyon geçmiş gibi ağrır. Ağrılarımı geçirecek diye ağrı kesici krem sürer durursun.

Tüm bu hastalıklarla cebelleşirken, iyileşeceğim diye bir sürü hapa bağımlı hale gelmenin ardından kör kötü işini yaparken bir de bakıma muhtaç hale gelir, bir başkasına muhtaç olursan, geri kalan hayat çekilmez olur. Yaşayan bir ölü olursun.

Ben bu hale düşecek biri miydim, ben bakıma muhtaç hale gelecek miydim derken sevdiklerine yük olmanın mahcubiyetini yaşamaya başlarsın.

Hele bir de sevdiklerinin ne zaman ölecek diye gözünün içine baktığını hissedersen, vay haline. İşte o zaman kara toprak daha iyi dersin.

Ne edersin ki nasıl ki doğarken kimse sana sormadı. Ölürken de sormuyor. Öleyim dersin, ölemezsin. Sürünür durursun bir vakte kadar.

Yine bu hastalıklarla mücadele dönemi yaşlılığı yaşayınca dünyanın boş olduğunu, bir anlamı olmadığını, safi çile ve eziyet olduğunu anlıyorsun ama anladığınla kalıyorsun. Bir gerçek var ki düşe kalka bu yaşlılık çekilecek. Ta ki vücut benden bu kadar deyinceye kadar.

Öldü ile Geberdi

Gündelik hayatta hem öldü hem geberdi fiilleri kullanılır. Kullandığımız bu kelimelerin anlamlarını bir hatırlayalım.

Ölmek: 1.Yaşamaz olmak, hayatı sona etmek, can vermek; cavlamak. II. Gitmek, göçmek, gümbürdemek, kakırdamak, kıkırdamak, yürümek, zıbarmak, cartayı çekmek, zartayı çekmek, mortlamak.

2. Solmak.

3.Bazı sebeplerle çok sıkıntı çekmek (mecaz).

4.Değerini, geçerliliğini, gücünü yitirmek, kullanılmamak.

Gebermek: 1. (Argoda) sevilmeyen biri için ölmek. 2. Bir kimseye aşırı ilgi ve istek duymak.

Ölmek ve gebermek fiillerinin dışında ölenler için "hakka yürüdü", "hak vaki oldu" deyimleri ile "kaybettik” fiili de kullanılır.

Gördüğümüz gibi hem ölmek hem gebermek fiilleri biri argo olmak üzere aynı anlamlara gelmekte.

Her ne kadar aynı anlama gelse de hangisini kullanırsak kullanalım, ölümün yüzü soğuktur. Pek temenni edilmez.

Her ikisi de haber anlamı taşır.

Yalnız öldü fiili ile geberdi fiili kullanılırken bu fiili kişiden kişiye farklı kullanırız. Mesela sevdiklerimiz için kaybettik, öldü derken sevmediklerimiz için geberdi fiilinin kullanıldığını görüyoruz.

Ölmek ve gebermek aynı sonuca çıkmasına rağmen öldü fiili kulağa daha hoş gelirken gebermek fiili çok itici gelmekte. Çünkü bu fiil hem argo hem nefret dilini içinde barındırıyor. Bir kişi hakkında içte biriktirilen kin ve intikam duygusunun dışa vurumu söz konusu.

Öldü fiili gibi herkese kullanılabilecek ve aynı anlama gelen nötr bir fiil varken argo geberdi fiilini tercih etmek hiç olacak şey değil. Olsa olsa bir akıl tutulması, birinin ölümüne sevinmek, zil takıp oynamak ve kavganın fitilini ateşlemek gibi bir şey.

Ölen her kim olursa olsun, nazarımızda değeri olsun veya olmasın her ölenin sevenleri vardır. Ölene saygı göstermek istemesek bile sevenleri saygıyı hak ediyor olabilir. Mesela ata ne kadar kötü olursa olsun, hangi evlat babası için geberdi fiilinin basında yer almasını ister? Öyle zannediyorum, kimse istemez.

Sonuç olarak, mahalleleri ayırıp kutuplaştığımız gibi bunu ölüme kadar götürmeyelim. Empati yapalım. Argo tabir kullanmaktan kaçınalım. Cenaze yakınlarını incitmeyelim. Verdiği zararlardan dolayı ölüye sevineceksek bu sevinci içimizde tutalım. Dışa açık etmeyelim. Rahmet de dilemeyelim. Cenazesini de kılmayalım. Bırakalım her mahalle cenazesine karşı son görevini vakur bir şekilde yerine getirsin. Birbirleriyle acılarını paylaşsın. Biz sessiz kalalım. Kavgamızı sıcağı sıcağına daha cenaze kalkmadan devam ettirmeyelim. Unutmayalım ki yorgan gider, kavga biterse, bir insan öldü mü, onunla ilgili kavga da biter. Edep, ahlak, etik, örf ve âdet bunu gerektirir.

Sahi, nereye gömdük bu edep ve ahlakı ve de insanlığımızı?

1 Nisan 2025 Salı

Dindar ile İslamcı

Dindar, mütedeyyin ve İslamcı kavramları birlikte bazen birbirinin yerine kullanılmakta. Genellikle aynı kişiler için ifade edilmekte ise de arasında benzerlikler ve dağlar kadar farklılıklar var.

Dindar- mütedeyyin ve İslamcı aynı kaynaktan beslenir. Her ikisi de Kur'an ve sünnet yolunun yolcusudur. Belki de tek benzerlikleri budur.

Dindar ve mütedeyyin kişi, dininin gereklerini yaşamaya çalışır. İbadetlerini yerine getirir. Yaşayamadığının üzüntüsünü yaşar. Benim tek eksiğim şu var. Ah bir de şunu yapabilsem der. Dinini daha iyi yaşayanlara gıpta eder. Günah işlediği zaman tövbe eder. İslamiyet’i tam yaşayamadığının pişmanlığını samimiyetle yaşar. İyi bir kul olmaya çalışır. İnandığı dini kendi hayatında yaşar. Dinini yaşayamayanlara üzülür. Onlara hidayet bulması için bol dua eder. Tüm bu yaptıklarından dolayı cennete gitmeyi ümit eder.

İslamcı ise slogancıdır, bol hamaset yapar. İnsanlara ayet ve hadisle ayar vermeye çalışır. Yaşamayanlara parmak sallar. Her kim ne yaparsa ilgili ayet okur. Kim İslam, Müslümanlar ve İslami değerler hakkında ne demişse zamanı gelince yüzüne vurmak için hepsini not eder. En ufak bir şeyde kişileri cehenneme göndermekten zevk alır. Şunu dedin, kafirsin. Bunu dedin, münafıksın şeklinde insanları damgalar durur. Hele bir de sırtını bir güce yaslamışsa ağzını bozar. Beddua ve lanet ağzından eksik olmaz. En ufak bir şeyde devleti göreve çağırır. Üslubunu bozar. Bunu da “geçti o pısırık Müslümanlık. Bunlara ağzının payını vereceksin” der. Daima sureti haktan görünür. Kısaca kavgacıdır, huzur bozmada üstüne yoktur. Kutuplaşmayı ve kutuplaştırmayı pek sever.

Karşı mahalleden biri ölmüşe, İslamiyet hakkında bir şeyler söylemişse, artık o kimseyi ne camiye kabul eder ne İslamiyet dairesinde tutar. Cenazesi kılınmaz fetvası vermeye başlar. Kötü bilirdik, geberdi gitti. Şimdi öbür dünyada yanacak, ateşi bol olsun kefere der.

Yani İslamcılık bir yaşamdan ziyade bir felsefedir. Bir söylemden ibarettir. Dindarlık bir hal ise İslamcılık kâldir.

Hayatı kendisi gibi düşünmeyenlere zindan etmede, toplumu germede üstlerine yoktur.

Her konuda da bilgileri var. Her konuda söz söylerler. Üzerine gelirken ayet ve hadisle gelirler. Ya kabul edip İslam dairesinde kalırsın ya da bu dinden çıkarsın bu İslamcılara göre.

Lafı çok uzatmadan dindar ile İslamcı arasındaki farkı daha iyi ifade etmek için şu anekdotu paylaşayım:

Şeyhin oğlu büyümüş. Şeyh, oğluna haydi sabah namazını kılmak için camiye gidelim demiş.

Baba oğul camiye giderlerken oğlanın gözü mahalledeki evlere kaymış. Bakmış ki hiçbir evin ışığı yanmıyor. Hemen dönüp babasına, “Baba! Mahallede tek bir ışık yanmıyor. Hiç kimse sabah namazına kalkmamış deyince, şeyh:

Evlat, daha ilk defa sabah namazına gidiyorsun. Hemen mahalleliyi yargılamaya başladın demiş.

Sunucu Mehmet Akif Ersoy'un kısa bir videosundan dinlemiştim bu anekdotu. Kendi dindarlığıyla meşgul olana Müslüman, başkasının Müslümanlığıyla meşgul olana İslamcı denir diyordu videosunda. Bunun üzerine söz söylemeye gerek olmaz sanırım. Çünkü tüm farkı ortaya koyuyor. 

Adı Üzerinde Şov

Volkan Konak isimli sanatçının vefatının ardından bir kesim yasa boğulurken bir kesimin yakışmayacak bir şekilde tavır alması dikkatimi çekti. Tanımadığım sanatçı hakkında hiç yazı yazma gibi bir düşüncem yok iken bir kısım İslamcının sanatçı hakkında ileri geri şeyler yazdığını görünce sanatçı hakkında “Volkan Konak’ın Ardından” ve “Karşı Mahalleden Biri Ölmeye Görsün” başlıklarıyla iki yazı kaleme aldım.

Sanatçı hakkında en büyük vaveyla da “Öldükten sonra cesedinin yakılıp küllerinin Karadeniz’in üzerine serpilmesi” vasiyeti.

Nedir, ne değildir, sanatçının böyle bir vasiyeti var mı, varsa da hangi ortamda ne niyetle söylemiş olabilir, bu işin aslı astarı nedir arayışı için sanal aleme girdim. Turan Büyükyılmaz isimli tanımadığım birine ait bu konuya dair şu yazıyı bulup okudum. Yazım ve imla yanlışlarını düzelterek yazıyı aynen bilginize sunuyorum:

DİN ADINA İŞLENEN EN BÜYÜK GÜNAH

Kıbrıs’ta verdiği konser sırasında hayatını kaybeden Volkan Konak’ın ardından yapılan tartışmalar üzücü bir şekilde devam ediyor.

Kendisine Müslüman diyen bir kesim bir röportajda “Ben ölürsem beni yakın. Küllerimi Karadeniz’e savurun” sözlerinden hareketle onun kafir olduğunu söyleyerek son derece çirkin ifadelerde bulundu.

Benim paylaşımımın altına yorum yazan Hürriyet Gazetesi Temsilcisi onunla yapılmış bir röportajı yayımlayarak, Volkan Konak’ın bu sözü nasıl ve hangi gerekçe ile söylediğini anlattı.

Ona hakaret edenler bu röportajı okuduktan sonra pişmanlık duyup tövbe eder Allahtan af dilerler mi bilmem.

Volkan Konak’ın röportajı şöyle;

“KÜLLERİMİ DENİZE SAÇIN”

Volkan Konak'ın ani vefatının ardından, usta sanatçının yıllar önce sahnede yaptığı vasiyet konuşması gündeme geldi. Hani özeti: Yakın beni küllerimi Karadeniz'e saçın olan… Konak, o dönemde de günlerce konuşulan vasiyetiyle ilgili televizyonlarda ve Hürriyet gazetesine verdiği röportajında şunları söylemişti:

“GAZİNO MÜŞTERİLERİNE VASİYET OLMAZ, O ŞOV”

"Vasiyet yok. Vasiyet yapacaksam da kendi aileme yaparım. Gazino müşterisine yapmam. O bir sahne şovudur. Sahnedekileri ciddiye almasın arkadaşlarım. Sahnede bazen argo da konuşuyoruz. Ferman yazıcılar var. Onlara gün doğmuş oldu. Ya bu insanlar hiç konsere gitmemiş, tiyatroya gitmemiş, hiç sahne şovu seyretmemiş. Bu röportajda söylediklerim beni bağlar ama sahnedeki sözler şov."

“Yatacağım yeri de şimdiden ayarladım. Maçka’da babamın yattığı yerde bizim sülale mezarlarında incir altında yatacağım. Dolayısıyla oradan kopmam mümkün değil.” Turan Büyükyılmaz

Sonuç olarak sanatçı bu sözleri gazinoda şov amaçlı söylediğini verdiği ropörtajda söylemiş. Sizi bilmem ama bu roportajta söyledikleri beni ikna etti. Bir de kişinin en son söylediğine bakmak lazım diye düşünüyorum. Öyle ya gazino vasiyet yapılacak yer değil. Üstelik vasiyet yakınlara yapılır. 

Kardeş Değil, Kara Taş

Babasından kalma bir evde oturan bir öğretmen yıllarca aynı evde hem hasta annesine bakar. Bir de boyundan aşağısı tutmayan abisine.

Bir köşede annesi yatmış, diğer köşede abisi ya da kardeşi yatmış.

Diğer kardeşleri ne anneye bakmış ne de ağabeylerine.

Zamanı gelir her iki hasta da vefat eder.

İki vefatın da ardından kardeşleri mahkemeye dava açarlar: "Ağabeyimiz (ya da kardeşimiz) şu kadar yıldır mirasçısı olduğumuz evde kalmıştır. Kaldığı yıllara ait birikmiş kira bedelini muhitin rayiç kirası üzerinden tarafımıza ödemesi".

Yanlış okumadınız. Mahkemeye açılan dava bu içerikte.

Hem yatalak annesine hem de yatalak abisine yıllarca bakan bu öğretmenle bir arkadaş vasıtasıyla oturup iki defa çay içmişliğim ve sohbet etmişliğim var. Sağdan, soldan, havadan ve sudan konuştuk. Hiç kardeşlerim bana şöyle yaptı demedi.

Kardeşleri tarafından mahkemeye verildiğini de aynı okulda çalışan bir arkadaşım söyledi.

Siz böyle bir dava ile karşılaştınız mı bilmiyorum ama ben ilk defa duydum. Haliyle şaşırdım. Ne kardeşler varmış. Olmaz olsun böyle kardeş dedim.

Annelerine ve ağabeylerine bakmayan bu kişilerde gerçekten mide varmış. Aynı evde yaşayıp bakımlarını üstlendiğinden dolayı kardeşlerine: "Abi, biz anne ve ağabeyimize bakamadık. Bütün yük sendeydi. Biz bakamadığımız gibi maddi destek de sağlayamadık. Sana karşı mahcubuz. Biz sana çok teşekkür ediyoruz. Biliyoruz bunun için bakmadın. Emeğini de karşılamaz ama babadan kalma bu ev senin. Biz hiç hak iddia etmiyoruz. Hemen tapuya gidelim. Evi senin üzerine devredelim" demeliydiler. En azından ben böyle beklerim. Ki olması gereken de bu.

Beyefendi ve hanımefendiler, bırakın böyle demeyi. Geçmişten günümüze biriken kira bedelini istemişler. Yazıklar olsun gerçekten.
Böyle paragöz kardeşlere kardeş denmez, dense dense kara taş denir.

Sonrasını bilmiyorum. Öyle zannediyorum, dava devam ediyordur. Görünen o ki kardeşlerin gözü hem kirada hem de evde. Çünkü kira isteyen o evdeki payını hayli hayli ister. Hakimin kararını bilemem ama öyle zannediyorum kira isteyen bu kardeşler haklı bulunur. Çünkü kimse annesine baktı, ağabeyine baktı demez. Belki de bakmayaydı denecek.

İşin garibi bu öğretmen emekli olmasına rağmen hala evi yok. Emekli olmadan önce evini alamayan emekli olduktan sonra hiç ev alamaz. Görünen o ki ölünceye kadar emekli maaşı ile kirada kalacak. Belki de daha çalışacaktı. Emekli olayım da anne ve kardeşine bakayım diye emekli oldu. Çünkü daha zorunlu emekli yaşında değil.

Ne diyelim, böyle kardeşler de varmış. Kardeş değil, kara taş. Olmaz olsun böyle kardeş. Evden, gönülden, ortamdan ırak olsun.

Burada bir hakkı daha teslim edeyim. Evde yıllardır hem kaynanasına hem de kayınbiraderine bakan bu öğretmenin eşinin eli öpülür. Helal olsun kadına. Hem öğretmenin hem de eşimin ismini örnek olsun diye altın harflerle yazmak lazım.

Bu arada bu ailede üveylik, özlük vardır diye aklınıza gelebilir. Sizden önce ben sordum arkadaşa. Üveylik yokmuş aralarında. Bu öğretmenin anne ve babası yaşasaydı, bu öğretmen sizin öp öz oğlunuz mu yoksa kira isteyen diğer çocukların mı öz derdim. Çünkü her ne kadar beş parmağın beşi de bir olmaz ise de aynı ailenin çocukları arasında bu kadar uçurum olmaz. Çünkü biri hasbi diğerleri çıkarcı. Acaba doğumları esnasında hastanede değiştirilmiş olabilirler mi? Değişti ise hangisi? Paracı kardeşler mi, bu hasbi öğretmen mi? Hepsi hastanede değiştirilemeyeceğine göre herhalde bu öğretmen hastanede değiştirilmiş olmalı. Başka da aklıma bir şey gelmiyor.

Allah iyi kardeşlerle karşılaştırsın.

Karşı Mahalleden Biri Ölmeye Görsün!

Nasıl bir ülke olduğumuzu yıllar geçtikçe daha iyi anlıyorum.

İyiyken herkes iyilik meleği. Araya niza girdi mi elimizden geleni ardımıza koymuyoruz.

Karşı mahallelere bölünmüşüz. Diğer mahallelerle hiç diyaloğumuz yok. Herkes birbirine sağırlara ve körlere oynuyor. Uzaktan ayar veriyor, had bildiriyoruz.

Karşı mahalleyi düşman belleyerek ayakta duruyoruz.

Karşı mahalleden bizim gibi düşünmeyen biri öldü mü, sağlığında selam vermediğimiz kişiye tüm içimizi boşaltıyoruz.

Mahallenin ileri gelenleri ve akıl hocaları her bir şeyini zamanında not etmiş. O zaman bir şey dememiş, mücadelesini vermemiş biri olarak ilgili kişinin tüm beyanlarını ortaya döküveriyor. Biz de vay anasına. Adam ne kafirmiş. Cenazesi kılınmaz bunun deyip Diyanet'i göreve çağırıyoruz. Adamın gömülüp hesaba çekildiğini beklemeden yani yargılamadan cehenneme gönderiyoruz. Halbuki adaletin yok dediğimiz, adaletini beğenmediğimiz bu zalım dünyanın adaleti ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, adam suçüstü yakalansa bile adalet önünde zanlıdır. Yargılanıp hüküm giyinceye ve tüm yargı yolları bitinceye kadar masum kabul edilir. Beratı zimmet asıldır prensibini hatırlar ve hatırlatırız.
İnancımıza göre öldükten sonra kişiyi Allah yargılar, hesabı o sorar, ona hesap verilir. İnandığımız Allah da kimseye haksızlık etmez.

Acaba böyle olduğuna inanmıyor muyuz da daha gömülmeden sıcağı sıcağına adamı ila cehenneme zümera deyip cehenneme gönderiyoruz. Bırakalım ihsası reyde bulunmayı da o inandığımız makam kişiyi yargılasın. Unutmayalım ki savunma hakkı da kutsaldır. Suçluya bile kendini savunma hakkı verilmeden ceza verilmez. Merak ediyorum, yargısız infaz yetkisini bize kim verdi? Allah mı diyor, bana gelmeden bunları yargılayın yetkisini?

Zahire göre hüküm verip Aristo mantığıyla kıyas yaparak insanları özellikle karşı mahallenin insanlarını cehenneme göndermeyi ne de çok seviyoruz? Acaba, ne kadar kişiyi cehenneme gönderirsek, Cennet bize kalır diye mi düşünüyoruz? Allah bizi koymayıp da kimi koyacak hadsizliğini mi yaşıyoruz?

Ölen kimse dinimize yabancı olabilir, dinimizi alaya alabilir, dinimize düşmanlık yapabilir. Tamam, bu durumda bizim elimiz armut toplamasın. Edebimizle, kavli leyyine ile cevap verelim. Bunun önünde ne engel var? Musa ve Harun peygamberleri Firavun'a gönderirken yumuşak söz söyleyin fermanına yakışıyor mu bizim ileri geri konuşmamız, hakaret etmemiz? Sonra öldükten sonra neye yarar? Amacımız üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi?

Ha o mahalleden ağzı bozuklar varmış. Onlar hakaret ediyor. Biz de onlara anladığı dilden konuşuruz diyorsak, sormazlar mı adama, ne ara onları kendimize öğretmen kabul ettik diye? Unutmayalım ki süiamel misal olamaz.

Herkesin dini, inancı kendisine. Bizim inancımız da bize. Din ve inanç bizi ayrıştırmamalı. Kem söz sahibine ait olmalı. Din ve inanç elimizde ayrıştırma aracı olarak kullanılmamalı. Her ne kötülük yapılırsa yapılsın, din adına söz söyleyenler kötülüğü iyilikle savmalı. Gören demeli ki bunların dini böyle emrediyor. Bunların iyilikleri dinlerinden. Ne güzel dinleri var desin.

Merak ediyorum, bu kaba saba ve kişileri cehenneme gönderen üslubumuzla Müslüman yaptığımız bir Allah'ın kulu var mı? Eğer varsa faili ellerinden öperim ama bu takındığımız üslupla bir Allah'ın kulu Müslüman olmaz. Zaten böyle bir derdimiz de yok. Tek derdimiz ne kadar kişiyi cehenneme gönderirsek, Cennet bizim olur. Ama çok bekleriz. Unutmayalım ki herkes kalıbına göre iş yapar. 

Volkan Konak'ın Ardından

Kendisini zaman zaman önüme düşen kısa videolarda ismini bilmeden birkaç defa izlemişliğim var. Genelde de ekranına çıkardığı kişilerle konuşmasına şahit oldum. Sanatını ne derece icra ettiğini ve başarılı bir sanatçı olup olmadığını bilmem.

Volkan Konak'mış adı. Sanatçı imiş. Kuzey'in olarak şu diye nam salmış. Türk halk müziği üzerine sanatını icra etmiş. Kıbrıs'ta sahnede iken geçirdiği kalp krizi sonrası vefat etmiş.

Sonrasını sosyal medyadan öğreniyorum. Bir grup, sanatçının ölümü üzerine üzüntülerini ifade ediyor. Bencileyin sanatla yakından uzaktan alakası olmayan bir grup ise Volkan Konak'ın daha önce söylediği sözleri ve vasiyetini ön plana çıkarıyor. "Öldükten sonra gömülmek istemediğini, cesedinin yakılıp Karadeniz'e savrulmasını" vasiyet etmiş.

Bu vasiyeti ön plana çıkaran bir kesim cenazesi kılınmamalı gibi şeyler yazıp çiziyor. Ölümüne oh be çekenler de az değil.

İlgili kişi inanıyor mu, inanmıyor mu bilmiyorum. Ki inanmak kadar inanmama hakkına sahip. Üstelik bir başka okuduğu şiirde "babasının yanına gömülmekten" bahsediyor.

Cenazesini yakılmasını yakınları yerine getirir veya getirmez. Yakınları alıp bir mezara da koymak isteyebilir.

Basından okuduğuma göre İstanbul'a cenaze namazı kılınıp Trabzon'a gömüleceği belirtiliyor. Demek ki yakınları gömülme vasiyetini yerine getirecek.

Tüm bunlar cenaze sahiplerinin bile bileceği bir şey.

Cenazesinin kılınmasını da ailesi isteyebilir. Birileri cenaze namazına katılmak isteyebilir. Söz ve eylemlerinden dolayı birileri cenaze namazını kılmak istemeyebilir. Her imam kıldırmak istemeyebilir.

Bir kimsenin cenazesinin kılınması, helallik alınması o kimseyi pirüpak yapmaz. İslami usullere göre defnedilmemesi de o kimseyi sorumluluktan kurtarmaz.

Namazı kılınırdı, kılınmazdı, hak etti veya etmedi tartışması bence gereksiz. Ölen ölmüştür, kalan kalmıştır. Ölenin kendini savunması mümkün değil.

Bu aşamadan sonra bırakalım herkes hesabını gittiği yerde versin.

Herkesin hesabını vereceğine inanılıyorsa bırakalım, hesap sorucu hesabını sorup cezasını versin. Hesap sorulacağına inanılmıyor mu ki bu kadar yaygara yapılıyor.

Hem neden karşı mahalleden biri vefat edince hemen veryansın ediliyor. Cenaze önüne gelip haydin bunun namazını kılacaksın veya kıldıracaksın diye bir baskı mı yapılıyor?

Ayrıca ilgili kişinin inanıp inanmadığını nereden biliyoruz? Kişi bir sözüyle dinden çıkar, diğer bir sözüyle tekrar girer. Merak ediyorum, herkesin imanı doğduğu andan itibaren şeksiz ve şüphesiz mi? Bırakalım herkesin inancını kendisine. Yaşadığı hayat üzerinden hesabını öbür dünyada kendisi versin.

Bir kişiye başka inançlara hakaret etmediği ve saygı duyduğu müddetçe istediği görüşü açıklama imkanı vermek lazım.

Günümüzde kişileri, mahalleleri inanç yönünden tasnife tutmanın bir gereği yok. Ne katma değer üretmiş, insanlık namına neler yapmış, ona bakmak lazım.

“Elli beş babasız çocuğu okuttuğunu, önümüzdeki sene bu sayıyı yüze çıkarmak istediğini, babaları olamasam da amcaları olurum” dediğini bir açıklamasından öğrendim.

Gençlerin yanına gidip, "Gençler, bir derdiniz olduğu zaman işte benim numaram şu. Direk beni arayın" demek suretiyle gençlere açık çek vermiş biri.

Yine kendisine bir milyon dolarlık reklam teklifi yapılıyor. Teklifi geri çevirdiğini söylüyor. Paran çok mu diyene de "Kişiliğime uygun görmedim" diyor. Hangi birimiz bir milyon dolar karşısında kendimizi kaybetmeyiz ve atlamayız.

Hangi birimiz 55 öğrenciye burs verir? Hangi birimiz tanımadığı üniversite öğrencilerine telefon numarasını verip ihtiyacınızda arayın der? Görünen o ki okuttuğu öğrenciler yetim kaldı ardından. 

Tamam, insanları fikir ve düşüncelerinden dolayı katılmadığımız yönleriyle eleştirelim. Ama yaptığı güzel şeyleri de ifade etmek suretiyle bir hakkı teslim etmek lazım. Çünkü hatasıyla hesabıyla insanı hepimiz.

Sonuç olarak sanatını icra ederken genç yaşta kaybettiğimiz sanatçıyı ölümünün ardından rahat bırakmak lazım. Ardından ne konuşursak konuşalım, bizi duymaz, bize cevap veremez. Bizde sesini çıkarmayana, kendini savunmayana el kalkmaz, belden aşağı vurulmaz. Bırakalım mevtayı sevenlerine. Onlar üzüntüsünü yaşasın. Kimsenin ölümüne sevinip göbek atmayalım. Bir üzüntülü ana saygı duyalım.

Bir diğer husus, inancından dolayı bu sanatçıya vuranlar, merak ediyorum, sağlığında bu sanatçıyla gittiğin yol, yol deyip konuştular mı? Bu işin doğrusu şu, senin görüşüne katılmıyoruz dediler mi? Mesela irşat görevinde bulundular mı? Eğer yaptık, sağlığında kendisiyle fikir ve inanç tartışması yaptık denirse, buna eyvallah derim. Yok böyle bir şey yapılmadı ise ölümünün ardından ileri geri konuşmak ne dine ne insanlığa yaraşır. Ucuz mücahitliğe gerek yok.

Ayrıca gidenin ardından ileri geri konuşmanın geride onun yolundan gidenlere faydası olur mu? Hiç sanmıyorum. Amaç üzüm yemekse bu üslubu terk edip en azından susmak lazım. Çünkü bu üslup kimseyi Müslüman yapmaz. Yaşadığımız dini ayrışmanın aracı haline getirmeyelim. Herkesin dini kendisine.

Yazımı sanatçının bir esprili anlatımıyla sonlandırayım. Beşinci kızdan sonra annesi Volkan Bey’e hamile kalır. Bu da kızdır diye annesi aldırmaya kalkar. Bir tanıdığı vasıtasıyla bir doktora gider. Doktor kürtaj için 300 lira (o günün parasıyla 300 bin veya üç yüz milyon olabilir) para ister. Bu parayı duyan annesi, “Sana bu parayı vereceğime, bu parayla ben evladımı doğurur, büyütürüm” deyip kürtajdan vazgeçer. Sanatçı bu şekil dünyaya gelmiş. Doktor daha az para isteseydi, belki de hiç dünyaya gelmeyecekti.

Mevtanın yakınlarına sabırlar diliyorum.